-15-

11.9K 780 118
                                    


**

Kasımın son haftasıydı. Ağaçlar tüm yapraklarını dökmüş, ince dalları ile çıplak kalmıştı. Sincaplar, kirpiler ve dahası kışlık yiyeceklerini depolamış, kış için yuvalarına çekilmeye hazırlanıyordu. Yemyeşil otlar sararmış, geyikler tek tük görünür olmuştu. Havenhurst çalışanları da efendilerini memnun etmek amacıyla daha çok çalışıyor, kileri taze yiyeceklerle dolduruyorlardı. Yüzlerce çalışanın olduğu Havenhurst'te, her çalışan yeterince meşguldü. Ama yine de fısıltılar kesilmiyordu. Düşes Cameron, ortalarda görünmemekte ısrarcıydı. Dük Cameron ise haftalar önce evinin yolunu unutmuştu.

Clarabel, günler önce aldığı karara göre gün doğumu ile uyanmıştı. Kişisel hizmetçileri dışında kimseyle konuşmadan malikaneden ayrılmış, ahırdan aldığı atlardan biri ile tepeden inmişti. Köyü gördüğünde kalbine dolan sıcaklıkla yürümeye başlamış, etrafında koşan çocuklara el sallamaya başlamıştı bile.

"Günaydın Elpis!"

"Günaydın Paul!"

Genç kız, neşeyle sarı saçlı köylü çocuğa selam verip ilerlemeye devam etti. Bu sırada sepetine koymuş olduğu eşarbı çıkarıp hızla başına bağladı. Birkaç saniye sonra boynuna düşse de gün boyu saçlarının örtülü olduğunu düşündü. Saç tellerinin görünüp görünmemesi genç kız için pek mühim mesele değildi fakat aralarına karışıp, onlarla sohbet edebilmesi için kılığında bir takım değişiklikler yapması şarttı.

Mesela üzerinde ihtişamlı, kaliteli kumaşlarla dikilmiş bir elbise yoktu. Kulaklarını acıtan elmas küpeler, kollarını kaşındıran eldivenler veya belini korkunç derecede sıkan korseye şimdilik elveda diyebilmişti. Saç topuzu ve saatler boyu süren uğraşlar sonucu elde edilen bukleleri olmadan da hayatına devam edebiliyordu Clarabel. İçgüdüsel olarak eli havalandı ve bizzat kendi yaptığı örgüde dolaştı. Ah, inatçı saçları elbette bir arada kalma taraftarı değildi; en ufak esintide bağımsızlıklarını oraya buraya saçılarak ilan ediyorlardı.

Genç kız, kafasını eğip geçiyor olduğu çamur çukura baktı. Ardından sevgili Lucinda'nın dikmiş olduğu krem rengindeki duru elbisesine baktı. Yazın başlarını bu elbise ile çilek yiyerek geçirmişti ve Tanrı biliyordu, Clarabel için güzel günlerdi. Elini nazik bir hareketle kaldırıp eteğinin ucundan tuttu ve o şekilde ilerledi. Peşine takılan çocuklar ile köyün içine girmiş, dikkat çekmediğini sanarak ineklerin yanına yürüyordu.

"Elpis! Bugün de anlatacak mısın?"

Clarabel, sırtlarında yük taşıyan iki köylünün yanından geçtiğinde "Elbette," diye cevapladı çocuğu ve başını okşadı.

Gülümseyerek evlerinin önünde oynayan birkaç çocuğu daha aldı ve hep birlikte hayvanların yanından geçip taşlı yoldan dereye çıktılar. Buradaki küçük su akıntısı için öyle düşünmek kızın hoşuna gidiyordu. Başından beri sabırsızlıkla beklediği hareketi gerçekleştirmek için ayakkabılarını çıkardı ve eteğini altına sıkıştırıp oturdu. Sonra yüzünde kocaman tebessümüyle, başını geriye atıp gözlerini kapadı ve ayaklarını buz gibi suyun içine daldırdı. Yanı başındaki çocuklar ise hayranlıkla ona bakıyor, aynısını yapmaya çabalıyordu. Clarabel onların ne denli üşüyeceğini bildiğinden ikinci deneme hakkı vermedi ve eliyle hepsini susturup hikayesini anlatmaya koyuldu.

"Bugün Zeus'un en şerefli oğlundan bahsedeceğim. Kendisi benim de en sevdiğim Tanrılardan," diye söze girdi genç kız ve su birikintisine bakarak devam etti. "Apollon, ışık tanrısı; doğaya neşe ve keyif, insanlara sağlık ve zenginlik getirir. Gecenin melankolisini kibar ışınları ile dağıtır, çiçeklerin açmasını sağlar." Anlatacakları üzerine genişçe gülümsedi. "Tarih boyu da genç olarak tasvir edilmiştir. Altın rengi, dalgalı saçları omuzlarındaymış ve gözleri, derin mavi renkteymiş. Mor bir kaftan giyermiş ve elinde kötü adamlar üzerinde kullanmak üzere gümüş bir yay taşırmış." Küçük kızlardan birkaçı kıkırdayınca, elinde olmadan kahkaha attı ve "Ne hoş değil mi?" diye sordu.

Masum Şeytan Where stories live. Discover now