-12-

10.6K 666 46
                                    

"Nedir yaşam? Bir delilik! Nedir yaşam? Bir yanılsama! Bir gölge! Bir masal! En önemli şeyin bile önemi yok, çünkü bir rüyadır bütün yaşam..."

Clarabel iç çekip, ayağa kalktı. Calderon, doğru söylemişti. Yanılsama, gölge, masal ve pek tabi rüya... Hepsini hissetmişti, genç yaşında Clarabel. Aşka inanıp, kalbini Morgan Demmings'e vermişti ve bu, felaketle sonuçlanmıştı. Morgan, duyduğu dedikodulara inanıp kıza dokunmuştu. Genç kıza verdiği sözü bozmuş, onurunu iki paralık etmiş, üstüne ortadan kaybolmuştu. Kızın yanılsaması buydu. Amcası, onu oğlu ile evlendiremeyince, kardeşinin emanetine sahip çıkmak yerine, tereddütsüz Clarabel'i evden kovmuş, zaten en başından kızın ve babasının bu yüce soyu hak etmediğini iddia etmişti. Ki babasına leke sürmekti, tüm olanlarda kızı etkileyen. Bu onun gölgesiydi. Masal ise her şeye rağmen hayal ettiği şekilde yaşayabilmiş oluşuydu. Geçen aylarda, Lucinda Jones sayesinde gittiği küçük köyde, huzuru bulmuştu. Kimse ona karışmamıştı, ayakkabılarını çıkardığı için azarlamamıştı. Diğer yandan rüya ise hala içinde taşıdığı umut duygusuydu. Ondan vazgeçmiyordu.

Clarabel, Tanrı'ya inanıyordu. Onun uçsuz bucaksız kudretinden ötürüydü belki, pes etmiyordu. Bu nedenle, düğünden önce kendisine alınmış onlarca elbiseden, kurbağa renginde olanı giyinip, saçlarının taranmasına izin verdi. Geçen altıncı güne karşın, hala tebrik için gelip gidenler oluyordu. Elbette hiçbiri kızı görmeye gelmiyordu. Clarabel kimdi ki zaten? Dük Cameron onu yalnızca evlat edinemediği için evlenmişti. Veya Dük Townsende'in hatırı mı söz konusuydu? Pembe Düşler'in tam olarak hangi kelimeleri seçtiğini anımsayamadı. Başını salladı, önemi de yoktu.

Tarihi Cameron merdivenlerini inerken, hizmetçilerin fısıldamaları başlamıştı. Acaba bugün kızı ne ile suçlamaya kalkacaklardı? Clarabel, kahvaltı etmeyeceğini söyleyip kapıya yöneldiğinde, arkasından birinin "Ne diye güzel görünmeye çalışıyor?" dediğini işitti. Nedense şaşırdı, aksi takdirde süslendiği yoktu. Bu kurbağa rengi moda olan renklerden miydi acaba? Genç kız kendi kendine gülümsedi. Sosyete tuhaftı, moda olan bir şeye sahip olmanız, güzel olmanız demekti. Onun size yakışıp yakışmadığının önemi yoktu.

Sararmaya yüz tutmuş yapraklarla dolu ağaçların yanından geçerken, derin nefesler alıyordu genç kız. Hava mis gibi kokuyordu ya gerisi onu alakadar etmezdi. Hatta... Çocukluğunda yüzdüğü dereyi görünce, kalbi bir başka attı. Heyecan damarlarını etkisi altına almıştı bile. Hızla ayakkabılarını çıkardı. Elbisenin kabarıklığı yüzünü buruşturmaya yetse de durmadı ve göğsünde bağlanmış ipleri çözmeye başladı. Hep yaptığı gibi içliği ile girebilirdi.

"İngiltere, kuralları ne çabuk değiştiriyor! Düşesler ulu orta soyunmaya başlamış!"

Clarabel, telaşla eliyle yakasını kapamaya çabalarken yanı başından gelen sese döndü. Ah, gelen elbette Anthony değildi. Eğer kendisi Victoria olsaydı, ona seslenen Nicolas olurdu. Hem yanlış hatırlamıyorsa Victoria ve Nicolas'ın böyle bir karşılaşması vardı. Clarabel, Clarabel olduğundan onu gören kişi kısa sürede yakın arkadaşı olan Jordan Stone'dan başkası değildi.

Genç kız, saniyeler içinde düğümü eski haline getirip erkeğe doğru yürüdü ve yanağına sıcak bir öpücük kondurdu. "Hoş geldin Jordan, geleceğinden haberim yoktu."

Kızdan olabildiğince uzun olan erkek, genişçe gülümsedi. "Benim de yoktu," deyip olduğu yere oturdu. "Düğün ertesi hemen yola çıkmıştım fakat annem hasta olduğunu yazan bir mektup yolladı. Ben de limana gelen gemilerimden birine atlayıp geri döndüm ve üstümü değiştiremeden seni görmeye geldim." Kızın solmuş yüzünü rahat görebilmek için yanına oturmasını rica etti ve oturduğunda devam etti. "İngiltere çalkalanıyor, evlilik kısa sürede bitecek deniyor, doğru mu?"

Masum Şeytan Where stories live. Discover now