episode 10: yavşak & anlayışsız

1.2K 343 408
                                    

üniversitedeki en yakın arkadaşlarımdan birisi hem kendi ülkesini, hem de beni uzun bir sürenin ardından ziyaret edeceği için mutlu ve heyecanlıydım fazlasıyla, ancak bu ziyaretin bir kısmını öğrencimin davetine uyup bir bar köşesinde harcamak ne kadar mantıklı bir seçenekti emin değildim.

bu yüzden taehyung evime gelene kadar bu konu hakkında karar vermedim. içmeyi, daha doğrusu partilemeyi seven bir adam olduğunu biliyordum. ben o alışkanlıklarımı üniversite yıllarımda bırakmış olsam da taehyung hâlâ eskisi gibiydi. genç kandı.

bana gelmeden tam üç gün önce haber verdiği için hızlıca geçmişti o üç gün de zaten. insan büyüdükten, yetişkin hayatı yaşamaya başladıktan sonra kendisine eskiyi hatırlatacak birisiyle görüşecek olunca heyecanlanıyordu. bana ingiltere'nin havasını getirecek olması bile başlı başına heyecan vericiydi aslında. hayatımın en güzel zamanlarını sevdiğim insanlarla geçirdiğim ülkeydi orası. on yıldan bahsediyordum, hem de en genç olduğum, en deli olduğum o on yıldan. hayat hakkında hâlâ heyecanlarımın olduğu, kore'deki gibi monoton olmayan on yıldan.

kore'deki tek hayatım okuldu aslına bakarsanız. kendime yeni hobiler bulmaya, yapacak bir şeyler aramaya çalışsam da o monotonluktan çıkamıyordum bir türlü. ne çok geniş bir çevrem vardı, ne başka bir şeyim.

söyleyeceğim şeyi belki sesli dile getirsem kore milliyetçilerinin -changbin ve jeongin- zoruna gidecek ama ben kendimi kore'ye ait hissedemiyorum. burada büyüdüğüm on sekiz yılda da, geri dönüp çalışmaya başladığım iki yılda da, olmuyor bir türlü. insanları bana göre değil, yaşam tarzı bana göre değil, espri anlayışları, çalışma düzenleri, etikleri... burada boğuluyor gibi hissediyorum kendimi. geri geldiğim güne küfürler yağdırırken buluyorum bazen de.

ama derinlemesine düşündüğüm zaman, bunların hepsinin benim yaşlanmamla alakalı olabileceğini fark ediyorum. uzun yıllar boyu üniversiteye öğrenci olarak gitmiş, o rahat hayatı yaşamaya alışmış birisiyim çünkü, şu an sorumlulukların olması, her ne kadar üstesinden gelsem de beni boğuyor. bölümle ve ya öğretmen olmakla alakalı değil. sorumluluk almakla alakalı.

bundan bahsetmekten de pek hoşlanmam aslında. sadece kendi kendime farkına vardığımda sinirlenirim kendime, çünkü otuz yaşına gelmiş bir adamın sorumluluk almamaktan bahsetmesi utanılası bir şeydir. yani sanırım.

taehyung geldiği gibi onu karşılamaya gitmiştim hava alanına. londra çok yağmurlu, hep kapalı havası var derler ya hep, hayır. bu zaten ingiltere üzerine kurulmuş bir algı ama o kadar söze rağmen taehyung günü ve güneşi getirdi resmen bana. iki yıldır görüşememenin verdiği özlemle sıkı sıkı sarıldık birbirimize. garipti, çünkü ingiltere'de birbirimize dokunmaktan nefret ederdik. hayır aslında, garip değildi, çünkü özlem böyle bir duyguydu.

koca adam olmuş olsam da, taehyung ile bir araya geldiğimiz andan itibaren 18 yaşına, tanıştığımız o yıla geri dönmüş gibiydim. muhtemelen taehyung'dan kaynaklanıyordu bu ama, bana da bulaştırmıştı o şen şakraklığını.

bir aptal olduğu için korece konuşan anne babaya sahipken sadece ingilizceyi ana dil olarak edinebildiğinden ve kore'ye hayatında üç-beş kez geldiğinden ne korece bilgisi vardı, ne başka bir şeyi. o yüzden arabaya bindiğimizde onu biraz gezdirdim etrafta. yol yorgunu olmasını da umursamadım çünkü o da umursamıyordu. muhtemelen kanında dolaşan birkaç şişe enerji içeceği vardı, jet-lag olmamak için bir şeyler yapmıştır o. detaylara takılmadım.

eski günleri yad ettiğimiz saatlerin ardından onu güzel bir yerde yemeğe götürmek yerine kendi evime getirdim. çünkü bayılır benim yemeklerime, ki verdiği tepkileri görünce iyi ki evde yedirmişim dedim. ev yemeklerim övülünce kendimi iyi hissediyorum.

standing next to you, minsungWhere stories live. Discover now