yirmi üç

179 23 225
                                    

"Pes ediyorum." Sam başını dramatik bir şekilde düşürüp, yüzünün sağ tarafını sayfası açık olan kitabına yasladı. "Artık ders çalışmaktan midem bulanıyor."

Gürültünün içinde güçlükle duyulacak kadar ufak bir kahkaha attım. Ama Sam'in işittiğini biliyordum çünkü yanağının bir tarafını o şekilde kitaba yasladığı için yamulmuş kahverengi kemik gözlüğünün ardından yüzümü seyrediyordu. Koyu mavi rengindeki gözleri gün boyunca telefonunun ya da tabletinin ekranına, kitaplarına, sonra tekrar herhangi bir ekrana veya herhangi bir kitabın sayfasına bakıp durmaktan azıcık kızarmıştı. Göz kapaklarının ona uyku için çaresizce yalvardığını, kapanmak istediğini görebiliyordum.

"Daha çalışmamız gereken yirmi sayfa var."

"Öldür beni," dedi boğuk bir sesle homurdanarak. Ona bakışlarımı görünce de, "Şaka yapmıyorum," diye ekledi. "Vize haftasının ilk gününde olmamızın bir önemi yok. Ben şimdiden vazgeçişimi ilan ediyorum. Bu strese, baskıya ve konuları yetiştirebilmek uğruna uykusuz geçen geceler ve kafein komalı günlerle dolu tempoya vücudum daha fazla dayanacak gibi değil."

Elimin tersiyle koluna hafifçe geçirdim. Gülüyorum diye durumunu dramatize etmeyi biraz abartmaya başlamıştı ve Sam zaten bölüme, derslere karşı yeterince soğuk bir tavırla yaklaşıyordu. Birçok zaman biz okula gittiğimiz için derslere katılıyordu -bunu bizzat kendi ağzıyla söylemişti- ve verilen ödevlerle çalışmaları da bizimle vakit geçirmeye bahanesi olduğu için -ve bunu da- yanımızda yapıyordu. Eğer bırakmasına, ufacık da olsa boşvermesine Wren ya da ben müsaade etseydik her şeyi boşlayacaktı.

"Yapma şunu," dedim ciddi bir şekilde. "Ders çalışmak zorundasın. Başka şansın yok."

"Neden her zaman 'Ders çalışmak zorundasın,' ama hiçbir zaman, 'Sabaha kadar Assassin's Creed oynamak zorundasın,' değil?"

"Artık on üç yaşında değilsin de ondan."

"Ben on üç yaşındayken annem hiçbir zaman sabaha kadar Assassin's Creed oynamaya mecbur bırakmıyordu beni. Ama her zaman cebirden üç tane daha fazla konu testi çözmek gibi bir zorunluluğum vardı."

Bir için zihnimde bir köşede dipsiz bir kuyu açıldı. Sam'in annesi öyle fazla otoriter, dediğim dedik bir kadın değildi. Onunla yüz yüze gelme şansım olmamıştı fakat Sam'in anlattığı kadarıyla ya da ailesiyle FaceTime'dan konuştukları zaman yan yana isek selam verdiğimde gördüğüm kadarıyla tatlı, naif ve kendi halinde bir kadındı. Genel olarak annesi, babası ve kız kardeşi öyle insanlardı ve Sam'in ebeveynleri şu filmlerde gördüğümüz sevimli Amerikan banliyö ailelerine benziyordu. Bankacı bir baba, şehirdeki kişisel gelişim kurslarından birinde pastacılık dersi veren bir anne, gri bir Toyota, iki katlı, küçük bir bahçesi olan bir ev ve bir golden retriever. Buna sahip olmak için neleri feda edecbileceğimi düşünmek bazen sırtıma soğuk bir ürperti dalgası yayıyordu. Çok sıcak, sevimli ve tatlı bir hayaldi benim için böyle bir eve ve aileye sahip olmak. Bu Sam'in gerçekliğiydi ama benim için filmlerde gördüğüm gerçeğe dayalı bir kurgudan ya da arkadaşımdan gördüğüm bir hakikatten öteydi. Benim büyüdüğüm, hatta metaforik anlamda değil, bütün gerçekliğiyle içinde yüzdüğüm o görkemli realiteyle uzaktan yakından alakası olmamasına karşın belki de hayatım boyunca sahip olmak istediğim tek şey birçok kişinin, özellikle de benim doğduğum çevrenin sıradan ve sakil olarak adlandıracağı bu hayatın içine doğmaktı. Ablanla çıktığın bir kahvaltıda suratına dayanan kameraların, her adımını takip edip ailenden birine rapor eden korumaların, dışarıdaki dünyaya karşı sırtlandığın rolün dışına çıkmamak için hep beş adım sonrasını düşünmek zorunda kaldığın o yapay sorumlulukların olmadığı, küçük ve gerçek bir dünya.

Evermore || stylesWo Geschichten leben. Entdecke jetzt