I / Knightsbridge

722 42 105
                                    

"Yeterli, Simoné."

Dakikalardır çatalımın ucuna batırmayıp tabağımda sağa sola iteklediğim et parçasından gözlerimi kaldırdım. Annem elinin tersiyle Simoné'a dudaklarından dökülenleri pekiştirecek türden bir hareket yaparken gözlerini içi kırmızı şarapla dolu bardağından ayırmıyordu. Vücudunu ikinci bir ten gibi saran soğukkanlılığı artık gözlerine, kirpiklerini kırpıştırmasına, dudaklarına sürdüğü kırmızı rujun tonu yüzüne şaşaalı bir sıcaklık katarken dümdüz bir çizgi biçimde duruşundaki vakurluğuna kadar işlemişti.

Simoné yalnızca başını sallamakla yetindi. Dikkatle, annemin o buzdan farksız bakışlarını kendi üstüne çekme yanlışından kendini savunurcasına geri çekildi. Yemek salonundaki ezici sessizliğe öldürücü darbeler indiren tek şey tabaklara vuran çatal ve bıçakların ince çınlamalarıydı. Hiç kimsenin ağzından tek bir kelime bile çıkmıyordu. Konuşan tek kişi bu zamana kadar annem olmuştu. Ki bu da masada oturan herkesin bu zamana kadar fazlasıyla bağışıklık kazanıp, garipsemeyi bıraktığı bir durumdu. Çalışanlarına emirler yağdırmak dışında konuşmayı sevmezdi.

Çocukları olarak onun bu soğuk, gizemli, kimi zaman saldırgan ve her zaman mesafeli doğasını yadırgamıyorduk. Hepimiz onun bu yüzüne bakarak büyümüştük.

"Bana ihtiyacınız olursa-"

"Hı-hım." Annem şarabından bir yudum alırken Simoné onun buz kütlesi bakışları altında neredeyse ezilecek gibi oldu. Dudağının kenarının seyrildiğini görünce içime tuhaf bir duygu yayıldı. "Bana seni evimin neresinde bulacağımı söylemene gerek yok. Çok uzakta olmayacağından eminim. Gidebilirsin."

Simoné kimseye belli etmeden -ben görmüştüm- dudağını ısırıp bir adım daha geri çekildi. Küçük olsa da hızlı adımlarla elindeki şarap şişesi ve onun altını kavradığı beyaz örtüyle yemek salonunu terk etti. Evimizde çalışmaya başlayalı daha bir buçuk hafta olmuştu ve onun Annalise Whitmore'a bağışıklık kazanması için biraz zamana ihtiyacı vardı.

Bana kalırsa zamandan çok, kendisini arkasına bile bakmadan kaçarak bu lanet evden kurtarması gerekiyordu.

Thiago yüzünü tabağına eğmiş, çiğnerken şapır şupur sesler çıkartarak etinden yiyordu. Bir bayır domuzundan hiçbir farkı yoktu. O öyle pişmesini istediği için etli yemeklerde onun tabağına konacak parçalar daha az pişirilir ve neredeyse kanlı servis edilirdi. Karşımda oturup yabaniliğiyle kendisine umarsızca bir ziyafet çekerken midem karnımın altında hoplayıp zıplar, dudaklarının kenarından akan et suyunu görünce yüzümün rengi yeşile dönerdi. Onun yemekle arasındaki bu hayvanî bağı seyretmeye dayanamazdım. Moira her seferinde istifra edeceğimi düşündüğü için tetikte beklerdi ama bu yemek masası için büyük bir rezillik olurdu. Annem yemeğini bitirene ve masadan kalkana kadar sandalyelerimize yapışmak zorundaydık. Kusacak raddeye gelsek bile.

Thiago'nun böyle yemek yemesine hiçbir şey demezdi. Dönüp göz ucuyla bakmazdı bile. Ancak eğer Moira ya da ben yemeğimizi böyle yeseydik annem hayatı burnumuzdan getirir, sofrada kimin olduğunu önemsemeden bizi yerin dibine sokmak için sivrilttiği sözcükleriyle teşvik ederdi. 

"Galeride işler nasıl, Thiago?"

Thiago neredeyse boğulurcasına bir ses çıkarttı gırtlağından. Gözlerimi yüzüne dikip içimden keşke diye geçirsem de, lanet olasıca lokmasını yuttu. Ağzı hep iç yağı içindeydi. Moira yalnızca suratıma bakarak ne düşündüğümü çok iyi okuyabilirdi ama bunu sesli sesli söylemedi. Bir elinde çatalı, ötekinde bıçağını tutarken kristallerle kaplı avizeden yayılan parlak ışıklar, sağ elinin parmağındaki büyük, yakut taşlı baget yüzüğü varlığını gözünüze neredeyse saplıyordu.

Evermore || stylesWhere stories live. Discover now