üç

271 26 50
                                    

Kafenin kapısını açıp dışarı çıktım. Gökyüzü yıldızsız, hava ben dükkândan içeriye girmeden önceki halinden de soğuktu. İçimin ürpermesiyle ellerim eksikliğimi daha da yüzüme çarpacak türden bir anne içgüdüsüne dayanarak bluzun açıkta bıraktığı ılık kollarıma gitti. İçeride oturup Wren'in arkadaşı Harry'i beklemeye mecbur olduğum süreç boyunca bedenim sıcaklığın tatlılığına oldukça hızlı alışmıştı.

Arkamı dönüp, peşimden gelip gelmediğini görmek için baktığımda kapının ağır ağır kendiliğinden kapanmakta olduğunu fark ettim. Gözlerim camdan içerisini santim santim tarayıp nerede olduğunu bulmaya çalıştığında onu kasada yakaladı. Ne yaptığını anlamak için bütün dikkatimi ona verdim.

Kasaya geçen Thomas ile bir şeyler konuşuyordu. Kaşlarımı yavaşça çattım. Avuçlarımı çıplak kollarıma sürterek elde etmeye çalıştığım ısı, Londra'nın giderek ıssızlaşan akşam soğuğu karşısında daha fazla dayanamayıp kaybolurken ikisinin konuşması Harry'nin kotunun arka cebinden cüzdanını çıkartmasıyla sonlandı. Elimi bile sürmediğim kurabiye ile çayın parasını ödemekte olduğunu anladığımda mahcubiyet her tarafımda bir karınca ordusu gibi dolaştı. Thomas çok uzun bir süre parayı almamak için nazikçe gülümseyerek dirense de en sonunda karşının ısrarına yenik düşüp parayı aldı ve kasaya koydu.

Harry hâlâ Thomas'la bir şeyler konuşmayı sürdürürken arkasına dönmeye hazırlandığını görünce direkt bakışlarımı kaçırdım. Sorun değildi. Wren'e ulaştığımda ondan biraz borç alıp bunu çözebilirdim. En azından telefonuma ve cüzdanıma ulaşana kadar mahcubiyetimden kurtulmamın daha hızlı olduğu gibi etkili bir yolu aklıma gelmiyordu.

Elbette kendi arkadaşlarım arasında hesabı kimin ödediğinin ayrımını yapmazdık hiçbir zaman. Bunlar oldukça küçük ve de gereksiz hesaplardı. Ama bu çocuğu tanımıyordum, o da beni. Yediklerimin parasını ödemek zorunda değildi. Kalkıp onca yolu teperek beni almaya gelmek zorunda hiç değildi. Bu yüzden lafımı bir kez olsun yutmak zorundaydım. Büyük ihtimalle Wren'in kötü günlerinde kendine bir dayanak olarak gördüğü iyi arkadaşlarından birisiydi -şu ana kadar varlığından bile haberdar olmamam hâlâ olasılıksız gelse de- ve o da Wren'i zor durumda bırakmak istememişti.

Kafenin kapısının itilerek açıldığını ve, "İyi geceler," dileyerek çıktığını duyduğumda bile ona bakmadım. Bulunduğumuz cadde gece yarısının yaklaşmasıyla iyiden iyiye tenhalaşırken etrafımdaki her şey bana kaçıp giderek canımı kurtarmak için içten içe ölüp bittiğim evimden ne kadar uzakta olduğumu hatırlatıyordu. Annemin o iğneleyici sesi kulaklarımdaydı. Bana her baktığında sanki midesi ağzına geliyormuş gibi görünen acımasız yüz ifadesi, her zaman manikürlü ve boyalı tırnaklarının konuşurken oturduğu yerde, elinde tutmakta olduğu fincanda ya da önündeki masada tutturduğu gerici ritim, keskin sözleriyle bilenen dişlerinin beyazlığı ve yırtıcılığı gözlerimin önündeydi. Bana fiziksel olarak aramızda dökülen okyanuslar varmış gibi uzak bir kadınken aslında bedenimi dolduran her hücreye ölmeden hayaletiyle işlemiş olması dehşet vericiydi.

"İyi misin?"

Sesini duyunca başımı kaldırdım. Aramızda hatrı sayılır bulduğum uygun bir mesafe bırakmıştı ama yüzümü görebilmek için başını biraz eğmesiyle neredeyse bu yarıya indi.

Dümdüz bir ses tonuyla, "Evet," diyerek onu yanıtladım sadece. Bu nasıl olsa sıklıkla yaptığım bir şeydi.

İnanmış gibi görünmüyordu. Yani, en azından kaşlarındaki hafif çatık görünümden edindiğim çıkarım buydu. Ses tonumla yüzümdeki ifade örtüşmüyor olmalıydı.  Fakat üstelemedi. Ki bu da oldukça uygun bulduğum bir hamleydi.

Evermore || stylesWhere stories live. Discover now