on iki

198 23 70
                                    

O olayın üzerinden günler geçmişti. Beynimin içinde uğursuz, elektrikli süpürgenin vakumlu ağzı gibi beni sürekli içine çekmeye çalışan karmaşık düşünceler yığınında çırpındığım günler.

Ve o günden beri Harry'i görmekten kaçınıyordum.

Annemin söylediği bütün o acımasızlıkla yoğurulmuş, bir ebeveyn sıcaklığından tamamıyla uzak o itiraflar kafatası duvarlarımın her bir köşesine paslı bir çiviyle çakılmıştı artık. Yirmi bir yıldır ve artı olarak o gün duyduğum her şey ağır ağır çalışıp bir derin bir uğultu halinde geriden vızıldayan bir motorun sesine benziyordu. Nereye gidersem gideyim, ne yaparsam yapayım, kiminle konuşursam konuşayım sadece aklımda onlar vardı. Etrafıma ve kendime olan bakışımı öyle olumsuz etkilemişti ki artık söylenenleri ve yapılanları hakikaten hak edip etmediğimi irdelediğim her saniyede aklımı yitirmek üzereydim.

O gün Harry beni sakinleşmem için arabaya götürmüştü. Tozlu, üzerinde kumaşın altındaki sarı, eskimiş süngerin yüzeyini açığa çıkaran yırtıklarla dolu koltukta dakikalarca titrememe engel olamadım. Arabaya binip hemen motoru çalıştırdı ve gaza öyle bir bastı ki arabanın beyni önden çıkıp caddeye isyankâr bir şekilde iniş yapacak sanmıştım. Arabasına karşı hoyrat ve umursamaz davrandığını gördüğüm ilk andı. Fakat sanki o da benim gibi bir an önce oradan uzaklaşmak istiyordu.

Konuşamamıştım. Harry de bir şey söylememişti zaten. Yalnızca gözyaşlarım kontrolsüz bir biçimde yanaklarımdan sessizce boynuma süzülürken birkaç defa bana bakmış, dudaklarını birbirine bastırmıştı. Morgan-Davies'nin olduğu sokaktan epey uzakta bir marketin önünde durdu. Bana hemen döneceğini söyleyip arabadan indi ve hızlı adımlarla markete girdi. Neredeyse bir dakika bile sürmeden bir avucunda su şişesi, ötekinde de hemen ceketinin cebine arabaya yürürken alelacele sıkıştırdığı bozuk paralar ve fişle içeriden çıktı. Arabaya geri döndüğünde -yanımızdan geçen bazı arabalar Harry çok yamuk park ettiği ve geçmekte zorlandıkları için agresif şekilde birkaç defa kornaya basmışlardı- şişenin kapağını açıp içmem için bana nazikçe uzatmıştı. Kendimi en azından boğazımın ortasındaki o sert, çözüldüğü anda daha çok ağlayacağımdan emin olduğum yumrunun sızısını bastırmak için birkaç yudum almaya zorladım.

Su içmemi beklerken de sessizliğini korumuştu. Kafasında cevaplamamı istediği onlarca sorunun yeşil gözlerinin ardında sabırsızca cirit atarkenki yansımasını görebiliyordum. Ama konuşacak halim yoktu. Çok, çok fena sarsılmıştım ve toparlanmak için zamana ihtiyacım vardı. O da sakinleşmemin umduğundan daha uzun süreceğini anladığı zaman, "Seni eve götüreyim," demişti. Zaten o anda bundan daha fazla yapabileceği bir şey yoktu. Başımı sallayarak onu onaylamıştım.

O günden sonra da hiç konuşmamıştık.

Daha doğrusu ben onunla konuşmamıştım. Onun bana ulaşmak için birkaç başarısız girişimi olmuştu. Telefon etmiş, bir sürü mesaj atmıştı. Hiçbirine yanıt vermemiştim.

O gün eve gittiğimde Tanrı'ya binlerce kez şükürler olsun ki Wren ve Camilla yoklardı. Nerede olduklarını bilmiyordum. Camilla fazlasıyla yorgun ve uykusuz olduğu için dışarı çıkacaklarını düşünmemiştim fakat önemli değildi. O an beni sanki suratımın tam ortasından bir eşek arısı sokup şişmiş, pancar kadar kırmızı ve yüzünden düşen bin parça halde görmelerini istememiştim. Hem açıklama yapmanın çok zor olacağını hem de bu utancımı başka kimseyle paylaşacak kadar henüz kendimle barışık olmadığımı bildiğim için.

Harry'i bu durumda özel kılan bir şey yoktu. Tek suçu o gün orada benim yanımda olacak kadar şanssız olmasıydı. Buna da suç denebilirse, elbette.

Sonraki günlerde araya hafta sonunun da girmesiyle üstüne yapıştığım koltuktan kalkmamak için çok güzel bir bahanem olmuştu. Camilla ve Wren'e hasta olduğumu söylemiştim. Ki aslına bakarsanız pek de yalan sayılmazdı. Vücudumdaki kemiklerin tamamı sanki elli kişilik bir ordu tarafından hırpalanmışım, biri dokunsa oracıkta un ufak olacakmışım gibi sızlıyordu. Saatlerce ağladığım için başım -spesifik olmak gerekirse alın bölgemin tamamı- bana nefes bile aldırmayacak kadar ağrıyordu. Göz kapaklarımı aralayacak halim yoktu. Birkaç gün salonun perdeleri sonuna kadar kapalı yattım.

Evermore || stylesTahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon