on altı

215 28 135
                                    


Göz kapaklarımı araladığımda birisi Wren ve Camilla'nın dairesinin ziline hırsla basıyordu. O tiz ve rahatsız edici zil sesi beynimin içinden ense köküme kadar yankılanırken kirpiklerim birbirine zamkla yapıştırılmış gibiydi. Gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Akşamüstü şekerlemesi yapmak istemiştim ama bu sesle her şey berbat olmuştu.

Ağzımın içinde kekremsi bir tat vardı. Avucumun içini sol gözüme bastırıp ovuştururken artık kapıdaki her kimse sokak kapısının ziline sabırsız bir şekilde basmaya devam ediyordu. Bütün apartmanın ayağa kalktığına yemin edebilirdim. Yetişmek için aceleyle kanepeden kalktım, ama ayağa kalkıp doğrulmamla bileğimin yorganıma takılıp yere kapaklanmamı sağlaması arasında neredeyse milisaniyeler vardı. Bir an ayaktaydım ve gözümü kırptığımda öteki an yüzüstü yere yapışmıştım.

"Lanet olsun!" diye söylendim. Yorganın ayak bileğime takılan kısmını hırsla ve sinirle ittirerek tekrar ayağa kalktım. Hiçbir şeye ve hiçbir yere tekrar takılmayacağımdan emin olarak aceleci adımlarla salondan çıkıp sokak kapısına doğru yürürken üzerimi silkeledim. Evde gürül gürül çalışan kaloriferlerden dolayı şort giydiğimiz için düştüğümde halıya sürtülen çıplak dizlerimde birer parmak ucu kadarlık kırmızı sıyrıklar dışında bir yerime bir şey olmadığından emin olduktan sonra kapının deliğine bakmadan üstteki kilidi döndürüp açmakla yetindim yalnızca. Çünkü Wren'in anahtarını unuttuğundan ve kendini bana duyurabilmek için bu kadar gürültüyü yalnızca onun çıkaracağından emindim.

Neredeyse emindim.

Kapıyı açıp da karşımda Harry'i bulana kadar.

Yeşil gözlerini kapının açılmasıyla yüzüme kaldırdı. Yüzünü kaldırmadan önce telefonuna bakıyordu. Bunu yaparken kaşları o an tam olarak ne olduğunu anlayamadığım bir duyguyla çatılmıştı ve yüz hatları oldukça gergin duruyordu. Apartmanın merdiven sahanlığında loş bir karanlıkta -bizim katın ışıkları birkaç gün önce bozulmuştu ve kimse bununla ilgilenmiyordu- öylece dikiliyor, telefonunun ekranının mavi gri yansımalı ışığı yüzüne vuruyordu. Beni görür görmez kaşları eski ve normal haline döndü.

"Harry?" dedim şaşkınlığımı uyku mahmurluğuyla gizleyemeden. "Sen miydin?" diye sordum bir de üzerine. Karşımda apaçık duruyor olduğunu bilmeme rağmen sorabileceğim en mantıklı soruyu sormuştum belki de. Yalnızca onu görmeyi beklemiyordum. Geleceğini haber vermemiş, Wren ya da Camilla da bir şey söylememişti.

"Tanrım," diye soludu. Omuzları rahatlamış gibi düşerken yüz hatları da belirgin bir şekilde yumuşadı bir anda. Bir şey söyleyecek gibi oldu. Sonra her nedense gözlerini kapatıp göğüs geçirdi ve bunu yapmaktan vazgeçmiş gibi dudaklarını birbirine bastırdı. "Müsait değil miydin?"

"Erm... Hayır. Müsaittim. Yani..." Uykulu gözler ve uyuşmuş bir bedenle karşısında dikilirken kalbim göğüs kafesimin altında kaburga kemiklerimin dayanıklılığını zorlayacak kadar hızlı atıyordu. Tıpkı çok fazla kahve içtiğim zaman yaşadığım çarpıntıya benziyordu. Tek bir farkla, bu çok daha uzun süreli ve yoğun geçiyordu. Bu da zihnimin içinde söyleyeceğim şeye karar vermeme büyük oranda engel oluyordu.

Neye benzediğimi bile bilmiyordum. Üzerimde Moira'nın bunu dolabımın hangi köşesinden bulduğunu bilmediğim eski bir Nike tenis şortu ve geçen gün bulaşık yıkarken istemeden üstüne çamaşır suyu bulaştırdığım büyük beden bir tişört vardı. Saçlarımı uyumadan önce ensemde dağınık, saçma sapan bir topuz yapmıştım ama uyuduğum sırada toka hâlâ saç tellerimin bir kısmını bir arada tutmayı başarmışsa da bir kısmı çoktan kurtulup dağılmış, sırtıma dökülüyordu.

Evermore || stylesWhere stories live. Discover now