III / Albany Park

206 24 193
                                    

HARRY

Uzun bir aradan sonra ilk defa izin kullanıyordum. Bu gerçek yeterince tatlı ve güzel değilmiş gibi bir de bunun cuma gününe denk gelmiş olması aralıksız çalıştığım yoğun günlerin üzerine mükâfat gibi hissettiriyordu.

Güne mekâna üç gün boyunca uğramayacak olmanın verdiği sakinlikle başladım. Öyle çok da geç sayılmayacak bir saatte uyandım. Odamın kapısı açık kalmıştı ve Sarah'nın gece yatmadan önce yaktığı tütsünün yoğun, çiçeksi kokusu her tarafa olduğu gibi yayılmıştı. Evi havalandırmayı unutmuş olmalıydı, burun kökümde hissettiğim bu ağır kokunun başka bir açıklamasının olamayacağını düşündüm. Perdelerim sonuna kadar kapalıydı ancak altlarından hiç güneş ışığı sızmıyor oluşundan Londra için olağandışı karşılamadığım klasik, kurşuni ve nemli bir sabahtı.

Uyumadan önce yorgunlukla yastığımın altına sıkıştırdığım telefonumu bir gözüm açık, öteki kapalıyken yarı uykulu bir hâlde el yordamıyla buldum. Kilit ekranını ilk açtığımda parlaklığı gözlerimi acıttığı için parlaklığı kıstım ve bildirim panelinde birbirine karışmış harflerin arasında dolaştım. Önemli bir şey ya da beklediğim birinden herhangi bir telefon araması ya da yanıtlanmamış bir mesaj görmeyince onu kenara attım ve biraz daha uyumaya çalıştım. Sıradan bir zamanda evi bu kadar sessiz bulabilmek eğer Sarah ve Mitch'in ev arkadaşları iseniz sıkça rastlanılan bir durum değildi. Çevreleri inanılmaz kalabalık insanlardı, birçok arkadaşlarının da ortak olmasının bir getirisi olarak eve bir ya da birkaç kişi değil, her zaman bir oda dolusu insan geliyordu. Amaçları bu olmasa dahi günün sonunda birbirlerine önerdikleri piyasaya yeni sürülmüş bir albümden, son zamanlarda okuyup onları en çok etkisi altına alan bir kitaptan ya da şarap tadımı gibi oldukça sofistike bulduğum bir sohbet konusundan sonra iş ziyarete değil, partilemeye dönüyordu.

Bundan şikâyetçi olduğumdan değildi. The World's End'de barmen olarak işe başladığımdan beri günlerimi hayatımdaki birçok insana kıyasla ters yaşıyordum. Onların işe veya okula gittikleri saatlerde ben mecburen akşam sıkıntı çekmemek için uyumak zorundaydım; onların uyuyarak geçirdikleri saatlerde de ayaktaydım. Birçok zaman aynı evi paylaştığım insanlarla doğru dürüst konuşamıyordum bile. Beni bu konuda en iyi anlayabilecek kişi Camilla idi; çünkü onun da geç saatlerde başlayıp sabahlara kadar, hatta bazen kırk sekiz saatten fazla süren acil servis nöbetleri oluyordu.

Tekrar uykuya dalmak için kendimi zorladım. Fakat çoktan o mahmurluğu, uykunun vaat ettiği güzel, tatlı huzuru kaçırmıştım. Mecburen kalkıp duş aldım. Kendime kahvaltıda yiyecek bir şeyler hazırlarken bir yandan telefonumu kulağım ve omzum arasındaki boşluğa sıkıştırıp annem ile konuştum. Painswick'te her şeyin bıraktığım gibi ve de yolunda olduğunu duymak hayatıma daha rahat devam etmemi sağlıyordu. Güne ilk annemin sesini duyarak başlamak da öyle.

Üniversitede ekonomi okumak için Londra'ya geldiğimden beri sabah rutinimizin vazgeçilmez bir parçasıydı bu telefon konuşmaları. Anneme bir önceki günümün nasıl geçtiğini, neler yaptığımı, kimlerle nerelerde dolaştığımı, hangi marketlerde sırf zaman öldürmek için başıboş takıldığımı ya da o sıralar zihnime hangi şarkının takılıp çıkmadığını anlatmayı seviyordum. Onun sabah kahvaltısında ne yediğini, benimle konuşurken bir yandan bana fark ettirmemeye çalışarak azar azar sütlü çayını yudumladığını, arkadaşlarıyla yaptıkları sohbetleri, cadde üstünde yürürken rastladığı bir hayır kurumu mağazasından aldığı aptal porselen çay takımının detaylarını bilmek hoşuma gidiyordu. Ardından birbirimizi sevdiğimizi söylüyor ve vedalaşıp telefonları kapatıyor, aynı gökyüzünün altında ama farklı yerlerde günümüzü yaşayıp bitiriyorduk.

Evermore || stylesWhere stories live. Discover now