on üç

209 25 110
                                    

Kütüphane görevlisinin çalıştığı bankoya yaklaştım. Dışarıda kıyamet kopmuş gibi yağmur yağıyordu. Attığım her adımda botlarım ıslak olduğu için parke döşemelerin üzerinde değil de sanki sulu çamur dalgalarının içinde yürüyormuşum gibi gıcık sesler çıkarıyordu. İçerisi tozlu halı, parke temizleyicisi, ıslak ayakkabı ve eski kitap kokusunun olabilecek en esrarengiz karışımı gibi kokuyordu. Kütüphanelere özgü o muntazam düzen ve sessizlik binayı dış dünyadaki gri, yağmurla şişmiş kabarık bulutların yarattığı ıslak kıyametten ayrı bir dünyaya davet ediyordu.

Bankonun tam önüne gelene kadar orada kimsenin olmadığını sandım. Kütüphane görevlisinin mola için öğle yemeğine gittiğini düşündüm ama bir yandan da adımlamaya devam ediyordum. Bankoya tam yaklaştığım zaman ise masaüstü bilgisayarının monitörünün arkasında gizlenecek kadar ufak tefek bir adamla karşılaştım. Yakın gözlüğü olduğunu düşündüğüm gözlüğünü burnunun ucuna kadar indirmişti. Son derece konsantre olmuş bir halde bilgisayarının ekranına bakıyordu.

Dikkatini çekebilmek için usulca boğazımı temizledim. Ardından sadece bunu yaparak kaba gözükmek istemediğim için bir şey söyleme ihtiyacı duydum.

"Merhaba."

Dirseğinin birini masaya, çenesini de avucuna yaslamıştı. Sol eli de bilgisayarın faresinin üstüne kapanmış, periyodik aralıklarla durmaksızın tıklıyor, fareyi oradan oraya sürüklüyordu. Ekranı tam görmem mümkün değildi; ama gözlüklerinin yansımasına bakınca Solitaire oynadığını anladım. O koyu yeşil zemin ve farenin ucunu hareket ettirdikçe oradan oraya hızla kayıp yer değiştiren iskambil kâğıtlarını nerede görsem tanırdım.

Bankosun konumu oldukça sessiz bir alan olduğu için beni duymamasının imkânı yoktu. Fakat gözlerini ekrandan bana çevirmesini sağlayacak kadar dikkatini çekememiştim belli ki.

"Erm... Affedersiniz—"

Yüzüme bakmadan konuştu. "Saat kaç?"

Sorusuna bakakaldım. Sol bileğinde deri kordonlu vintage model bir saat gördüğüme yemin edebilirdim. Bunu özellikle sormasının altında yatan nedeni anlamayarak kafam karışmış bir şekilde elimi montumun cebine atıp telefonumu buldum. Ekranı açıp baktım.

"On ikiyi çeyrek geçiyor."

"Yani?"

Tavrındaki aksiliği anlamadığım için duraksadım. Başının üstündeki siyah, aralarında neredeyse üstünlük bakımından siyah tellere meydan okuyacak yoğun gri saç telleri elektrikle yüklenip havaya dikilmişti. Üstelik, bunu kötü bir niyetle söylemiyordum elbette ama, pek fazla saçı yoktu. Kırklarının sonlarına merdiven dayamış, ufak tefek, tüm gün bilgisayar ekranına bakmaktan gözleri kan çanağına dönmüş, rengi burada tutulan kitapların sayfaları kadar sararıp solmuş bir adamdı. Sarı, manşetlerini kıvırdığı gömleğinin üstüne baklava desenli ve kahvenin var olması mümkün olabilecek bütün tonları kullanılarak dikilmiş bir kravat takıyordu.

"Ne demek istediğinizi anladığımdan emin değilim."

Sıkıntılı bir şekilde ofladı. Baygın ve kızarmış gözleri sabrını sınadığımı ifade edercesine bakıyordu. Kravatı onu boğuyormuş gibi çekiştirirken, "Öğle tatilindeyim. Demek istediğim bu," dedi. "Daha sonra gel."

Montumun kumaşının üstünden yağmur damlaları şıpır şıpır damlıyordu. Yüzüme bir baksa beklemediğim tavrından dolayı kafamın ne kadar karıştığını ve bu yüzden afalladığımı anlayabilirdi. Ancak ekrandaki oyunu oynamaya öyle hipnotize olmuştu ki gözü dönmüştü, başka hiçbir şeye konsantre olamayormuş gibi bir hali vardı.

Evermore || stylesWhere stories live. Discover now