34.Dunya'nın Hanı

39 3 2
                                    

Atımı hızlı sürüp bir an önce Viridian ile yüzleşmek mi yoksa yavaş gidip kendime düşünebilmek için zaman mı vermek istiyordum hâlâ karar vermiş değilim. Hayat zaten yeteri kadar zor değilmiş gibi bir de birbirimiz için daha da zorlaştırmamız anlamsızdı. Yaptığım hatanın farkındaydım ve nasıl düzelteceğimi düşünüyordum. Belki de en doğrusu en baştan bağlanmamaktı. Ama artık onun için çok geçti. Birbirimize birimizin parmağına diken batsa acısını hissedecek kadar aşina olmuştuk. Anlamadığım şey bir insanın karşısındakini bu denli anlayabiliyor olmasına karşın, niçin hâlâ anlamsız sebepler ve anlaşılmazlıklar nedeniyle birbirini kırmasıydı. Sanırım  bunun cevabı da cümlenin kendi içinde barınıyordu. İnsan olmak...

İnsan olmak bir lanet miydi yoksa lütuf mü? İki kişinin anlamsız kederlerle yüklü yeryüzü üzerinde birbirini bulmasının sebebi de kıymetini bilmemesinin nedeni de aynı kapıya çıkıyordu. Karanlık olmadan ışık olmuyordu. Kendi karanlığımızı birbirimizin ışığıyla aydınlatırken gaflete düşmememiz gerekirdi. 

Yolun hırpani bir sessizlik içinde ne kadar uzun ya da kısa olduğunun bir önemi yoktu. Er geç bitmişti. 'Dunya'nın Hanı' tabelası asılı olan hem resepsiyon hem de han olan yere geldiğimizde Benton'un yol boyu üzerimde olan bakışlarını yoğun olarak hissediyordum. İç çekerek attan atladım. Ve tüm güzel yaratıklarda olduğu gibi onun da beni anladığını hissederek başını okşadım. 

"Olcay demişti." 

Bunca zaman süren sessizliğin bozulmasına şaşırarak arkama döndüm. Konuşan Benton'du. Gülümsedim. Ordudaki anılara gitmişti aklım. "Neyi?"

"Hayvanlarla çok iyi anlaştığını. Bir gün orduya dağlardan vahşi bir at inmiş. Ben o zamanlar orduya alınmamıştım, serserilik peşinde karnımı doyurmaya çalışıyordum. O gün atı bir tek senin sakinleştirebildiğini söyledi. Anlattıkları çok etkileyiciydi. Vuracaklarmış hayvanı, sen engel olmuşsun."

O günü hatırlamıştım, orduda henüz yeniydik ve diğer tüm fazlalıklarımız dışında yaşımızla da ciddiye alınmıyorduk. Vahşi bir at, muhteşem bir güzellikteydi, biz daha ne olduğunu anlamadan çadırların arasına dalmıştı. Ve kalabalığı görünce ürkmüştü. Kimse tutamamıştı atı, az daha vuracaklardı. Okun önüne atlamış engel olmuştum. Ve atı sakinleştirmem için onunla konuşmam ve sakince yaklaşıp başını okşamam yeterli olmuştu. 

"Harika bir hayvandı... Nadir rastlanan vahşi bir güzelliğe ve hıza sahipti."

Gülümsedi. "O zamanlar Olcay'ın ne demek istediğini şimdi anlıyorum. Yola çıktığımızdan beri atınla müthiş bir uyum içindesin."

Sahip olamadığım tüm sevgileri içime çeker gibi nefes aldım. "Olcay'ı çok özledim."

"Ben de." 

Gün batımının oynaşan son ışıkları altında hana girdik. Bizi rezervasyon yerinde tombul ve bakımsız bir kadın karşıladı. Ağzındaki sigarayı memnuniyetsiz bir tavırla çıkardı ve tek kaşını kaldırdı. "Buyurun?" 

Bir adım öne çıktım. "Buraya bizden önce bir misafir daha gelmiş olmalı." 

"Buraya her gün onlarca kişi geliyor." Tahammülsüz bir tavırla bunu dedi ve bizimle alakadar olmayı keserek önündeki kağıtlarla ilgilenmeye başladı. 

Parmak uçlarımda yükselerek masanın arkasındaki kadına doğrudan tepeden bakarak seslendim. "Burası nasıl bir pansiyon böyle!"

Kadın masadan destek alarak öfkeyle ayağa kalktı, benim en az iki katımdı. "Beğenmiyorsan çeker gidersin."

"Bana bırak Sonya'cığım." Orta yaşlı ve oldukça çekici bir kadın gülümseyerek Sonya'nın omzuna elini koymuştu. "Misafirlerimizle ben alakadar olurum."

SUYUN VALSIWhere stories live. Discover now