27.Prensin Öpücüğü

Start from the beginning
                                    

Sakin duruşunun ardında yatan siniri hissettiğim Viridian'ın yumruk yaptığı elini bileğinden tuttum ve bir delilik yapmasına engel olabilmeyi arzuladım. Öfkeyle bir adım öne çıktığında kaptanın arkasındaki kapı rüzgarla sertçe örtüldü. Fakat Viridian'ın önüne geçmeyi başardım, onu ve dalga dalga yayılan öfkesini arkamda tutabilmeyi umdum. Kaptana döndüğümde prensin kasılan bedenini hissedebiliyordum ve eğer karşımdaki bu patavatsız adama saldırmasına, her ne kadar hak etse de, müsaade edersem sonuçları hiç iyi olmazdı. "Gidin isterseniz, kaptan." 

Kaptan belli etmemeye çalışsa da korktuğu belliydi. "Kim olduğunuzu açığa çıkarmamam sizin yeterli olmalı." Alelacele kapıdan çıktı.

Viridian peşinden gitmek istese de ona engel oldum. "Sakin ol!"

Kolunu ellerimden sertçe çekti. "Nasıl sakin olayım Elafer?! Adamdaki pişkinliği görmedin mi?" Ellerini saçlarına öfkeyle daldırdı. Bu hareketi yaparken bu denli yakışıklı olması sinirlerimi bozuyordu. "Mürettebatındaki kayıp denizcilerden değil paradan bahsediyor. Aklım almıyor!" 

Odanın içinde çaresizce ve sonu gelmez bir öfkeyle dolaşması canımı yakıyordu. Eğer kaptanın dediğini yapmaz ve söylediklerini sineye çekmezsek sırrımızın bu adanın insanları arasında bir lanet gibi dolaşması hiç de hoş sonuçlar doğurmazdı. Odada bir tur daha atmaya başlayacak olan prensin önünde durdum. Ne yaptığımı anlamaya çalışan gözleri bana dönünce bir an olsun yumuşamışlardı. 

Geniş omuzlarına elimi koydum ve damarlı kollarında aşağı kaydırarak parmaklarına ulaştım. Başını öne eğmişti, ben de anlımı anlına yaslayıp gözlerimi kapattım. "Sakin ol, prensim." 

Teninin tenime değdiği yerde yaydığı serinlik rahatlatıcıydı, aynı zamanda sarhoş edici bir esriklik kaplıyordu bedenimi. Kendimi bu telkin edici sarhoşluğa bıraktım. Prens parmaklarını parmaklarıma geçirdi ve baş parmağıyla elimin üstünü okşamaya başladı. Anlı anlımdan kayarken sakinleşmiş derin bir nefes aldı. Burnu burnumla bitiştiğinde gözlerini kapattığını tahmin edebiliyordum. 

"Özür dilerim." Kelimeleri beklenmedikti. "Sana yalan söylediğim için, bağırdığım için ve birçok şey için." 

Başımı geri çektiğimde gözlerini açarak gözlerime kilitledi. Parmaklarımız birbirine esir olmuştu sanki, ayrılmaya niyetleri yoktu. "Asıl ben özür dilerim Viridian, hayatımı kurtardığın için sana teşekkür etmediğim için. Hem de bunu birçok defa yapmana rağmen-"

Aramızda zaten bir karıştan az olan mesafeyi ondan daha büyük bir adımla aştığında sözümü tamamlayamazdım. Tek elini parmaklarımdan yavaşça ayırıp çeneme kaydırdı ve kendisine bakmamı sağladı. Diğer eli hala avucumdaydı. Çenemdeki parmakları yüzüme düşen bir parça saça kaydı, tıpkı gözleri gibi. Parmakları saçımı itinayla kulağımın arkasına atarken yoğunlaşan yeşil hareleri onları takip ediyordu.  

Dudaklarını dudaklarıma yaklaştırınca istemsizce yutkundum ve gözlerimi kapattım. Soğuk ve sert görünüşünün ardında yatan bu yumuşak ve merhametli dokunuşu baştan çıkarıcıydı. Dudaklarının bu kadar yumuşak, öpüşünün bu kadar elzem bir ihtiyaç olduğunu bilmezdim. Onu öptüğümde damarlarımda çağlayan kan, ona sarıldığımda bulduğum huzurdan çok farklıydı. Kalbim ölüm kalım yarışındaymış gibi atıyor, dizlerimden burnuma yayılan heyecan dalgası beni ele geçiriyordu. Başımdaki bu dönme... Prens resmen başımı döndürüyordu, hem de bunu tek bir dokunuşuyla yapmayı başarıyordu.  

Veliaht prensin her bir öpücüğünde ona daha da bağlandığımı hissediyordum, tıpkı onun da bana bağlanması gibi. Aramızdaki enerji akışı sanki elle tutulur ve tüm dünyanın bilmesi gereken bir şeymiş gibi geliyordu. Ellerimi ensesine dolamış ve bu insafsız aşk için parmak uçlarımda yükselmiştim. Saçlarının dokusunu bunca zaman merak edip de onlara dokunabileceğimi hiç düşünmezdim. Şimdiyse saçlarına, sivrilen kulaklarına ve elmacık kemiklerine, tüm bu merak ettiğim şeylere gönlümce dokunabiliyordum. Onu keşfetmek daha fazlasını arzulamama neden oluyordu. Veliaht prensi arzulamama.

Geri çekildim. Bu ani uzaklaşmam çölde susuz kalmış bir bedevinin sonunda bulduğu suyun elinden alınması gibi bir etki bırakmıştı prenste. Gözlerini açtığında bunu neden yaptığımı sorguluyordu. Birbirimizi sonunda tüm berraklığıyla bulmuşken neden aramıza soruların ve karmaşanın girmesine izin vermiştim? Bunu yapmanın benim için ne kadar zor olduğundan haberi bile yoktu. Bakışlarından gözlerimi kaçırdım. Bunu yapamazdım, üzerimde halihazırda beni ezip yok edebilecek kadar yük varken daha fazlasını taşımaya razı gelemezdim.

 "Yapamam." Diye mırıldandım. Ne kadar kısık sesle konuşursam konuşayım beni duyacağını biliyordum. 

"Elafer." Ellerimi tutmaya çalıştı. Buna, bu minik ama anlamlı dokunuşuna izin vermeyerek geriledim. Yüzünde gördüğüm bu hayal kırıklığını, incinmişliği ve şaşkınlığı ömrüm boyunca unutamayacaktım. 

"Viridian..."

Belki de ilk defa duygularını bu kadar açık etmişti, ilk defa filtresiz bir gerçeklikle hayal kırıklığını yansıtmıştı. Fakat arkasından büründüğü duygusuzluk bunun sadece bir defaya mahsus olacağını ispatlar nitelikteydi. Konuştuğunda ise sesindeki bu yabancılık canımı hiç yanmadığı kadar yakmıştı. "Kusura bakma. Emin ol bir daha olmaz." 

Ve arkasını dönüp öylece gitti... Hiçbir şey olmamış gibi. Hiçbir şey yaşanmamış gibi. Arkasında, duyduğu özlemle yanıp tutuşan bir kalp bırakmamış gibi. Ve bunu ben yapmıştım. İhtirasla yanan kalbimi, kalbimizi zalimce birbirine yabancı düşürmüştüm.

*

Adaya adımımı atar atmaz hissettiğim, kainatın sarsılmasını çağrıştıran bu güç, bu güçlü varlıkların duyduğu katıksız öfke beni ele geçirdi. Bu adada birkaç tane değil onlarca ejderha vardı. Bu kuru topraklar, eskiden yemyeşil çayırlara, ağaçlara ev sahipliği yaptığı belli olan bu kurak topraklar yeryüzünü yalayıp yutan bir alevle kavrulmuştu. Ejderhaların insanları düşman addetip katlettiği gibi bizler de onları, özgürlük uğruna yaşayan varlıkları esaretle cezalandırıyor, bir nevi ölmekten beter ediyorduk. 

"Şu dünyada ölmekten fena şeyler var öyle değil mi Kurtarıcı?" 

Heyecanla ve yoğun kalp çarpıntısının hüküm sürdüğü birkaç dakika boyunca gözlerim onu, beni benden iyi tanıyan yegane kişiyi aradım. Fakat konuşan Viridian değildi, Berla'ydı. Adaya adım attığımızdan beri bakışlarımda ve yüz ifademde oluşan tüm duygu değişimlerini izlediğini fark etmemiştim. Muhtemelen görünürde olmayan ejderhaların onları görme gereği bile duymadan hissettiğim katışıksız acıları nedeniyle yüzümü buruşturmuştum. Oysa Viridian beni tek bir bakışıyla bile, hiçbir şeye gereksinim duymadan anlayabilirdi. Fakat o bir kez olsun yüzüme bakmamayı tercih etmişti. 

Her ne kadar geç de kalsam yüzümdeki umudun yerini alan hayal kırıklığını sakladım. "Öyledir mutlaka."

Diğerleri adanın iç taraflarına doğru devam ederken Berla yanıma yaklaşıp benimle yürümeyi tercih etti. Beni baştan aşağı iğneleyici bir tavırla incelemesi içimde hoş duygular yaratmıyordu doğrusu. 

"Neden buraya geldik, bir fikrin var mı?"

Merakımı çelmişti, bakışlarım devam etmesi için ona döndü. 

"Hani o senin çok sevdiğin prensin var ya, sen ejderhaları eğitebil diye seni bu iğrenç adaya, ejderhalarla dolu ölüm yuvasına getirdi." Yüzündeki kendini beğenmiş ifadeyi söküp almak istedim fakat doğruyu söylediğini içten içe biliyordum. Her ne kadar can yakıcı olsa da. "Sen bir kurtarıcı değil, bir silahsın Elafer."

*

*

*

SUYUN VALSIWhere stories live. Discover now