on sekiz

3.5K 160 9
                                    

Akşam/Alexander'ın Evi
Luther ve Güneş'in konuşmaları İngilizce'dir.

"Bu fotoğraftaki kim?" parmağının ucuyla işaret ettiği yeri görünce gülümsedim, "Sevdiğin biri olmalı." dedi. Başımı olumlu anlamda sallarken "Bu babam." dedim, "İlk fotoğrafları çeken o olduğu için albüme biraz geç dahil olmuş."

"Sana sarılışına bakılırsa bu anı bekliyormuş. Baksana, kameraya nasıl gülümsemiş." dediğinde uzanıp babamın gülüşüne dokundum. Sonra aklıma bu noktaya nasıl vardığımız geldi.

Aslında her şey çok normal gidiyordu. Bundan otuz-kırk dakika önce Luther gelmişti, biraz oturmuştuk, sonra tuvalete gitmek için üst kata çıkmıştı ama onu Alexander'ın odasından çıkarken görmüştüm. Neden olduğunu sormama kalmadan kendi aile albümlerini aradığını söylemişti. Sonra ben de yerini bilmediğimi söylemiştim. Luther 'aile fotoğraflarımızı sana göstermek isterdim' demişti ve ben de 'sizin ki ortada yoksa ben sana bizimkileri göstereyim' demiştim. 'Yemek yerken harika gider' demişti.

"Bu abindi." fotoğrafta yanda gözüken çocuğu gösterdiğinde içime derin bir nefes aldım, "Demir abiden neden hoşlanmıyorsun? Tanıdığım kadarıyla iyi biriydi." dedi.

O kadar dakikadır konuşuyorduk ki İngilizce'yi kafam direkt Türkçe olarak algılamaya başlamıştı. Günden güne bu konuda ustalaşmanın verdiği tecrübeyle İngilizce konuşmaya devam ettim.

"Demir," dudaklarımı dişlerken cümleyi kafamda tartım ve ardından "Alexander gibi." dedim.

"Nasıl?"

"Abilik konusunda." diyerek kısa kesmek istercesine sehpadan tabakla çatalı alıp Luther'a verdim. Bir sarmalara bir bana baktı.

"Çocukken abimi ziyarete Türkiye'ye gitmiştim. Demir abi bana orada bundan ısmarlamıştı." dedi, şaşırdım. Alexander bile o kadar yıl Türkiye'de kalmasına rağmen sarmayı tanımamıştı. Luther tereddütle bana baktığında sehpayı işaret ettim, "İstersen orada yiyebiliriz." dedim. Hem fotoğrafları orada incelememiz daha kolay olurdu.

Luther başını olumsuz anlamda salladı, "Aslında problem o değil." dedi, çekine çekine, "Ben bu yemeği aşcımıza çok yaptırdım, Güneş. Hiçbirinde böyle bir yorum katmamıştı."

"Anlamadım?" sorunu anlamak için sarmalarda göz gezdirdiğim esnada çatalıyla sarmamın dışarıdaki içini dürttü. "Bunlar benim bildiğim kadarıyla içeride olmalı." dediğinde kaşlarım çatıldı. "Bunu ben de biliyorum ama ısıtmak için karıştırırken birkaçı patladı." dedim, hızla, "Yoksa başta hepsi normaldi."

"Sarmayı niye ısıttın?" dediğinde bu kamera şakası mı diye etrafımı inceledim ama hiçbir yerde kamera göremedim. "Ayrıca sarmayı nasıl karıştırmaya kalktın?"

"Bir Türk marketinden aldım. Soğuktu diye sıcak servis etmek için tencereye koydum ve ısıttım. Ben bunda sıkıntı görmüyorum." dedim, burnumu kaldırarak, "Yemeyeceksen sehpaya koyabilirsin ama sakın emeğime laf etme."

Gülmemek için yanağını dişlediğinde yanlış görmüş olabileceğimi düşünüp üstüne gitmedim. O sırada "Emek?" diye mırıldandı, "Tabii emek, önemli." dedi ve çatalıyla sarmamdan alıp yedi. Gururla kendi tabağımla kaşığıma uzandım. "Kendine kaşık koymuşsun." dedi, ağzı doluyken. Başımı olumlu anlamda sallayarak "Böyle daha doyurucu oluyor." dedim.

Kaşığımı üzüm yaprağı ve sarma içiyle doldurup ağzıma götürüp iştahla yediğim esnada dikkatimi Luther'ın buruşan suratı çekti. Sertçe ağzımdakileri çiğneyip mideme gönderdim. Kaşığımı tabağa vura vura "İstersen lavaboya gidip tükürebilirsin." dedim.

bir küçük dizi meselesi | textingWhere stories live. Discover now