Güzel Ruh

By mcflyb

500K 28.7K 10.5K

Berra'ya göre güzellik hiç de öyle göreceli bir kavram falan değildi. Herkesin güzel bulduğu insanlar vardı... More

Tanıtım
Giriş
-1-
-2-
-3-
-4-
-5-
-6-
-7-
-8-
-9-
-10-
-11-
-12-
-13-
-14-
-16-
-17-
-18-
-19-
-20-
-21-
-22-
-23-
-24-
-25-
-26-
-27-
-28-
-29-
-30-
-31-
Mektup
-32/Final-

-15-

14.4K 870 469
By mcflyb

Bu güzel çalışma için sevgili Ayşenur Çolak'a çok teşekkürler 💕

Şarkı Tavsiyeleri (Tamamen öneri amaçlıdır, istediğiniz müzik eşliğinde okuyabilirsiniz bölümü. Eğer tavsiye şarkılar eşliğinde okuyacaksanız sırayı takip etmenizi öneririm :) )
There's Nothing Holdin' Me Back - Shawn Mendes 
Ah Benim Hayatım - Adamlar
Hymn For The Weekend - Coldplay
Lost On You - LP

Kaan'ın sözlerinin üzerimdeki etkisi çok ani oldu. Önce şarkının ritmine göre salladığım ayağımın kontrolünü kaybedip sandalyenin bacağına çarptım. Sonrasında ise ellerim kontrolsüzce hareketlenip hemen orada duran boş gazoz şişesinin devrilmesine neden oldu.

Şişenin yere düştüğünde çıkaracağı gürültüyü beklerken refleks olarak gözlerimi kısıp dişlerimi alt dudağıma hafifçe bastırdım. Ancak beklediğim ses gelmedi çünkü Kaan bir voleybolcunun şaşmaz refleksiyle şişeyi tam zamanında yakalamayı başarmıştı.

"İyi yakaladın." dedim ne-kadar-da-sakarım-haha gülümsememle.

"Lakabımı unutuyorsun Berra, ben Yakalayıcıyım. The Yakalayıcı." Bakışlarını tekrar bana yönelttiğinde bal rengi gözlerinde muzip –her zamankinden daha muzip- pırıltılar dolaşıyordu. Düşen bir şişeden fazlasını yakaladığının o da farkındaydı muhtemelen. Şişeyi eski yerinden birkaç santim uzağa koyarken sırıtarak ekledi: "Tekrar sakarlık yapmanı istemeyiz, değil mi?"

"Kesinlikle." dedim başka ne diyeceğimi bilemeyerek. Boğazımdaki kuruluk daha fazlasını söylememi engelliyor, sırtımdan süzülmeye başlayan ter damlaları dikkatimi dağıtıyordu. İçerideki sıcaklık birden birkaç kat artmış gibiydi.

Ellerimle yüzümü yelpazelemeye başladım ama fayda etmedi. Kaan'ın göz hapsinde olmanın da duruma yardımcı olduğu söylenemezdi. En sonunda bakışlarını benden uzaklaştırıp Eray'a yöneltti. Sonra tekrar bana baktı. Bunu birkaç kere daha tekrarladıktan sonra gözlem yapan birinin edasıyla "Aranızda bir şeyler geçtiği bariz." dedi.

Ses tonunda öyle nesnel bir tını vardı ki Eray ile benden değil, NŞA'da 1 mol gazın 22,4 L hacim kapladığından bahsediyordu sanki.

"Ne demek istediğini hiç anlamıyorum." dedim gayet sakin ve kontrollü bir şekilde. "Sana daha önce de söyledim," Kumsalda konuştuğumuz günü kast ediyordum. "Aramızda bir şey geçmedi. Ara-mız diye bir şey bile yok hatta."

"Yapma Berra," dedi diğerleri duymasın diye bana daha da sokularak. Aramızdaki mesafeyi santimlerle falan açıklayamazdım artık (bundan bir tık ilerisi derime nüfuz etmesi olurdu diyeyim, siz anlayın), kaçacak yerim kalmamıştı. Eliyle az önce yere düşmekten kurtardığı şişeyi işaret etti. "Onu ne zaman görsen elin ayağın birbirine dolanıyor."

"Elim ayağım birbirine dolanmıyor, sakarım sadece." diye atıldım hemen ama cevabı şak diye yapıştırdı.

"Sahi mi? O etraftayken gerildiğin için sakarlaştığını düşünüyordum ben de."

"Yanılmışsın." dedim rahat bir tavırla ancak alnımdan süzülen ter damlaları kesinlikle aksini söylüyordu. "Her zamanki sakarlığım işte."

"Tamam ama onun yanındayken bin beş yüz voltluk akım taşıyan elektrik telleri gibi gerildiğin konusunda yanılmıyorum, değil mi?"

İşte buna diyecek sözüm yoktu. Eray'ın varlığı etrafıma uyarı yayıyordu sanki. Üzerimden bir an olsun ayırmadığı soğuk çamur rengi gözleri ve x-ray bakışları ruhumu delip geçecekmiş gibi geliyor; her an bana isabet etmesinden korktuğum sivri köşeli sözleri ve kibri savunmaya geçmeme neden oluyordu. Buna iletişim beceriksizliğim ile SEADP de eklenince onun yanında ister istemez tuhaflaşıyordum. Kaan gibi iyi bir gözlemcinin böyle bir şeyi gözden kaçırması mümkün değildi elbette.

"Senden de bir şey kaçmıyor, adının hakkını veriyorsun Yakalayıcı." Kendimi zorlayarak alaycı bir biçimde gülümsedim. "Tamam, onun yanındayken gerildiğim doğru. Yani lütfen, tabii ki geriliyorum. Arkadaşının buz kütlesinden hallice dostane tavırları ve Kuzey Avrupa'yı aratmayan sıcak iklimi karşısında başka türlüsü imkansız olur zaten."

Güldü. "Şimdiye kadar bu konuda hiç kafa yormamıştım ama Kuzey Avrupa konusunda haklı olabilirsin. Belki de İskandinav genlerinden gelen bir şeydir bu."

"Bence suçu İskandinav genlerine atmayalım. Annesi de İskandinav ama tanıdığım kadarıyla soğuk biri değil."

"Kesinlikle, aksine oldukça sıcak ve tatlıdır." diye onayladı beni. Sonra da düşünceli bir ifadeyle ekledi: "Engin Amca biraz soğuk ve mesafelidir ama bak. Belki ona çekmiştir bizimki."

Anlayacağınız üzere, Engin Amca Eray'ın babasıydı. Onunla hiç tanışmamış olsam da aynı sokakta oturduğumuz için sık sık görüyordum. Ara sıra çay bahçesinde eniştemlerle otururken de görmüşlüğüm olmuştu. Ağırbaşlı, sessiz bir adamdı. Fakat öyle vur ensesine al lokmasını türünde bir sessizlik değildi bu. Otoriter, etkileyici ve istemsizce saygı duyduğunuz türden bir şeydi. Soğukluğunu bilemeyeceğim ama Eray'ın, bu yönünü babasından aldığı kesindi.

"Belki de..." dedim düşüncelere dalmış bir şekilde. "Bir de ağabeyi var, değil mi? O nasıl biri? Eray gibi mi?"

"Eray gibi mi?" diye tekrarlardı Kaan gülerek. "Şu kadarını söyleyeyim sana, ikisi arasındaki benzerlik oranı mutlak sıfır."

"Sahi mi?" dedim şaşkınca. "Ben de epey benzediklerini düşünüyordum."

Ağabeyini bugüne kadar yalnızca birkaç kez görmüştüm. Dış görünüm itibariyle Eray'a çok benziyordu. Ondan biraz daha sarışın ve iri yapılıydı sadece, o kadar. Teyzemin söylediği kadarıyla üniversiteyi şehir dışında okuduğu ve hızlı bir hayatı olduğu için buralara pek uğramıyordu. Malum, bizim yazlık gençlik filmlerinin geçtiği o çılgın yerlerden biri değildi. Ara sıra yapılan bu tür partileri ve voleybol turnuvasını saymazsak oldukça sakin hatta düpedüz sıkıcı bir yerdi. Bu özellikleriyle de gençlerden çok yaşlıları, emeklileri ve Yavuz Amca'yı (hem yaşlı hem emekli) cezbediyordu. Yıllardır burayı mesken edinen Sokak Köpeği Tarikatını da unutmamak gerek tabii.

"Bahadır Emre ve Eray mı? Dış görünüş olarak, evet. Ama onun dışında birbirinden bu kadar alakasız iki kardeş daha göremezsin, güven bana."

"Ne açıdan?"

"Her açıdan."

Soğuk İskandinav Genleri Teorisi de böylece çöktü o zaman.

Bakışlarım, o sırada Hazal'la konuşmakta olan Eray'a kaydı istemsizce. Ailesinin yanında nasıldı acaba? Yine böyle soğuk ve sessiz miydi? Nadiren şahit olduğum gülümsemesini sergilemek konusunda daha mı cömertti yoksa? Onlarlayken konuşkan mıydı, kendini odasına kapatıp çatık kaşlarıyla kitap mı okuyordu bütün gün?

Bakışlarımı ondan kaçırıp Kaan'a yönelttim ve kendimi tutamayarak, "Hep böyle miydi?" diye sordum.

"Nasıl?"

Kalp yerine donmuş bir çay kaşığı taşıyormuş gibi. Böyle diyemezdim tabii, o yüzden biraz daha yumuşak hatlı sıfatlar bulmak için kendimi zorladım.

"Soğuk, ketum?"

"Dışarıdan göründüğü kadar soğuk değil ama ketumlukta dünya markasıdır cidden." Eray'a şöyle bir bakış attıktan sonra sırıtarak ekledi. "Yakında ağzını açmaya kira isteyecek diye korkuyorum."

Bunun üzerine gülmekten ve yorumda bulunmaktan kendimi alamadım. "Konuşmayı gerçekten sevmiyor, değil mi? Kusurlarından biri de bu."

"Tümden sevmiyor değil, gereksiz yere konuşmayı sevmiyor sadece." diye düzeltti beni.

Bugüne kadarki konuşmalarımızı şöyle bir gözden geçirdiğimde ona hak verdim. Eray bazen acımasız bazen sinir bozucuydu. Çoğunlukla anlaşılmaz ve gizemli... Her zaman dürüst ve gerçekçi. Nadiren de yaraya dokunur gibi sabırlı ve şefkatli... Fakat asla boş değil. Kelimelerini daima dikkatle seçiyordu.

"Buna kusur diyemeyiz öyleyse." dedim kendi kendime. Kaan cevap verene kadar öyle yaptığımı sanıyordum en azından.

"Dalga mı geçiyorsun? Boş konuşmaya bayılan hatta bunu bir yaşam tarzı haline getirmiş biri olarak ben bile itiraf ediyorum; güzel bir şey bu. Çünkü bir şeyler anlatmak istediğinde seni gerçekten dinleyecek birini istersin. Benim gibi birini değil mesela. Ben eğlenmek ve kafa dağıtmak istediğinde geleceğin adamım. Yani biliyorum, harika biriyim. Ama kabul edelim, dertleşmek istersen zerre faydam dokunmaz. Dinlemek pek benim olayım değil."

"Mütevazılık da değil sanırım." dedim gülerek.

"Kesinlikle!" diye kabul etti dev bir sırıtışla. "Ama o –bu noktada çaktırmadan Eray'ı işaret etti- konuşmaya ihtiyacın olduğunda gideceğin adamdır. Seni dinleyecek adam. Müthiş bir konuşmacı olarak ün yaptığını söyleyemem ama cidden iyi bir dinleyicidir."

Bakışlarım bir kez daha iradem dışında harekete geçti ve karşımdaki sandalyede oturan Eray'a ilişti. Fark edilmemek için başımı öne eğip kirpiklerimin altından baktım ona. Hazal'la konuşmayı bırakmıştı. Giderek çatılan kaşları ve yüzüne pek yakışmayan meraklı bir ifadeyle –onu fazla canlı gösteriyordu- bizi izliyordu şimdi. Bakışlarımı hemen uzaklaştırdım. Ondan bahsettiğimizi düşünmesini, şey, bu şartlar altında bilmesini diyelim, istemiyordum.

"Bak," dediğinde bakışlarımı ve dikkatimi tekrar Kaan'a yönelttim. Yüzünde onu tanıdığımdan beri gördüğüm en ciddi ifade vardı. "Aranızda ne geçtiğini ya da neden anlaşamadığınızı bilmiyorum ama onunla ilgili ilk izleniminin iyi olmadığı belli."

Tahmin bile edemezsin.

"Ne derler bilirsin," dedim alaycı bir biçimde. "İlk izlenim için ikinci bir şansımız olmaz."

"İlk izlenim yanıltıcı olabilir de derler -ki genelde öyledir zaten." diye zahmetsizce savuşturdu sözlerimi. Ona yakışmayacak kadar büyük bir ciddiyetle ekledi: "Düşündüğün gibi soğuk, itici biri değil o. Gerçekten. Biraz senin gibi aslında."

Hayda, Balım bir bu iki. Bu bir ekip çalışması mı, ne oluyor?

"Benim gibi mi?" dedim şaşkınlıkla. "Neden bunu söyleyip duruyorsunuz?"

İfadesi meraklı bir hal alırken sırıtışı hafiften yamuldu. "Kim kim söylüyoruz bunu?"

"Sen. Ve sen." dedim başka ne diyeceğimi bilemeyerek. Ardından ısrarla ekledim: "Biz birbirimize hiç benzemiyoruz. Alakamız bile yok hatta. Bir kere o uzun, ben kısayım."

Çok başarılı bir savunma oldu bu, diye dalgasını geçti İyimser Berra. Şey de diyebilirdin: O XY kromozumlu, ben ise XX.

"Tek yumurta ikizisiniz demiyorum zaten Berra. Bir anlamda benziyorsunuz. İkinizde de göründüğünüzden fazlası var mesela. İkiniz de iyi birer dostsunuz. Güvenilir ve sadıksınız. Sevdim mi tam seviyorsunuz ve sevdiğiniz insanlar için yapmayacağınız şey yok. Bunu kast etmiştim."

Bütün bu övgülerin nedenini anlayamamış olsam da kabul etmeliyim ki güzel PR (Halkla İlişkiler) çalışması Kaan, kutluyorum seni.

"Eray bütün bu iyi özellikleri çok derinlerde saklıyor herhalde." dedim dalga geçer gibi.

Sır veriyormuş gibi başını biraz daha öne eğdi ve kulağımı ona yaklaştırdığımda sesini iyice alçalttı. Öyle ki bir tık daha alçaltırsa sadece köpeklerin duyabileceği bir frekansa geçiş yapabilirdi.

"O kadar derinde değil. Yalnızca biraz daha yakından bakman gerekiyor."

İyimser Berra bilmiş bilmiş başını sallayarak bu sözlere destek verirken gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum.

Eray'ı şöyle ağız tadıyla kafamın içindeki kötü adam kalıbına sokmama bile izin verilmiyor, hayret bir şey! Bütün dünya onunla ilgili fikirlerimi tekrar gözden geçirmem için beni zorluyor adeta. Tamam, belki 'bütün dünya' değil ama azımsanacak bir topluluk da değil.

Kaan, Balım, Çınar, İyimser Berra, hiçbiri olmazsa da kendisi bir yerlerden çıkıyor ve bir şekilde onu yanlış yargıladığımı gösteriyordu.

Yakında İskandinavya'dan Gelen Soğuk Hava Dalgası Kılıklı, Çay Kaşığı Kalpli Eray Sevenler Derneği falan kurarlarsa hiç şaşırmayacağım. Eray'ın başının monte edildiği çay kaşığı resimli rozetler bile yaptırabilirler. Her şeyi beklerim ben bu ekipten.

Düşüncelerimin etkisiyle, bakışlarımı Kaan'a yöneltirken alaycı bir ifade takındım. "Sen Eray'dan ne zaman bahsetsen gözümün önüne savunmasız kedi yavrularının gelmesi normal mi?"

Bu sözler üzerine Kaan kendini tutamayıp güldü. "Oldukça gururlu bir kedi yavrusu olurdu, değil mi?"

Oldukça gururlu bir kedi yavrusu.

Kuzey soğuklarını çağrıştıran tavırlarının yanı sıra Eray'la ilgili beni en çok rahatsız eden konu buydu işte. Adına ne derseniz deyin; gurur ya da kibir. Sessizliğinde, herkesi muhatap almayışında, kendine bir avuç seçilmiş kişi haricinde kimseyi yaklaştırmamasında ve tanımadığı biriyle alay etmesinde kibirden izler vardı.

Sahte bir gülümseme eşliğinde başımı salladım. "Gururlu mu, kibirli mi?"

"İkisi aynı şey değil mi?" dedi şapşal bir şaşkınlıkla.

"Pek sayılmaz."

"Aralarındaki fark ne?"

"Gurur kendi kendimizi değerlendirmemizle ilgilidir; kibirse başkalarına kendimizi ne şekilde satmak istediğimizle.*" diye alıntıladım Aşk ve Gurur'dan. Gurur ve kibir arasındaki farkı daha iyi anlatacak bir cümle bulamazdım. "İkisi de birer kusur. Gurur belki hoş görülebilir. Ama kibir göz ardı edilemeyecek kadar büyük, önemli bir kusur."

"Eray'daki kibir değil öyleyse, olsa olsa gurur." derken imalı bir bakış attı. "Hoş görülemeyecek bir kusur değil yani."

Gururunu hoş görebilirdim. Belki. Bana kuleyi bekleyen ejderha demeseydi. Arkadaşlarıyla arkamdan gülmeseydi. Benim gururuma dokunmamış olsaydı.*

"Kusur kusurdur." dedim inatçı bir şekilde kollarımı göğsümde kavuşturarak.

Bana şöyle bir baktıktan sonra birden yüksek sesle sordu. "Gurur ve kibir arasında fark var mı sizce?"

Böylece muhabbetimiz kamuya açılmış oldu ve herkes -Eray dışında herkes- fikir belirtmeye başladı. Hazal aralarında bir fark olmadığını söylerken Gökhan ağzının içinde bir şeyler geveledi. Kaçamak bir bakış attığımda Eray'ın çatmaktan iyice birbirine yaklaşan kaşlarla beni izlediğini görüp yutkundum. Kaan'ın böyle bir soruyu rastgele sormadığını, konuştuğumuz bir şeyle bağlantılı olduğunu anlayacak kadar zeki olduğuna hiç şüphem yoktu ama konunun kendisi olduğunu anlamamış olabilirdi. Yüksek bir ihtimal değildi ama en azından bir ihtimal vardı işte.

"Sen ne dersin Eray?"

Ve Kaan o ihtimali de ezip geçmişti. Ah Kaan, ah. Güzel PR (Halkla İlişkiler) ama kötü HR (İnsan Kaynakları).

Vereceği cevabı öyle merak ediyordum ki tüm cesaretimi toplayıp Eray'a göz ucuyla baktım. Ne tesadüftür ki o da bana bakıyordu. Kafası karışmış, meraklı ve şüpheci bir şekilde. Öyle ki bakışlar sms atabilseydi onunkiler muhtemelen şöyle bir şey derdi:

Benim hakkımda mı konuşuyordunuz Berra?

Ve bir sürü kaş çatan emoji. Gerçi o emoji kullanmazdı ama neyse.

Soruya cevap vermek için acele etmedi. Arkasına yaslanıp biraz düşündükten sonra yarım bir gülümsemeyle ve gözümün içine baka baka, "Gurur daha çok bizim kendi kendimizi değerlendirmemizle ilgilidir; kibirse başkalarına kendimizi ne şekilde satmak istediğimizle." dedi.

Kelimesi kelimesine, dedi İyimser Berra.

Başımı öne eğip bu işkenceye son verdim. Kendimi Eray'ın delici, sorgulayıcı bakışlarından henüz kurtarmıştım ki daha beterine, Kaan'ın radarına yakalandım. Pis pis sırıtıyordu. "Haklısın, hiç benzemiyorsunuz gerçekten."

"Gurur da kibir de boş işler bence." diye atıldı Gökhan yüce bir filozof edasıyla -kafası iyice kıyak olmuştu sanırım. "Aslında her şey boş. Baktığımda gerçek yok. Dünya yalan, insan falan."**

"Rap söylediğine göre baya uçmuş olmalı." dedi Kaan, anlamamış gibi bakmam üzerine de ekledi: "Normalde rap müzikten nefret eder."

Hazal, Gökhan'ın elindeki şişeyi alıp masaya koydu ve sevimli bir bakış attı. "Bu akşam yeterince içmedin mi?"

Gökhan ona bakıp gözlerini kırpıştırdı. "İyi ama bu sadece bira. Bira sarhoş etmez ki."

"Dört kutu içince eder." dedi Kaan kulağıma doğru. Güya bana söylemişti ama sesini alçaltma zahmetine katlanmadığı için herkes duydu.

Hazal ona dik dik bakınca gergin bir hava oluştu. Fakat Eray tam zamanında araya girip haftaya oynanacak maçla ilgili bir şey sordu ve havayı biraz yumuşattı. Gurur ve kibir konusu da böylece kaynadı. Neyse ki.

Eray, Kaan ve Hazal haftaya yapılacak maçla ilgili hararetli bir tartışmaya giriştiğinde fırsatı değerlendirerek gözlerimi dans edenlere çevirdim. Kalabalığı tarayıp son derece samimi bir şekilde dans eden Balım ve Çınar'ı buldum.

Balım başını Çınar'ın omzuna yaslamış; çocuğun kolları ise onu özenli bir şekilde sarmıştı. İkisinden başka kimsenin giremediği bir baloncuğun içindeydiler sanki. Hareketleri müzikle son derece uyumlu ve şıktı.

Onları izlemeye devam ederken bir ara kuzenimin bakışları benimkilerle karşılaştı. Yüzü kocaman bir gülümsemeyle aydınlandı. Ben de ona gülümseyerek hafifçe el salladım. Göz kırparak karşılık verdikten sonra dikkatini yeniden dans partnerine yöneltti.

Masadaki sohbete katılmak için önüme dönmüştüm ki Hazal onunla tuvalete gelebilir miyim diye sordu. Kabul ettim ve kalabalığın arasından kendimize zar zor yol açarak kadınlar tuvaletinin kapısına ulaştık. Ancak içerisi o kadar kalabalıktı ki insanlar kapının önünde sıra olmuştu. Hazal'la birbirimize bakıp yüzümüzü ekşitsek de mecburen ilerleyip sıranın sonuna geçtik.

"Ee," dedim ona dönerek. Görünüşe bakılırsa bir süre burada olacaktık, sohbet edersek vakit daha hızlı geçerdi. "Nasıl gidiyor Gökhan'la?"

"Çok iyi." dedi neşeyle; fakat sesinin, akşamın başındaki kadar hevesli çıkmadığı dikkatimden kaçmamıştı.

"İçkiyi biraz fazla kaçırdı, değil mi?" dedim temkinli bir ifadeyle.

Bir an için yüzü asılsa da çabucak toparlayıp "Gökhan böyledir ya." dedi aldırmaz bir tavırla. "Eğlenmeyi sever."

Eğlenmek için neden alkole ihtiyaç duyduğunu anlayamasam da, Hazal'ın bu sohbete devam etmek istediğinden emin olamayarak konuyu değiştirdim. "Miray neden gelmedi bu akşam?"

"İstanbul'da hala, okulla ilgili işlerini halledememiş."

"Yazın ortasında okulla ilgili nasıl bir işi var ki?" diye sordum merakla.

Omuz silkti. "Bir dersten dolayı yaz okuluna kalmış galiba."

Bir süre sessizlik oldu. Ardından Hazal tekrar eski konuya döndü. "Biliyor musun Berra," dedi dalgınca. "Sanırım bu akşam Gökhan'la aramızda bir şeyler değişti. Beni nihayet arkadaşı gibi değil de kız gibi gördüğünü hissediyorum. Kız gibi derken çıkmak isteyeceği türde biri demek istiyorum. Davranışları her zamankinden çok farklı bu akşam. Bakışları bile farklı. Elbise gerçekten işe yaradı, inanabiliyor musun?"

Bir elbisenin her şeyi değiştirdiği o abartılmış romantik komedi filmlerinden birinde yaşamadığımız müddetçe bunun teknik olarak mümkün olmadığını düşünüyordum.

Belki de Çirkin Betty Sendromu yaşıyordur diye fikir yürüttü iyimser Berra.

Ben bir şey söyleyemeden devam etti. "Ah Berra, bana ne zaman baksa heyecandan ölecekmişim gibi geliyor. Umarım belli etmiyorumdur."

Neon ışıklı bir tabela taşısa daha az belli olurdu.

"Pek sayılmaz," dedim yine de. Kaan ve ben biliyor olsak da diğerlerinin durumu ne kadar fark ettiğinden emin değildim.

"İyi." dedi memnuniyetle.

Eliyle saçlarını toplayıp her zamanki salaş topuzunu yaparken kararsızlıkla baktım ona. Muhtemelen benden umut verici, güzel şeyler söylememi bekliyordu. Çok yakışıyorsunuz gibi... Hatta belki de onu Gökhan'la şiplememi, ikisine GökHaz falan dememi istiyordu içten içe. Ben de ona böyle şeyler söyleyip moralini yükseltmek istiyordum ama Kaan'ın ikisi hakkındaki sözlerini ve Gökhan'ın ilgisizliğini düşündükçe dilim bağlanıyordu. Çünkü Hazal ağzımdan çıkacak her kelimeye umut bağlayacaktı. Umutları kırılırsa suçlayacağı kişi olmak istemiyordum, bu çok berbat bir durum olurdu.

"Bu gerçekten harika." dedim gülümsemeye çalışarak. "Ama senin yerinde olsam... Ki bir zamanlar yerindeydim, biliyorsun. Hikayem pek iyi bitmemişti."

"Ama bu senin değil, benim hikayem. Bunu sen de söylemiştin." dedi Hazal sertçe.

Birden değişen tepkisi karşısında gerilememek için kendimi zor tuttum. Son zamanlarda paylaştıklarımız bizi birbirimize yaklaştırmış, yumuşak ve dost canlısı tarafını görmemi sağlamıştı. Yine de sinirlendiğinde korkutucu oluyordu.

"Evet, biliyorum. Sadece biraz daha temkinli olursan daha iyi olacağını düşünüyorum o kadar. Benim yaşadıklarım epey kötüydü. Senin de böyle bir şey yaşamanı hiç istemem."

"Bak Berra," diye sözümü kesti. İfadesi biraz daha gevşemişti, o yüzden bana kızacağını düşünmüyordum ve bu beni biraz rahatlatmıştı. "Ben eskiden diş telli, gözlüklü ve şişman kızlardandım."

Tam tahmin ettiğim gibi, Çirkin Betty Sendromu dedi iyimser Berra teşhisi kesinleşmiş bir doktor edasıyla.

"Ciddi misin?" dedim şaşkınca. Şu an sahip olduğu (düzgün) fiziği, (mükemmel) dişlerini ve (gözlüksüz) gözlerini görünce onu o şekilde hayal etmekte oldukça zorlanıyordum.

"Evet," dedi hafiften acı bir gülümsemeyle. Geçmişi henüz aşamadığı açıktı. "Çok ciddiyim. Eski kotlarımdan birini hala saklıyorum, hatıra olarak. Bize gelince gösteririm. Her neyse, o görüntümden ve vücudumdan nefret ediyordum ve o günlerde hoşlandığım..." Bu noktada duraksadı. "Bir arkadaşım vardı. Bu yoldan daha önce de geçtim yani, uzun hikaye. Onun yanındayken hep hislerimi bastırmaya çalışırdım. Temkin benim göbek adım, bütün hayatımı böyle geçirdim. Bu defa risk almak istiyorum. İstediğim şeye çok yaklaştığımı hissedebiliyorum. Bu yüzden de pes etmek istemiyorum, anlıyor musun?"

Bunları söylerken öyle kararlı ve içten bir hali vardı ki dayanamayıp gülümsedim. Belki Gökhan da bu kadar istenmenin cazibesine kapılırdı (dürüst olalım, çoğu erkek yapıyor bunu). Belki de zamanla aralarındaki arkadaşlık farklı bir boyut ve anlam kazanırdı. Sonuçta Hazal'ın da belirttiği üzere bu onun hikayesiydi. Sonu benimkiyle aynı olacak diye bir kaide yoktu. Keza Kaan her zaman haklı çıkacak diye de...

"Umarım her şey tam da senin istediğin gibi olur." dedim omzuna dokunarak. Gerçekten istiyordum bunu. Hazal Gökhan'dan çok fazla hoşlanıyordu. Tahmin ettiğimden bile fazla. Bu yüzden Kaan'ın ikisi hakkında yanıldığını umuyordum tüm kalbimle.

Omzundaki elimi tutup dostça sıktı. "Teşekkür ederim Berra. Sana aptal bir romantik gibi görünüyorumdur belki. Ama inan, normalde böyle biri değilim ben. Dediğim gibi, daha önce sadece bir kez yaşadım bu durumu. O zamandan beri böyle hissetmemiştim. Ondan beri..."

Birden susunca "Kimden beri?" diye sordum.

Kararsızlıkla dudağını ısırdı. "Bundan bahsetmemem gerekiyor aslında."

"Neyden?" dedim kaşlarımı çatarak.

Saniyelik bir tereddüdün ardından "Beni yanlış anlamanı istemiyorum." dedi. "Çocukça ve aptalca bir şey olduğunun farkındayım, hepimiz farkındayız. Üzerinden yüzyıllar geçti ve artık tamamen bitti. Yüzde yüz. Bu konuyu pek açmamaya çalışıyoruz aslında. Gereksiz hassasiyetlerden hoşlanmıyorum çünkü."

"Diş macunu reklamlarındaki gibi konuşuyorsun." dedim gülümsemeye çalışarak ama aklıma hiç de hoş olmayan bir ihtimal gelmiş, mideme garip bir duygu çöreklenivermişti.

"Ne?" dedi şaşkınca.

"Gereksiz hassasiyet falan hani." diye açıklamaya çalıştım beceriksizce ama hala deli olduğumu düşünüyormuş gibi baktığından pes ettim. "Unut gitsin."

"Tamam," dedi her neyse diyen bir ifadeyle. "Bak olay şu ki..."

"Siz sırada mısınız acaba?" diye bağırdı arkadan bir kız.

Bir an ikimiz de dönüp boş boş baktık ona.

"Evet," dedi Hazal cevaben.

"İyi, içeri girin o zaman." diye patladı kız. "Kaç saattir bekliyoruz burada."

Arkadan anında destek geldi.

"Evet ya, giriyorsanız girin artık."

"Hadi!"

"Biraz sakin olsak." diye mırıldandım.

Hazal bana boş ver dercesine baktı ve "Neyse sonra konuşuruz." dedi. Hızlıca içeri girdi ve beni kapının önünde; öfkeli kalabalık, kafamın içindeki sorular ve midemdeki saçma hisle baş başa bıraktı.

Kızların kötü bakışlarından kurtulmak için sıradan çıkıp kenara geçtim. Çatıyı destekleyen kolonlardan birine dayandım, derin bir nefes aldım ve etrafımdaki gürültüyü umursamadan düşüncelerimin sesini duymaya çalıştım.

Birkaç uzun saniye boyunca beynim vızır vızır çalıştı. Zihnimin içindeki çekmeceleri karıştırıp Daha Sonra Kurcalanacaklar Listesi'ni buldum.

O gün plajda antrenman öncesinde konuşurken Kaan'ın söylediklerini hatırladım. Çınar biraz ayran gönüllüdür ama kesinlikle zararsızdır. Bunu söylerken grubun oturduğu masaya doğru kaçamak bakışlar atmıştı.

Kafamın içindeki ampul zayıfça titreşti.

Hazal'ın Gökhan'a olan ilgisini ilk kez fark ettiğim zamanı, Miray'ın garip tavırlarını ve ikisi arasında nasıl kararsız kaldığımı hatırladım. Sonra Kaan'ın bu akşam Hazal'la ilgili söyledikleri süzüldü zihnimde. Kendini bu konuda hiç rahat hissetmiyordu. Gerçi anlıyorum onu, tekrar aynı topa girmek çok zor olmalı. Geçen sefer olanlardan sonra... Ben sorgulayınca konunun üstünü kapatmaya çalışmıştı.

Parçaları birleştirdiğimde ampul nihayet yandı. Şimdi her şeyi daha net görüyordum. Çınar'ın daha önce birlikte olduğu kız Hazal'dı. Öyle olmalıydı. Bütün parçalar yerine oturuyordu, başka mantıklı bir açıklama bulamıyordum.

Kafamın içindeki dedektif kimsenin çözemediği, müthiş gizemli bir davayı aydınlatmış olanın verdiği gururla sandalyesinde geriye kaykılıp ayaklarını masanın üzerine uzattı ve sekreterine şöyle dedi:

"Bana Spowitz'i bağlayın, davayı çözdüm."

Ardından da bezgin bir ifadeyle eski ahşap masanın çekmecesini açtı ve oradan bir pipo çıkardı. Onu yaktıktan sonra pürüzlü sesiyle, "Bu işler için çok yaşlıyım." dedi. Omuzları çöktü.

Aynı şekilde benim de omuzlarım çöktü. Allak bullak olmuştum. Bunu tahmin etmediğimi söyleyemezdim, yine de bir parça beklenmedikti. Kafa karıştırıcıydı.

Hazal çıktığında kendimi biraz daha toparlamıştım. Hislerimi belli etmemek için muazzam bir çaba harcayarak –yüzümdeki fondöten yalnızca al yanaklarımı kapatıyordu ama tümüyle görünmez falan olmamıştım yani- durumu idare ettim. Neyse ki o da konuyu tekrar açmak için bir girişimde bulunmadı. Şu anda bu konuyu tartışabilecek gücüm yoktu.

Masaya döndüğümüzde de durumu idare etme çabalarım sürdü. Kaan'ın sözlerine gülümsedim. Hazal'ın göz kırpışlarına gülümsedim. Eray'ın merakla bakışlarından kaçtım. Gökhan'ın zırvalıklarını duymazdan geldim. En çok da düşündüm, kafamın içinde arkası bitmeyen bir soru kuşağı dönüyordu.

Hazal ve Çınar ilişkisi ne kadar sürmüştü? Büyük ve ciddi bir şey miydi? İkisi için de tamamen bitti mi gerçekten?

Dahası da vardı:

Balım bunu öğrenirse ne olacak? Bunu öğrenmeli mi? Ona söylemesi gereken ben miyim?

Hayır, hayır, hayır.

Bunu söylemek bana düşmezdi. Ortalığı karıştırmak istemiyordum. Balım'ı boş yere üzmeyi hiç istemiyordum. Böyle bir şey yapamazdım.

Ben de şeyi merak ediyorum, insanlar onlara ÇınHaz mı diyordu acaba? dedi İyimser Berra.

Onu duymazdan gelmekte zorlanmadım çünkü Kaan'ın sesi düşüncelerimin üzerine sis gibi çöktü.

"Bu manzarayı kaldıramayacağım artık."

Başımı çevirip baktığımda gözlerinin Hazal ve Gökhan'ın üzerinde olduğunu gördüm. Onlardan bahsediyordu herhalde. Yüzünü buruşturmuştu, başını duvarlara –gerçi burada duvar yoktu ama olsun- vurmak istiyormuş gibi bir hali vardı.

Onu dinleyip dinlemediğimi görmek için bana baktığında, neden-bahsettiğini-bilmiyorum ifademle karşılık verdim.

"Hazal yarım saattir şu geri zekalı onu dansa kaldırsın diye yapmadığını bırakmadı ve hala tık yok." diye açıkladı cevaben.

Onlara şöyle bir bakış attım. "Emin misin? Bence ikisi gayet güzel sohbet ediyorlar."

"Sence Gökhan bir kızın üstün sohbet becerisinden etkilenecek bir tipe mi benziyor?" dedi Kaan gözlerini devirerek. Sonra da abartılı bir şekilde iç çekti. "İzninle Berra, şunlara yardım edeceğim. Bensiz hiçbir şey hallolmuyor zaten."

Onun bu ben olmak çok zor tavrına gülmeden edemedim. Gözümün önüne Kaan'ın koca bir dünyayı ellerinde tutarken birden dönüp, "Aa Hazal mı o? Verin şunun Gökhan'ını." dediği bir görüntü geldi ve bu her şeyi on kat daha komik hali getirdi.

"Berra dans etmek ister misin?" diye sordu Kaan bir anda ayağa kalkarak. Kalkmadan hemen önce bana göz kırpmayı da ihmal etmemişti.

Kaan'ın sorusuyla birlikte Eray'ın bakışlarını tekrar üzerimde hissettiğim için gerildim ve sessizce yutkundum. Göz ucuyla ona doğru kısacık bir bakış attım. Gözleri gerçekten benim üzerimdeydi ama nasıl baktığını görememiştim. Çünkü ona uzun uzun bakmaya cesaret edemiyordum. Sigortam yalnızca kısa bakışmaların yaşattığı hasarı karşılıyordu.

Eray'ın yüzündeki ifadeyi görememe rağmen, ilginç bir biçimde, vereceğim cevabı merak ettiğini hissedebiliyordum. Belki o da benim gibi, onun bana Çınar'ın zoruyla dans etmeyi teklif ettiği ve benim onu reddettiğim o anı düşünüyordu.

"Yok, teşekkürler." dedim hemen. "Benim iki sol ayağım var. O yüzden bütün fiziksel aktivitelerden uzak duruyorum."

Kaan kahkahayı bastı. Sıradaki kurbanlarına yönelmeden hemen önce de, "Peki, seni sol ayaklarınla ve bu suratsızla baş başa bırakıyorum o zaman." dedi. Suratsız derken malum şahsı işaret etmesiyle dik bakışların hedefi oldu ve ben gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kaldım.

Eray'ın kurşun gibi bakışlarını hiç umursamadan ellerini uzattı Kaan. Bir eliyle Hazal'ın elini tutarken diğeriyle Gökhan'ın kolunu kavradı. İkisini de dans etmek için piste –gerçi buraya pist demek ne derece doğruydu bilmiyordum; daha çok epey kirli ahşap döşemenin, üzerinde terli insanların dans ettiği bir bölümüydü- sürüklerken itiraz etmelerine fırsat vermedi.

Masadan uzaklaşırken Gökhan biraz homurdansa ve Hazal sahte bir kızgınlıkla Kaan'ın omzuna vursa da sonunda üçü Balım ve Çınar'a katılmak üzere dans pistindeki kalabalığın arasında yerlerini aldılar.

Tabii bu, aynı zamanda Eray'la masada yine baş başa kalmamıza sebep olmuştu. Ama bu defa kafamın içinde yerli ayini olmadı. Yani elbette gergindim ama davul sesleri duymuyordum ve ellerim buz kesmemişti. Bu da bir şeydi.

Derin bir nefes alıp Eray'a baktım. Niyetim onun ne yaptığını görmek ve birkaç bahane mırıldanıp tuvalete gitmek üzere masadan sıvışmaktı. Böylece ÇınHaz (Aman işte Hazal-Çınar) olayı üzerine iyice düşünebilir, ne yapacağıma karar verebilirdim. Saat on bire çeyrek vardı. Bu da konuyu düşünebileceğim bir saat on beş dakikam olduğu anlamına geliyordu.

Bakışlarımı Eray'a çevirmeden hemen önce en nazik ifademi takınmıştım ama bakışlarımız karşılaştığında hiç aklımda olmayan bir şey yapıp ona hafifçe gülümsedim. Sanırım nezaketi biraz abartmıştım.

Evet, az önce nezaketi bile abartabilen küçük ve sinir bozucu bir topluluğun üyesi oldum. Tebrikleri buradan çıkışta toplu olarak kabul edeceğim.

Gülümsememi ortadan kaldırdım ve bakışlarımı Eray'dan hızla uzaklaştırdım. Onun yanındayken büründüğüm karmaşık ruh hali su yüzüne çıkmıştı ve normalin epey dışında kalan davranışlarımı da birbiri ardına sergilemeye başlamıştım. Yine. Fakat benim içimdeki çatışmadan bihaber olan Eray dengesizliklerimi hiç tuhaf bulmamış hatta fark etmemiş gibi ani, akıcı bir hareketle sandalyesinden kalktı ve yanıma geldi.

Yanımdaki sandalyeye oturmasını izlerken yerliler ayini başlatmak için kafamın içinde bir yerlerde ateş yaktılar. Kulaklarımdan duman çıkarken ne yaptığını anlamak istercesine ona baktım.

Sorgulayan bakışlarımı umursamaksızın sandalyeye rahat bir şekilde yerleşti. Arkasına yaslanıp, "Sol ayaklar konusunda ciddi miydin?" dedi hafiften eğlenen bir ifadeyle.

Dam dam dam! Dam dam dam!

Hah, davul sesi de başladı işte. Ama olması gereken yerde değil. Daha aşağıda bir yerlerde... Tam olarak lokasyon belirtmek gerekirse; boğazdan aşağı düz devam edin, kaburgalara gelince göğüs kafesinin içinde sola dönün, varış noktasına ulaştınız.

"Oldukça ciddiydim."

"Peki," derken muzip pırıltılarla ve soru işaretleriyle dolu bakışlarını benimkilere dikti. "Riski göze aldığımı söylesem, dans etmekle ilgili fikrini değiştirir miydin?"

Bunları söylerken epey rahat bir tavır takınmıştı ama elini kulağının arkasındaki noktaya götürdüğünde o kadar da rahat olmadığını anladım. Boştaki eli de ne yapacağını bilmiyormuş gibi kıpırdanıp duruyordu zaten.

Kaşlarım biraz daha havaya kalktı. Çok değil canım, sadece atmosferden çıkacak kadar. Bu sırada içimdeki yerliler ateşin etrafında çılgınca dans etmeye ve bağırmaya başladılar. Yani öyle olmalıydı, çünkü kafamın içinde baş gösteren karmaşanın ve kaburgalarımın altında giderek hızlanan ritmin başka bir anlamı olamazdı. Değil mi?

"Ne demek istiyorsun?"

Bakışlarımın deminden beri hareket ettirip durduğu ellerine kaydığını görünce onları birbirine kavuşturup hareketsiz kalmalarını sağladı. Sonra tekrar uzun uzun bana baktı. Sesini duyurmak için başını öne eğip kulağıma yaklaştığında burnuma çam ve sabun kokusu doldu.

Nefesimi tuttum ve gözlerimi yumdum. Kokusuyla görüntüsünün etkilerini yok saymak için var gücümle çabalıyordum. Ama kaçarım yoktu, bu defa da dudaklarının arasından çıkan kelimeler beni gafil avlamayı başardı.

"Dans edelim."

O geri çekilirken gözlerimi açtım ve tuttuğum nefesi yavaşça bıraktım. Dudaklarıma şaşkın bir gülümseme yerleşti istemsizce. "Ne kadar naziksin öyle."

"Beni bir kez daha reddetmen için sana herhangi bir fırsat sunmamaya kararlıyım." dedi dudaklarının ucunda beliren ufacık, çekingen bir gülümseme eşliğinde. Bakışları kaçamak bir şekilde benimkilere değdi. "Geçen sefer nazik bir biçimde sorduğumda köpek balıklarıyla dolu bir havuzda yüzmeyi yeğleyeceğini söylemiştin."

Bunu hatırlamak utanmama neden oldu. O akşam ona o kadar kızmıştım ki söyleyeceklerimi hiç düşünmemiş, gelişigüzel kelimelerimi o mükemmel suratına savurmuştum. Dans teklifini Çınar'ın zoruyla yapmış olması, ben sorgulayınca da sebebini 'ikimiz de sıkıldığımız için' olarak açıklaması gururumu kırmıştı. Şimdi ondan duyunca kulağa çocukça ve kaba geliyorlardı. Fakat o zaman aklımdaki tek düşünce kırılan gururumdu. Bir de ondan kalanları korumak tabii...

Hakketmediğini söyleyebilir miyiz? Evet diyenler? Hayır diyenler? Oyçokluğuyla kabul edilmiştir!

"Reddedilmeyi bu kadar sorun edeceğini düşünmezdim." derken gülümsemem alaycı bir tona büründü.

"Etmezdim," dedi düşünceli bir tavırla dudaklarını büktükten sonra. "Senin tarafından reddedilmemiş olsaydım."

Bir süre söylediklerini ve benden bahsederken yaptığı vurguyu düşündüm. Benim onu reddetmemi mi sorun ediyordu yani? Futbol sahası büyüklüğündeki egosu benim tarafımdan reddedilmeyi mi kaldıramıyordu?

Öyle ya, ben kuleyi bekleyen ejderhaydım. O ise ejderhayı alt eden, parlak zırhlı yakışıklı prensti. Ya da en azından bir gün bir kızın –muhtemelen uzun bacaklı, sarışın ve zarif bir 21. yüzyıl prensesinin- masalında yakışıklı prens olacaktı.

Eh, ne diyebilirim ki, kuleyi bekleyen ejderhanın yakışıklı prensi reddettiği nerede görülmüş?

Öyle demek istememiştir belki diye araya girdi İyimser Berra ama kelimeleri zihnimin içindeki boşlukta kayboldu.

Kollarımı göğsümde kavuşturup alev saçan gözlerle baktım yüzüne. "Reddedilmek hoşuna gitmediyse üzgünüm. Fakat ne bekliyordun ki? Lütufta bulunduğunu düşünmemi falan mı?"

Etrafımdaki bütün havayı içine çekiyormuş gibi derin bir nefes aldıktan sonra sandalyesini bana biraz daha yaklaştırdı -ki en başta da zaten hemen yanı başımdaydı. Yani daha da yakınlaşması birbirimizin kişisel alanının sınırlarına dahil olmamız anlamına geliyordu. Oksijenimi çaldığı yetmiyormuş gibi bir de kişisel alanıma saldırmıştı.

"Biliyor musun," Ses tonunun daha az müsamahalı çıktığının farkına varmamak ve bunun karşısında irkilmemek mümkün değildi. "Beni kasten yanlış anladığını düşünmeye başladım Berra."

Adımın dudakları arasından çıkarken kulağa ne kadar farklı, hoş geldiğini fark etmemek de mümkün değildi tabii. Gerçi o dudakların arasından İsveççe küfür bile çıksa kulağa hoş gelirdi herhalde.

Eray'ın dudaklarının etrafında dönen gereksiz düşüncelerimden kurtulmaya çalışarak cevap verdim. "Belki yanlış anlaşılmaya müsait şeyler söylüyorsundur."

"Ya da belki," dedi o soğuk, alaycı ve ulaşılmaz ifadesini takınarak. "Sen benim söylediklerimi yanlış anlamaya son derece müsaitsindir."

"Bu ne demek şimdi?"

Sorumu duymazdan gelmeyi tercih etti. "Neden benimle dans etmiyorsun?"

"Söyledim ya," dedim masanın altında ayaklarımı sabırsız ve hafiften sinirli bir biçimde sallayarak. "Fiziksel aktiviteler konusunda tam bir felaketim ben."

"O kadar kötü olmadığından eminim."

"İnan bana, o kadar kötüyüm. Zaten dans etmeyi bilmiyorum ben."

Bunun pes etmesine yeteceğini düşünüyordum ama yetmedi.

"Ben öğretirim."

Hayretle ona baktım. Ciddi değildi herhalde. Kaşlarını çatmadan bile ciddiyetini koruyan ifadesini ve kararlı bakışlarını gördüğümde anladım; ciddiydi. Gayet ciddiydi hem de.

"Öğretir misin?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Evet, neden olmasın?"

"Hiç bilmiyorum ama."

"Sıfırdan öğretirim."

"Sürekli ayağına basarım."

Sakin bir tavırla omuz silkti. "Benim için sorun değil."

"Kendi ayağıma da basarım ama." diye cılız bir itiraz daha çıktı ağzımdan. "Ya düşersem?"

Dudakları gülümsemenin eşiğindeymiş gibi titredi. "Tutarım ben seni, merak etme."

"Ya seni de düşürürsem?"

Bu kadar ısrar ettiğim için kendimi biraz aptal hissediyordum ama elimde değildi, benimle dans ettiği takdirde başına neler gelebileceğini iyice anlamasını istiyordum. Acaba sorumluluk kabul etmediğime dair kağıt falan mı imzalatsaydım ki?

"Birlikte düşeriz o zaman." derken yüz hatları gerginlikten arınmış, tamamen gevşemişti. Hatta resmen gülümsüyordu şimdi. Gözlerinde yine o bakış vardı. Akşamın başında yakaladığım bakış... Vücudumdan içeri sızıp ruhuma dokunan bakış... Dönüp arkamda kim olduğuna bakma dürtümü kamçılayan bakış...

Eray'a daha fazla karşı koyamayacağımı hissediyordum. Elim bana uzattığı ele ulaşmak için karıncalanıyordu. Direncimin kırılmasına ramak kalmışken Hazal geldi. Neyse ki!

Hazal tarafından kurtarıldım!

Bize bakmadan masanın üzerindeki kola kutularından birini aldı ve başına dikti. Eray'ın da benim de dikkatimiz dağıldığı için bakışlarımızı kaçırdık ve dünyadaki en önemli şey Hazal'ın kola içmesiymiş gibi dikkatle izlemeye başladık.

"Çok susamıştım." dedi kız boş bardağı masaya koyarken. Bir yandan da diğer eliyle pespembe olmuş terli yüzünü yelpazeliyordu. Bize baktı, baktı, baktı. Sonra da pat diye sordu: "Siz ikiniz niye dans etmiyorsunuz?"

Geri alıyorum, Hazal tarafından kurtarılmadım. Resmen aslanların, çıyanların önüne atıldım!

"Berra'yı ikna etme çabalarım sürüyor." diye anında sattı beni Eray.

Ben de herkese karşı öne sürdüğüm son derece geçerli sebebimi bir kez daha tekrarlamak zorunda kaldım: "Ben dans etmeyi pek..."

"Oyunbozanlık yapma." diye sözümü kesti Hazal ama beni dil dökerek ikna edemeyeceğini anlaması için sonsuza kadar burada kalmayı planlıyormuşum gibi sandalyeyi yanlarından kavrayan parmaklarımı görmesi yetti.

Gözlerini devirdikten sonra Kaan'ın ona yaptığı gibi koluma yapışıp beni ayağa kaldırdı. Kolları muhtemelen haftanın dört günü yaptıkları voleybol antrenmanları sayesinde şaşırtıcı bir şekilde güçlüydü. Bu yüzden kendimi bir anda sandalyemden kalkmış piste doğru giderken buldum.

"Hadi siz de dans ediyorsunuz. Burada böyle kös kös oturmak yok. Hadi, hadi!"

"Ama ben..."

Arkama dönüp baktığımda Eray'ın da peşimizden geldiğini gördüm ve ne olduğunu bile anlamadan birdenbire grubun arasında dans etmeye başladım. Şey, ben buna dans etmek demezdim aslında. Sağa sola sallanıyordum işte. Müziğin ritmine uygun hareket etmeye ve en önemlisi de insanlara çarpmamaya çalışıyordum. Şarkının sonuna kadar böyle idare etmeyi başardım. Hatta Balım'la Hazal'ın çabaları ve Kaan'ın yaptığı şebeklikler sayesinde eğlendiğimi bile söyleyebilirdim. Ama sonrasında yavaş bir şarkı başlayınca herkes bir anlığına duraksadı. Sonra tekrar bir hareketlenme oldu; insanlar sıradaki dans için biriyle eşleşmeye çalışıyordu.

Kendimi birilerinin iteklemesiyle –kim oldukları hakkında en ufak fikrim yoktu, bizim gruptan biri ya da eğlencenin dibine vurup zıvanadan çıkmış bir başkası olabilirdi- tam Eray'ın önünde buldum. Sırtıma yediğim ikinci darbeyle ise dengemi kaybettim. Olası bir düşüşün etkilerini hafifletmek için dirseklerimi kırarak ellerimi öne doğru uzattım. Aynı zamanda Eray da beni tutmak için hamle etmişti. Bunun sonucunda benim ellerim onun göğsünde takılıp kalırken, onun elleri de belimi sıkıca kavradı.

Bir süre öylece birbirimize baktıktan sonra Eray belimde duran ellerini hafifçe gevşetti. "Tutarım demiştim," Dudaklarında sol gamzesini tüm ihtişamıyla gözler önüne seren çarpık gülümsemelerinden biri belirdi. "Artık benimle dans etmekten başka bir seçeneğin yok sanırım."

Bunu söylerken yüzünde ve sesinde öyle sevimli bir şey vardı ki küçük bir tebessümün dudaklarımı zorladığını fark ettim. Tebessüm öyle arsızdı ki bana rağmen dudaklarımı ele geçirdi. Neye onay verdiğimi doğru dürüst düşünmeden başımı salladım.

"Sanırım öyle."

"Tamam," Gülümsemem dikkatini çekmiş gibi gözleri birkaç saniye dudaklarımın üstünde oyalandı. Bakışlarını benimkilere yöneltti. "Öncelikle ellerini omuzlarıma koyman gerekiyor."

"O kadarını biliyoruz herhalde."

"Hiç bilmiyor değilsin o halde." diye dalga geçti benimle.

Onu duymazdan gelerek, ellerimi göğsünden çekip omuzlarına yerleştirdim. Bunu yaparken aramızdaki mesafeyi olabildiğince açmaya çalışmıştım. Birbirimize ne zaman yaklaşsak tuhaf şeyler oluyordu. Kendimi aptalca şeyler yaparken, söylerken ya da düşünürken buluyordum mesela. Bu yüzden aramızda ne kadar mesafe olursa o kadar iyiydi.

Müziğin ritmine göre sallanmaya başladık. Sallanma diyorum çünkü buna dans demeye dilim varmıyordu. Hareketlerimiz oldukça mekanik ve uyumsuzdu.

"Biraz daha yaklaşır mısın Berra?" diye sordu aksi gibi. "Radyoaktif maddeden yapılmadım, korkma."

Benim tahminim de buzdan yanaydı zaten Bay İskandinavya.

"Böyle iyi bence." dedim kollarımı aramıza yay gibi gererek. Tam o sırada arkadan biri çarpınca hafif sendeledim, neyse ki Eray kolumu tutarak dengemi korumamı sağladı.

"Ayağıma basıyorsun."

"Affedersin." deyip sol ayağımı hareket ettirdim.

"Şimdi iki ayağıma birden basıyorsun."

İki ayağımın da yeni pozisyonunun onun ayakkabıları olmadığından emin olduktan sonra bakışlarımı tekrar yukarı kaldırdım. Omuzlarım yenilgiyle çökerken, "Tekrar affedersin." dedim.

"Sorun değil," Delici bakışlarıyla müthiş bir tezat oluşturan çekingen gülümsemesi bir kez daha dudaklarındaki yerini alırken kendimi onu izlemekten alamadım. "Beni uyarmıştın."

Sözlerini onaylarcasına başımı salladım. "Tüm iyi niyetimle."

"Evet ama böyle olmaz. Ya benim ayağıma basıyorsun ya da kendi ayaklarına takılıyorsun. Bana güvenir misin?" Yüzüne şüpheyle baktığımı görünce hızla devam etti. "Bana birazcık güvenip kendini bırakırsan bu sorunu çözeceğim, olur mu? Bunu yapabilir misin?"

Bu sözcükleri duymayı bekliyormuş gibi teslim oldu ellerim ona. Nazik hareketlerle beni kendine yaklaştırdığında yine tuhaf bir şey oldu. Ellerim omuzlarına, onun elleri de benim belime tam uyumlu parçalarmış gibi sorunsuzca, tık diye oturdu. İnsanlar kayboldu, etrafımızda sadece müzik ve notalar vardı şimdi. Bizi sarıp sarmalamış, diğerlerine görünmez kılmışlardı. Birbirimizin ritmini yakalamıştık. Hareketlerimiz uyumlu ve yumuşaktı.

Dans ediyorduk. Bu defa gerçekten.

Bir şey söylemek istiyormuş gibi kulağıma yaklaştı Eray. Bir eliyle saçımı geriye itti. Fısıldarken nefesi boynuma değdi ve mideme ufak çaplı spazmlar geçirtti.

"Şu gurur ve kibir meselesi neydi? Kaan'la konuştuğunuz hani?"

Bu işin peşini bırakmayacağını tahmin etmem gerekirdi.

"Öylesine bir şeydi." dedim aceleyle. "Gurur ve kibir aynı şey değil mi diye sordu. Ben de olmadıklarını söyledim."

"En başta oraya nasıl geldiniz peki?"

"Hatırlamıyorum." diye geçiştirmeye çalıştım onu. "Sohbet etmemiz şart mı gerçekten? Sessizce dans etsek olmaz mı?"

"Benim hakkımda konuşuyordunuz, değil mi?" dedi beni duymazdan gelerek.

Kendimi gülmeye zorladım. "Evet Eray, yakaladın bizi. Bir araya gelip hep senin hakkında konuşuyoruz. Hayatımızdaki en önemli şey sensin."

Bana öyle bir baktı ki sözlerimden anında pişmanlık duydum. Bunları alaycı bir biçimde söylemeyi planlamıştım ama kulağıma hiç de öyle gelmemişti. İşin kötüsü o da benimle aynı fikirdeydi. Keşke sözcükleri toparlayıp ağzıma geri tıkmamın bir yolu olsaydı ama yoktu işte.

Ne kadar sürdüğünü bilmediğim gergin bir sessizliğin ardından "Şimdi döndüreceğim seni." dedi.

Beni kendinden biraz uzaklaştırdı ve döndürdü. Tekrar kollarının arasına aldığında yüzlerimiz birbirine haddinden fazla yaklaştı. Bakışlarının tenimi yaktığını hissettiğimde loş ışığın verdiği sahte güven duygusuna kapılarak başımı yukarı kaldırdım. Cesaret edebildiğim kadar uzun süre baktım yüzüne. O da başını hafifçe öne eğdiğinde alnı alnıma, burnu burnuma dokundu. Bununla birlikte bacaklarım hissizleşip ritmi kaçırdı. Sadece onlar değil, kalbim de ritim kaçırmıştı.

"Bu akşam çok güzel olmuşsun." dedi birdenbire ve kalbim demin kaçırdığı vuruşu telafi etmek istercesine deli gibi atmaya başladı.

"Elbiseden herhalde." diye geveledim ağzımın içinde. Evet, abartılı romantik komedilerle ilgili söylediklerimi yedim şu an. Al sana Çirkin Betty Sendromu.

"Elbise yakışmış, evet." derken nefesi yüzüme dokundu, gözlerim istemsizce kapandı. "Ama yanaklarına yaptığın şeyden hiç hoşlanmadım."

"Yanaklarım mı?"

"Kızarmıyorsun." diye açıkladı.

Gözlerim anında açıldı ve ona öfkeyle baktım. "Bana Kızılhaç diyemeyeceğin için üzüldün mü yoksa?"

"Hayır," dedi ondan beklemediğim kadar yumuşak bir sesle. Bakışları yüzümde dolaştı. Yanaklarımda durdu. "Aklından seni utandıran ya da kızdıran bir şey geçtiğinde yanakların seni hep ele verirdi ama şimdi ne düşündüğünü anlayamıyorum."

Bakışlarındaki yoğunluk ve aklımdan geçenleri tam olarak bilmesi ihtimali beni rahatsız ettiğinden gözlerimi kaçırdım. Midemin iki büklüm olmasına neden olan dokunuşlarından da kaçabilseydim keşke.

Şarkının son notaları ile birlikte dileğim gerçekleşti. İkinci şarkıda dans etmeye devam ettik teklifsizce. Ancak Eray'ın belimi saran kolları biraz gevşemiş, benim ellerim omuzlarından göğsüne inmiş ve birbirimizden biraz uzaklaşmıştık.

Az önce yaşadığımız tuhaf andan sonra onunla göz göze gelmemeye çalışıyordum. Sanırım o da aynı çabayı gösteriyordu çünkü ben başımı ne yöne çevirsem; o, diğer yöne çeviriyordu.

Hala kaburgalarımın arasında ateş dansı yapan yerlilerin ve onlara katılan İyimser Berra'nın –eve gidip şu yerlilerden bir kurtulayım soracağım ben ona- çıkardıkları gürültüyü bastırmaya çalışarak bakışlarımla kalabalığı taradım. Fakat ne Kaan-Hazal-Gökhan üçlüsünü ne de Balım ile Çınar'ı görebildim. Çok değil, birkaç dakika önce yanımızda dans ediyor olmalarına rağmen şu an hiçbiri ortalıkta yoktu.

Tekrar önüme dönüp Eray'a kaçamak bir bakış attığımda alnındaki derin V şeklinin, çatık kaşlarının ve etrafa buz parçaları saçan soğuk bakışlarının geri döndüğünü gördüm. Derin bir nefes aldım. Bu bilindik manzara ile karşılaşmak beni rahatlatmıştı. Bu Eray'la nasıl başa çıkabileceğimi biliyordum en azından. Nerede ne söyleyeceği belli olmayan Eray tehlikeliydi. Çok tehlikeliydi hem de.

Neye baktığını anlamak için başımı uzattığımda bizden daha uzak bir noktada romantik bir şekilde dans eden Balım ve Çınar'ı gördüm.

"İkisi iyi bir çift oldu, değil mi?" diye mırıldandım.

Son derece ciddi bakışları bir süre daha onların üzerinde kaldıktan sonra bana döndü. "Öyle mi dersin?"

"Birbirlerinden hoşlanıyorlar, iyi anlaşıyorlar, uyumlular." diye bir bir saydım. Ardından Hazal'ı düşünerek ekledim: "Ama bazı sorunlar çıkabilir."

Söylediğim epey ilgisini çekmiş gibi dikkatle baktı yüzüme. "Ne gibi?"

"Bilmem," dedim Hazal'la Kaan'ı zor durumda bırakmamak için. "Yani öyle net bir şey yok. Sadece bir his."

"Seninle aynı fikirdeyim aslında," dedi düşüncelere dalmış biçimde. Alnındaki çizginin derinleşmesini ve kaşlarının iyice kırışmasını izledim. "Bize benzeyen, uygun olan, dış görüntüsünden etkilendiğimiz insanları sevmek kolaydır ve bu tür bir sevgi insanı körleştirir. Bana kalırsa ikisinin arasındaki de böyle bir şey. Bu, ileride sorunlara yol açabilir."

"Ne demek istiyorsun?" diye sordum şaşkınca. İtiraf etmem gerekirse inkar etmesini, Çınar'ı övmesini falan bekliyordum ben.

"Çınar'ın Balım'ın güzelliğinin etkisi altında kaldığını, bu yüzden de şu anda bazı şeyleri net göremediğini düşünüyorum." Gözleri ikisinin dans ettiği tarafa kaydı bir an için. Alçak sesle ekledi. "Düşünme yetisinin etkilendiği kesin."

Bununla birlikte kan beynime sıçradı. "Balım'ın güzelliği ile arkadaşının gözlerini kör ettiğini, aklını başından aldığını falan mı söylemeye çalışıyorsun?"

Kaşları iyice çatıldı. "Kulağa nasıl geldiğinin farkındayım..."

"Kulağa nasıl geldiğinin farkındasın demek?" diye sözünü kestim. Alaycı bir şekilde güldüm. "Güzel, en azından farkındasın. Bu da bir şey."

"Demek istediğim bu değildi. Kendimi yanlış ifade ettim, özür dilerim."

"Ne demek istediğin umurumda bile değil." dedim, öfkem kontrolsüz bir şekilde büyürken. "Kuzenimin peşinden ayrılmayan, onu partilere ve buluşmalara davet eden Çınar'dı. Düşünme yetisi etkilenen biri varsa Balım'dır. Arkadaşın onu öyle bir büyülemiş ki gözünün önündekileri bile göremiyor."

"Bu ne demek şimdi?" diye sordu.

"Sadece bir metafor." dedim baştan savarcasına. Ardından sahip olduğum en tehditkar ifadeyi takınıp işaret parmağımla göğsüne dokundum. "Balım'ın incinmesini istemiyorum. Eğer Çınar'ın ona en ufak zararı dokunursa..."

Bir şeyi değiştirmeyecekti belki ama Çınar'la birlikte her ne planlıyorlarsa planlasınlar ve Hazal'la aralarında ne geçmiş olursa olsun, Balım'ın kalbinin kırılmasına izin vermeyeceğimi iyice idrak etmelerini –etmesini- istiyordum.

Bakışları göğsüne doğrulttuğum parmağıma kaydığında hemen geri çektim. Düşünceli ve ciddi bir tavırla kaşlarını çattı, az önce söylediklerimi düşünüyormuş gibiydi. "Kuzenine çok değer verdiğini görebiliyorum."

"Balım kuzenimden çok kız kardeşim gibidir. Benim için çok önemli."

"Anlıyorum, Çınar'ın da benim için kardeşten farkı yoktur." dedi başını sallayarak. "Ama bu, onun mükemmel olduğu ya da yaptığı her seçimi onayladığım anlamına gelmez."

"Yani sana göre Balım yanlış bir seçim, öyle mi?"

"Ben öyle bir şey demedim."

"Ama... Ama sen az önce dedin ki..."

"Beni yanlış anlamakta öyle ısrarcısın ki dinlemiyorsun bile." dedi sesini yükselterek. Sabrının taşmaya başladığını görebiliyordum ve bunun beni biraz korkuttuğunu itiraf etmeliydim. "Çınar'ın yaptığı seçimlerden kastım Balım değildi. Ama evet, ikisinin birbirleri için doğru insan olmayabileceklerini düşünüyorum. Bu birlikte olamayacakları anlamına gelmez. İnsanlar her gün yanlış kişilere aşık oluyor. Hatta evleniyorlar. Bir anlık yanlış kararların sonucunu bir ömür ödeyenler var. 'Gömleğin tüm düğmelerini yanlış iliklemek gibi, bazı insanları sevmek. En başından beri yanlış yaptığını, sonuna gelmeden anlayamıyorsun.' demiş Oğuz Atay. *** Bazen de etrafta yanlış iliklenmiş bir gömlekle dolaşmayı umursamayacak kadar çok seversin, körleşirsin, aklını kaçırırsın."

Sözcükler dudaklarından iradesi dışında, kendiliğinden dökülüyormuş gibi devam etti. "Sevdiğin birine gömleğini yanlış iliklediğini söylemek zor. Kendimize söylemek ise çok daha zor. Keşke kendimize karşı da böyle katı olabilsek..."

Kaşlarımı çattım. "Evet, tabii. Hepimiz katı olup kendimizi kısıtlamalıyız, değil mi? Senden de başka bir şey beklenmezdi zaten."

"Bana sinirlendiğinin farkındayım ama nedenini anlamıyorum. Sen de ikisinin sorunları olabileceğini söyledin. Çınar'ın yanlış seçimler yapabileceğini söylediğimi kabul ediyorum. Peki dürüst olalım, sen kuzeninin Çınar'ı gerçekten sevdiğine emin misin? Yalnızca ilgisi hoşuna gidiyor olamaz mı?"

"İnanılmaz birisin." dedim sinirle gülerek. "Ama biliyor musun, böyle düşünmene hiç şaşırmadım. Senin gibi bir buzdolabından duyguları anlamasını beklemek... Çölde yağmuru beklemeye benziyor."

"Buzdolabı mı?" dedi kaşlarını havaya kaldırarak.

"Evet, kibirli bir buzdolabısın sen. Ve bunun İskandinav genlerinle hiç alakası yok, tamam mı? Sen sadece böyle birisin işte."

İmalı bir gülümseme eşliğinde "Kibirli bir buzdolabı? İskandinav genleri? Demek gerçekten de Kaan'la benim hakkımda konuşuyordunuz." dedi. Ardından alaycı bir ifadeyle sordu. "Peki, başka neler düşünüyorsun hakkımda?"

"Soğuksun, kibirlisin, iticisin. Bir bakayım, başka bir şey var mı?" Düşünüyormuş gibi yaptım. "Sanırım hepsi bu kadar."

Ben bunları sayarken gözlerinden gölgeler geçti ve ifadesi titreşti. Ama en sonunda buz gibi bir ifade takınarak en ulaşılmaz ses tonuyla "Görünüşe bakılırsa beni tamamen çözmüşsün." dedi.

"Aksine, çözmeye yaklaşamadım bile." diye meydan okudum ona. Ateşe çıplak elle dokunmak gibiydi bu. Anca bir delinin cesaretine veya öfkesine sahip olduğunuzda yapılacak türden bir şey yani... (Benim durumumda ikisinden de biraz diyebiliriz.) "Bazen öyle duyarsız davranıyorsun ki, tamam diyorum bu adam böyle biri. Dünya üzerindeki en düşüncesiz, en nezaketsiz insan. Sonra gidip tam tersi bir şey yapıyorsun ve hakkındaki bütün yargılarımı gözden geçirmem gerekiyor. Bir de insanların söyledikleri var tabii... Yok yani, çözemiyorum. Bir öylesin bir böylesin. İyi misin, kötü müsün onu bile anlayamadım. Tam bir muammasın."

Bir süre suskun kaldıktan sonra "Benim senin hakkındaki çözümlemeleri mi duymak ister misin peki?" dedi. Cevabımı beklemeden devam etti. "Dünya üzerindeki en karmaşık insansın sen. Zekisin. Çok zekisin hem de. Ama hiçbir şeyin farkında değilsin. Değilmiş gibi davranıyorsun belki de, bilmiyorum. Kendini öylece akışa bırakmış gibisin. Ne kürek çekiyor ne kulaç atıyorsun. Yanına gelmek isteyen insanları uzaklaştırıyorsun ama sudan tek başına çıkamıyorsun da. Öylece sürükleniyorsun işte."

Söylediklerinin üzerimden geçip gitmesine izin verdim. Aksi taktirde zıvanadan çıkabilir, üzerine atlayabilir ve o ukala suratına yumruğumu geçirmekte bu defa tereddüt etmeyebilirdim.

Görünmez kalkanımı, yalandan gülümsememi kondurdum dudaklarıma. "Yirmi iki yıllık hayatımı özetlediğin için teşekkürler."

Bunun onu susturmasını umuyordum fakat gülümseyerek başını iki yana salladıktan sonra "Sert görünmeye çalışıyorsun ama değilsin Berra." dedi. Gözlerini gözlerime diktiğinde ise ifadesi son derece ciddiydi. "Akşamları sokak kedilerini besliyorsun, onlara isim takıyorsun. Kuzenin için her şeyi yapacak kadar fedakarsın. Sivri dillisin ama ne zaman kötü bir şey söylesen vicdan azabı duyuyorsun. Dışarı gösterdiğin kadar ne sertsin ne de zorba. Ama yine de yapmam dediğim her şeyi bile isteye yaptırıyorsun bana."

Sözleri kalkanımı, sert pullu derimi delip geçti. Kemiğime dayandı. Ruhuma ulaştı. "Ben sana ne yaptırıyorum ki?" diye sordum titrek bir sesle.

Cevap vermeksizin gözlerimin içine bakmaya devam etti. Çaresizliği çağrıştıran bir şeyler vardı gözlerinde. Bir de sanki biraz daha yakından bakarsam ya da üzerine saatlerce kafa patlatırsam çözebileceğim bir bilmece...

Son sözlerimin aramızda asılı kaldığı tuhaf sessizliği hayret dolu bir sesleniş böldü.

"Berra!"

Balım.

"Eray?"

Balım ve Çınar.

Aramızda titreşen hava bir anda dağıldı ve bakışlarımı Eray'ın bakışlarından hızla koparıp onlara yönelttim. Balım'ın ses tonuyla müthiş uyum sağlayan şaşkın bakışları –çikolatayla antep fıstığının arasında yoktur böyle bir uyum, iddia ediyorum- Eray'la benim aramda gidip gelirken yanaklarımın ısındığını hissettim. Aklından ne geçtiğini gayet iyi biliyordum, yüz ifadesi düşüncelerini ayna gibi yansıtıyordu. Ya da ben onu öyle iyi tanıyordum ki; servis tabağı boyutuna ulaşan gözleri, havaya kaldırdığı kaşları ve sevimli bir biçimde büzdüğü dudakları yüzüme şu şekilde haykırmasıyla birdi benim için:

Günlerdir nefret kustuğun çocuğun içine düşeceksin neredeyse! Böyle el ele göz göze nefret mi olur?

"Selam." dedim beceriksizce sırıtmaya çalışarak. Bir yandan da gözlerimi iri iri açarak Balım'a yüzündeki ifadeyi yok etmesini söyleyen sessiz bir mesaj göndermeye çalışıyordum ama mesajımı aldığını hiç sanmıyordum. Bize bakarken yüzünde öyle bir ifade vardı ki Eray'la kafamızda aniden minik antenler belirmiş sanırdınız.

"Saat gece yarısına çeyrek var." diye lafa girdi Çınar. Bunu öyle doğal ve basit biçimde ifade etmişti ki bir an için Eray'ın ya da benim ona saati sorduğumuzu ve geçirdiğim kısa süreli hafıza kaybı nedeniyle bunu unuttuğumu zannettim.

"Ee," dedi Eray, anlaşılan o da benimle aynı şeyleri düşünüyordu. "Teşekkürler?"

"Balım'ın babası on ikiyi bir dakika bile geçmeden evin önünde olmalarını söyledi." diye açıklamaya çalıştı Çınar. "Onları eve ben bırakacağım. Yoksa..." Eniştem ona her ne söylediyse, bunu hatırlamak sevimli yüzünün hafifçe buruşmasına sebep oldu. "Bu söylediğimi anlaman için onunla tanışman gerek, bazı konularda gerçekten çok net konuşan biri." diye bitirdi.

Balım'la göz göze geldiğimizde –sevgili kuzenim Çınar konuşurken nihayet kendini toparlamayı başarmıştı- ikimiz de kendimizi gülmemek için zor tutuyorduk. Eniştem mutfakta Çınar'ın gözünü epey korkutmuş olmalıydı. Bundan daha komik olan bir şey daha varsa o da Eray'ın eniştemle tanışmasının imgesel görüntüsüydü.

Mutfak konuşmasının ikisi arasında geçen versiyonunu düşündükçe dudaklarımı zorlayan kahkahaları bastırmak daha zor hale geliyordu. Yani neresinden bakarsanız bakın komikti.

Bir köşede eniştem. Memnuniyetsiz bakışlarla Eray'ı süzüyor. Diğer köşede ise Eray. Huysuz sessizliğiyle karşısında mahkeme duvarı gibi bir suratla öylece duruyor. Aralarında bir yerlerde de eniştemin pompalı tüfeği. Patlamaya hazır.

"On ikiye kadar iznimiz var." dedi kuzenim, Eray'a.

Balkabağı meselesi diyerek bilmiş bilmiş başını salladı iyimser Berra.

"Zaten Hazal'ın durumu da pek iyi değil." diye devam etti Balım üzgün bir ifadeyle. "Onun da eve gitmesi lazım."

"Niye, nesi var?" diye sordum endişeyle.

"Bir şeyi yok ya. Kaan şu anda onunla ilgileniyor." dedi Çınar önemsiz bir meseleden bahsediyormuş gibi elini savurarak. Ama Eray ona öyle sert baktı ki anında kendini toparladı. Ona hitaben ekledi: "Senin arabandalar. Hazal'ı eve sen götürür müsün? Kaan da Gökhan'ı bulmaya çalışacak bu sırada."

"Gökhan kayıp mı?" diye sordum kaşlarımı çatarak, Hazal'ın durumunun onunla mutlaka ilgisi vardı.

"Evet ama endişelenecek bir şey yok. Muhtemelen bir yerde sızıp kalmıştır, arada yapıyor böyle." dedi Çınar kısaca.

Eray bize iyi geceler dileyip hızla uzaklaştı. Yanımızdan ayrılmadan hemen önce Çınar'a öldürücü bakışlar atmayı da ihmal etmemişti. Hareketleri her zamanki sakin ve telaşsız halinden oldukça uzaktı. Hazal için endişelendiği açıktı.

Onun giderek gözden kaybolduğu noktaya bakarken, "Hadi Berra," dedi Balım kolumdan tutup çekerek.

Böylece kalabalığın arasından ilerledik. Zorlu geçen birkaç saniyenin ardından nihayet yaz gecelerine has tatlı bir serinliğe adım attığımızda terden yapış yapış olmuştuk.

Çınar ve Balım'la birlikte Çatı'dan çıkarken Çınar'ın söylediklerinden ipuçları çıkarmaya ve Hazal'a ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ama içimdeki dedektif ÇınHaz davasını çözdükten sonra emekliye ayrılmıştı galiba. Hiç sesi çıkmıyordu. Bu yüzden elimden, Hazal'ın iyi olduğunu ya da olacağını ummaktan başka bir şey gelmiyordu. Hem yanında Kaan ve Eray vardı. Onunla ilgileneceklerine ve iyi olduğundan emin olana kadar yanında kalacaklarına şüphem yoktu. Ona ne kadar değer verdikleri ortadaydı.

Eve dönüş yolu boyunca neşeyle sohbet eden muhteşem ikilinin gerisinde kaldım. Kafamın içi öyle doluydu ki onların sohbetlerine katılmadım. Düşüncelerim, yerliler ve İyimser Berra ile birlikte kendi kalabalığımın bana yettiğini söyleyebilirdim.

Evin kapısında Çınar ile vedalaştım. Balım özel olarak vedalaştı -eniştemin 'hava almak' için araladığı salon camının ardından duyurduğu sahte öksürükleri arasında ne kadar özel olabilirse tabii.

Çınar yolun aşağısında gözden kaybolurken biz de bahçeye geçtik. Balım akşamın rüya gibi geçtiğini söyleyip beni yanaklarımdan ikişer kez öptü. Ardından perilerinkini andıran nahif hareketlerle hoplayıp zıplayarak eve girdi. Ben de dünyanın yükünü sırtlanmış Oompa Loompa gibi ağır ağır takip ettim onu. Gerçi Oompa Loompalar benden daha şanslıydı. Hem dünyanın en iyi çikolatasına erişimleri vardı hem de düşünmeleri gereken milyon tane şey yoktu.

*Aşk ve Gurur - Jane Austen

**Her Şey Boş - Anıl Piyancı (şarkı)

***Oğuz Atay

Continue Reading

You'll Also Like

2.3M 114K 43
Mizah içinde #1 Her bir yumruk inerken bir başka bedene, onun yüzüne aldığı her bir darbe benim yüreğime inmişcesine acı veriyordu. Normal olan bu m...
KANLI SOLUK By Gamze Karaca

Mystery / Thriller

40.2K 2.4K 6
Bir plan düşünün. Sizin tasarladığınızı sandığınız büyük bir plan. Peki, adımlarınız sizi çok önceden kurgulanmış başka bir planın tuzağına düşürürse?
149K 13.1K 31
"Her Dem olmuş yürekler, Birbirine söz vermiş gönüller, Kulak duymasa da Duymaz mı kalpler" Kendinden emin bir şekilde attığı adımın hesabını soruy...
249K 13.6K 40
Siz: Selamünaleyküm beyefendi Hayırlı Doktor Kısmet: Aleykümselam, kimsiniz? Siz: Teravihte annenizin numaranızı verip, doktor oğlum diye övdüğü kişi...