Güzel Ruh

By mcflyb

499K 28.5K 10.5K

Berra'ya göre güzellik hiç de öyle göreceli bir kavram falan değildi. Herkesin güzel bulduğu insanlar vardı... More

Tanıtım
Giriş
-1-
-2-
-3-
-4-
-5-
-6-
-7-
-8-
-10-
-11-
-12-
-13-
-14-
-15-
-16-
-17-
-18-
-19-
-20-
-21-
-22-
-23-
-24-
-25-
-26-
-27-
-28-
-29-
-30-
-31-
Mektup
-32/Final-

-9-

20.2K 1.3K 459
By mcflyb

*Someday - New Heights (Bölümün ilk kısmı için)

**Faster - Sofi de la Torre (Bölümün ikinci kısmında açmanız gereken yeri belirttim)

Daha önce kalbimin üç kez kırıldığını söylemiştim.

Babam, Mert ve Eray.

Üç erkek, üç kalp kırığı. Son derece basit aslına bakarsanız. Erkekler kalbinizi kırar. Siz izin verseniz de vermeseniz de...

Yeri gelmişken size, kalbimin ikinci kez kırılmasının hikayesini anlatayım.

Her zaman gittiğimiz hamburgercide oldu.

Mert önemli bir şey konuşmak istediği için çağırmıştı. Ne söyleyeceğini tahmin etmişim -daha doğrusu ettiğimi sanmıştım. Karşıma geçip oturduğunda heyecandan ya da gerginlikten ellerim titriyordu. Harfleri bir araya getirmekte zorlanıyordum.

"Ee, b-bana bir şey söylemek istediğini... Yani bir şey söylemek istiyordun."

"Sen de bir şey söylemek istediğini söylemiştin."

"Önce sen."

"Sen söyle."

Bir ara aramızda garip bir sessizlik oldu. Neredeyse vazgeçiyordum. Sonra birden başını kaldırıp bana baktı. O bakış olmasa veya şunu söylemese belki de hiç söylemeyecektim ona.

"Uzatma Brownie, bana söyleyeceğin şey neydi bakalım?"

"Mert ben seni seviyorum."

Durun, doğrudan hikayenin sonuna atladım. Oysa her hikayenin bir başlangıcı vardır. Baştan alalım.

Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama hayır, tanışmamızın öyle özel bir hikayesi yok. Onu ilk gördüğüm an kalbim deli gibi çarpmamıştı. Yer ayağımın altından çekilmemişti. Ve hayır, adımı falan unutmamıştım. Kalbimi kıracağından da bihaberdim elbette.

Hayatınıza nasıl girdiğini tam olarak bilmediğiniz, her zaman orada olduğunu ve olacağını düşündüğünüz insanlar vardır ya hani. İşte Mert benim için öyleydi.

Dokuzuncu sınıfın ilk gününde yanıma oturduğu ve kocaman parlak gülümsemesiyle bana bakıp 'merhaba' dediği andan itibaren arkadaş olmuştuk. En iyi arkadaşım haline nasıl geldiğini ya da sınıftakilerin bizi ayrılmaz ikili olarak çağırmaya ne zaman başladıklarını tam olarak hatırlayamıyordum. Mert ve ben, nasıl desem, hep arkadaştık sanki. Öncesi ya da sonrası yoktu.

Herkes birbirimizi tamamladığımızı söylerdi. Sanırım bu, her konuda birbirimizin tam zıddı oluşumuzdan kaynaklanıyordu.

Mert son derece canlı bir ruha sahipti. Benim ruhum ise biraz daha karanlıktı. O sevimli ve hoştu. Ben huysuzdum. O insanlarla rahatlıkla iletişim kurabilirken ben genellikle sessiz ve kendi halimdeydim. O iflah olmaz bir iyimserdi, ben ise kararlı bir pesimist. Yine de birbirimizi çok iyi anlardık ve her konuda birbirimize destek olurduk. Yani en azından ben lise sonda, balodan birkaç gün önce her şeyi mahvedene kadar öyleydi.

Lisenin son yılına kadar ona bir kez bile başka gözle bakmadım. Sınıftakilerin, öğretmenlerin ve hatta kantin çalışanlarının sevgili olduğumuzu düşünmelerine ve sürekli bununla ilgili imalarda bulunmalarına rağmen onu bir arkadaştan fazlası olarak görmedim. Biri sevgili olduğumuzu sandığında ikimiz de kahkahalarla gülerdik hatta. Sonra da bir ağızdan şu cevabı verirdik:

Hayır, biz çok iyi arkadaşız.

Ancak on ikinci sınıfa başladığımızda aramızda bir şeyler değişti. Tıpkı arkadaşlığımızın ilerlemesi gibi bu da kendiliğinden gelişen bir şeydi.

"Berra, kızım tabağındakilere dokunmamışsın bile." dedi teyzem, beni derin düşüncelerimin arasından çekip alarak. Bakışlarımı yakaladığında endişeli bir şekilde devam etti. "Yüzün de bembeyaz olmuş. Neyin var senin bugün böyle?"

Gerçekten de tabağımdakilere hiç dokunmamıştım. Şunu bilmelisiniz, bu benim için çok nadir bir durum. 

Şimdiye kadar hiçbir şey, annemle babamın uzun ve sancılı boşanma süreci dahi, iştahımı kesmeyi başaramamıştı. Aslına bakarsanız ben daha çok bir stres-yiyicisiydim. Strese girdikçe fare gibi mutfak dolaplarının arasında gezinir, yiyecek bir şeyler arardım. Ama bugün içim söyleyemediklerimden dolayı öyle doluydu ki patlayacakmış gibi hissediyordum. Tek lokma yiyecek halim yoktu. İştah kesilmesinin sandığım kadar güzel bir şey olmadığını kabul etmem gerekiyordu.

Çatalımın ucuyla tabağımdaki şüpheli peyniri -rengi oldukça tuhaftı- dürterken aklım şortumun cebinde duran telefondaydı. Çaldığı anda açmak için onu mümkün olduğunca yakınlarda tutmaya çalışıyordu.

Mert'le konuşmaya hevesli olduğumdan değildi elbette. Bunun berbat bir deneyim olacağını gayet iyi biliyordum. Ama her halükarda onunla yüz yüze görüşmekten iyiydi. Mert hiçbir zaman boşa tehdit savurmazdı. Dediğini yapan biriydi, bugün telefonunu açmazsam akşama kapımızın önünde belirmesi işten bile değildi.

"Yok bir şeyim, iyiyim." dedim ikna edici olmaktan son derece uzak bir ses tonuyla. Sesimin daha güçlü çıkması için çabalamıştım. Gerçekten. Ama aklım Mert ve telefonumun ne zaman çalacağı ile ilgili düşüncelerin etrafında dolanıp duruyordu. Bunun dışındaki şeylere pek az efor sarf edebiliyordum.

"Güneş mi çarptı yoksa?" diye araya girdi teyzem. "Sabah çok erken iniyorsunuz sahile, güneşin en zararlı olduğu saatlerde korunmasız kalıyorsunuz."

Yüzünde annemin tıpkısının aynı bir ifade vardı; limon yemiş gibi buruşmuş bir surat ve endişeli bakışlar. Gözlerimi devirdim. Genetik mirasımız falan olmalıydı bu.

"Güneş kremi kullanıyoruz anne." dedi Balım bezgin bir sesle. Bir yandan da tabağına salatalık dolduruyordu.

"Evet," diye katıldım ona. "Hatta benim derimin üzerinde ikinci bir katman oluşmuş olabilir."

Bu sözlerim teyzemi ve Balım'ı güldürürken eniştem muhabbetten tamamen uzak olduğunu belirtmek istercesine gazetesinin sayfasını çevirdi. Gazete okurken öyle odaklanırdı ki etrafında gelişen hiçbir şeyi duymaz veya görmezdi. Ya da belki sadece görmemiş ve duymamış gibi yapıyordu.

Balım'ın bana doğru kaş göz işaretleri yaptığını gördüğümde kaşlarımı çattım. Derdi neydi acaba?

Çatalımı tabağın kenarına bırakıp dikkatimi kuzenime yönelttim ve bana ne söylediğini anlamaya çalıştım. Kafasıyla babasını işaret edip ağzını oynatarak 'sor' dedi.

Neyi soracağımı anlayamadığım için kaşlarımı çattım ve sessizce 'ne' dedim.

Çatalıyla belli belirsiz babasını işaret edip tekrar ağzını oynattı. Bu kez 'sorsana' demişti.

Yüzüne boş boş bakmaya devam ettiğimi görünce gözlerini devirip lafa girdi.

"Cuma akşamı sahildeki kafelerden birinde parti verilecekmiş."

Ah, Balım Hanım'ın derdi buydu demek.

Kuzenimin eniştemden bir yere -özellikle de bir partiye- gitmek için izin alması genellikle uzun ve acılı bir süreçti. Partiye ise sadece dört gün vardı. Eniştemi ikna etmek Avrupa Birliği Müzakerelerinden bile daha çetrefilli bir süreç olduğu için vakit kaybetmeden üç aşamalı planını uygulamaya başlamıştı.

Planın ilk kısmında babasına durumla ilgili bilgi veriyordu. Ben buna 'bilgilendirme evresi' diyordum.

"Hangi kafedeymiş?" dedi teyzem çatalının ucuna taktığı zeytini teatral bir biçimde ağzına atarak. "Yan sitenin sahilinde mi?"

Evet, teyzemin katılımıyla planın ikinci aşamasına geçilmişti. Destek evresi. Bu evrede teyzem gidilecek yerin ne kadar yakın -hemen yan sitede, hemen yan komşuda, uzak değil hemen yanımızdaki kıtada- olduğunu anlatmaya çalışırdı.

"Teyze orada kafe yok ki," dedim kendime engel olamayarak. Eniştemi göz göre göre kandırmalarına gönlüm razı gelmemişti. "Emekliler lokali var. Oradakilerin vereceği tek parti protez diş partisi olur."

Teyzem bana bezgin bezgin bakarken çenemi kapattım. Böylece kuzenim devam etti.

"Yan sitenin değil, evet." dedi Balım, bir yandan da bana kızgın kızgın bakmayı ihmal etmedi. Aslında 'kızgın' kelimesinin bu durumda doğru bir seçim olduğunu sanmıyorum. Kızın gözlerinden ateşler çıkıyordu resmen.

Muhtemelen partinin tam yerini söylerse, eniştemin izin vermeyeceğini düşünüyordu. Yalan söylemek istemediği için de partinin verileceği kafenin yakında bir yerlerde olduğunu ima ediyordu ve ben az önce bunu fütursuzca batırmıştım. Tebrikler bana!

"Ama bizim siteye çok yakın." dedim yaptığım hatayı düzeltmeye çalışarak. Yüzüme yalan-söylüyorsam-burnum-uzasın diyen dürüst bir ifade oturtmaya çalıştım ve bir kez daha denedim. "Çok yakın."

Eniştem gözünü gazeteden ayırmadan sordu:

"Kimlerle gideceksiniz?"

"Çınar'la." dedi Balım hemen. "Diğer arkadaşları da olacak yanımızda."

"Seldaların oğlu Çınar mı?" diye araya girdi teyzem fırsatı çok iyi değerlendirerek.

Gözlerimi devirmemek için hatırı sayılır bir çaba sarf ettim.

Tanıdık Çıkma Evresi planın üçüncü ve son kısmıydı. Bu safhada teyzem ne yapar eder dışarı çıkacağımız insanlarla aramızda bir bağlantı bulur ve enişteme, onların ne kadar iyi aile çocukları olduğunu göstermeye çalışırdı. Böylece onu ikna etmenin daha kolay olacağını düşünüyordu.

Teyzemin hesaplamamaları ile yazlıktaki ve hatta şehirdeki herkesle bir şekilde tanıdık çıkabilirdiniz. Kadının dünyayı görüş şekli bu şekildeydi. Onun için Ayşe ya da Ahmet yoktu. Eski komşusunun kızının çalıştığı yerdeki adamın kızı Ayşe ya da kayınvalidesinin ahretliğinin torunun oğlu Ahmet vardı.

"Evet, o."

"Aa çok iyi çocuk." diye devam etti ölçülü bir ses tonuyla.

Performansı tek kelimeyle kusursuzdu. Bu tür durumlarda Balım'la ikisinin prova yapıp yapmadığını her zaman merak etmişimdir zaten. Eğer provasızsa ikisi de doğaçlama konusunda müthiş yetenekliydi gerçekten. Bu konuda bir ödül veriliyor olsaydı, teyzemle Balım'ın güçlü adaylar olacağı kesindi. Ama diğer yandan, eniştem de olan bitene gösterdiği yüzde yüz kayıtsızlıkla ödülü hak ediyordu.

"Annesinin bir dediğini iki etmiyor." dedi teyzem eniştemin ilgisini çekebilmek için çırpınarak. "Ekmek almaya git dediği an fırlayıp gidiyor."

Bir kez daha gözlerimi devirmenin eşiğine geldim; ama neyse ki kendimi tutmayı başardım. Teyzeme göre hayırlı evlat olmanın farzı, anne ne zaman istese bakkala fırlamaktı belli ki.

Yüzündeki kayıtsızlık ifadesi silinirken eniştem gazetesini katlayıp masanın kenarına koydu. Sonra da teyzeme dönüp baktı. Plan başarıya ulaşmıştı. Nihayet dikkatini çekmişlerdi.

Teyzemle eniştem açıklayamadığım bir ifadeyle bakıştılar. Daha sonra eniştem uzun uzun -sesli bir şekilde yutkunmamıza neden olacak kadar uzun- Balım'la bana baktı. En sonunda parmağını ikimize doğru sallayarak, "Gece yarısından önce evde olacaksınız." dedi otoriter bir ses tonuyla. "Ayrıca çocuklara söyleyin, sizi evin kapısına kadar getirsinler. Gece vakti sokaklarda tek başınıza gezmenizi istemiyorum."

"Yaşasın!" dedi Balım ayağa fırlayarak ve birkaç adımda babasının yanına ulaştı. Küçük bir çocuk gibi ellerini birbirine çarptıktan sonra eniştemin yanaklarına yüzlerce öpücük bıraktı. Bir yandan da "Teşekkürler baba, teşekkürler. Sen bir tanesin. Sen babaların en iyisisin." deyip duruyordu.

Eniştem fazla yüz vermek istemiyormuş gibi, "Tamam tamam," dedi baştan savarcasına. Ama kızının taşkın sevgi selinin onu memnun ettiği açıktı; çünkü bıyık altından gülümsüyordu. Balım yerine otururken o da gazetesini tekrar eline aldı ve kaldığı yerden okumaya devam etti.

Kahvaltının geri kalanını, Balım'ın neşeli cıvıltılarının arasında kendimi bir şeyler yemek için zorlayarak geçirdim; ama masa toplanırken tabağımın yarısından çoğu doluydu.

Masanın üstündekiler mutfağa taşındıktan sonra Balım teyzem ve enişteme Türk kahvesi yapmak için mutfağa gitti. Yalnızca çok mutlu olduğunda bunun için gönüllü olurdu. Ve şu anda gerçekten çok mutluydu. Kendi deyimiyle kuşlar ve çiçekler kadar mutluydu.

Teyzem de bulaşıkları toparlamak için mutfağa gittiğinde masa örtüsünü silkeledim. Yapacak başka bir şey kalmayınca cebimden telefonumu çıkarıp baktım. Mert hala aramamıştı. Mesaj da atmamıştı.

Telefonu tekrar cebime attıktan sonra sandalyeme oturdum ve masanın kenarında duran gazetelerden birini alıp vakit geçsin diye okumaya başladım. Tam ayağını damacana şişesine sokan bir adamla ilgili gerçeküstü bir habere dalmıştım ki -ayağını çıkarmak için damacananın ağzını kesmek zorunda kalmışlardı ve işin ilginç yanı, adamın bunu girdiği bir iddia yüzünden yaptığı ortaya çıkmıştı- eniştem bana seslendi.

"Biraz konuşalım mı Berra?"

"Efendim?" dedim tedirgin bir şekilde ve gazeteyi katlayıp masanın üzerine bıraktım.

"Şu parti konusunda içimin pek rahat olmadığını söylememe gerek yoktur herhalde."

Yoktu. Eniştemin gitmemizi istemediğini gayet iyi biliyordum. İşte tam da bu yüzden bize neden izin verdiğini merak ediyordum. Oysa ben onun bize izin vermemesi ihtimalini sevmiş, buna bel bağlamıştım.

"Sırf sen de gidiyorsun diye Balım'a izin veriyorum. Çünkü sen akıllı kızsın. Bizimkinin aklı bir karış havada, biliyorsun."

Bir şey demedim. Çünkü Balım başını belaya sokmak için gereken her türlü niteliğe fazlasıyla sahipti. Güzeldi, saftı ve çok iyi niyetliydi. Tüm bunlar çok sayıda hayranla birleşince tam bir bela parotoneri halini alıyordu.

"Bu yüzden sana emanet. Ona göz kulak ol, olur mu Berra?"

"Merak etme enişte," dedim içini rahatlatmaya çalışarak. "Gözüm hep üstünde."

"Güzel." dedikten sonra gazetesini tekrar eline alıp çarşaf gibi açtı. Sonra da okuma gözlüklerinin üzerinden tekrar bana baktı.

"Şu Çağatay mıdır Çelik midir nedir, ne iş o?"

"Çınar," diye düzelttim. "Sadece bir arkadaş... İyi bir çocuk..."

"Öyle mi?" dedi; ama yüzümdeki ifadeden ve verdiğim tepkiden daha fazlası olduğunu anlamıştı. Neyse ki fazla üstünde durmadı. Ama konuyu tamamen kapatmadı da, sohbetin yönünü hafifçe değiştirip devam etti.

"Bak Berra, olanların ben de farkındayım. Artık büyüdünüz. Size eskisi kadar karışamayacağımızı, sizi kısıtlamaya hakkımız olmadığını biliyorum. Gezmek tozmak, eğlenmek sizin en doğal hakkınız. Ama ortam bu kadar kötüyken... Yani dolar yükselip duruyor, görüyorsun."

Doların yükselmesiyle bizim gezmemiz arasındaki bağlantıyı kuramasam da onu onaylar gibi başımı salladım ve ekledim:

"Euro da yükseliyor tabii. Hele çeyrek altının fiyatı..."

"Kesinlikle." dedi başını aşağı yukarı sallayarak, ne demeye çalıştığını anladığım için rahatlamış gibi görünüyordu. "Ortam böyleyken sizi dışarı göndermek istemiyorum pek. Sizden ziyade dışarıdakilere güvenmiyorum. Teyzen şu Çağdaş denen çocuğu ne kadar severse sevsin..."

"Adı Çınar aslında." diye düzelttim tekrar. Bunu niye yaptığımı bile bilmiyordum. İçimdeki aptal otomatik düzeltme mekanizması yüzündendi herhalde.

"Ben tanımıyorum." diye devam etti beni duymazdan gelerek. "Bu yüzden de ona güvenmiyorum. Dediğim gibi; Balım Çetin'e değil, sana emanet. Dikkat et ona kızım."

Çınar'ın ismini bilerek yanlış söylediğinden şüphelenmeye başlamıştım. O yüzden bu defa kendimi tutup onu düzeltmedim.

Eniştem konuyu kapattığını belli edercesine gazetesine döndüğünde, bende bakışlarımı masanın üzerinde duran gazeteye indirdim. Fakat gözlerim saçma ötesi haberlerin üzerinde dolanırken aklım okuduklarımdan uzaktı. Mert bile bir süreliğine çıkmıştı aklımdan. Eniştemle Balım'ın ne konuştuğunu düşünüyordum. Kuzenimin ne söyleyip de eniştemin birdenbire yumuşamasını nasıl sağlamış olabileceğini merak etmekten kendimi alamıyordum.

Her ne konuştularsa kesinlikle işe yaramıştı. Yine de eniştemin Çınar konusuna pek sıcak bakmayacağı da açıktı. İsmini bile doğru düzgün telaffuz etmek istemiyordu. Bu yüzden de Balım'la aralarında bir şeyler olduğunu öğrenirse nasıl bir tepki vereceğini kestirmek zordu. En büyük korkularımdan biri ikisinin arasındaki şey yüzünden beni suçlamasıydı. Teyzemle eniştem son iki yıldır bana karşı öyle iyi ve destekleyiciydi ki güvenlerine ihanet ettiğimi düşünmelerini asla istemezdim.

Balım elinde kahvelerle masaya geldiğinde yapmam gereken bir şeyler olduğunu mırıldanarak masadan kalktım ve içeri girdim. Merdivenlerden inip Balım'la paylaştığımız odaya gittim. Kendimi yatağıma bırakıp gözlerimi tavana diktim.

Mert'le ilgili hislerimin nasıl değiştiğini şu anda bile tam olarak açıklayamasam da ilk fark ettiğim günü net bir şekilde hatırlıyordum.

Sıkıcı bir beden eğitimi dersinde sınıftaki kızlarla tribünlere oturmuş vakit öldürüyorduk. Bir süre havadan sudan konuşulduktan sonra konu birden Mert ile bana gelmişti. Zaten hep öyle olurdu. Sınıftakiler -özellikle de SAS üçlüsü- Mert'le gizlice çıktığımızı ve bunu herkesten sakladığımızı düşünüyorlardı. Bu yüzden de beni sürekli sorguya çekip ağzımdan laf almaya çalışıyorlardı.

O gün de Mert'le aramızda neler olduğunu -hayır, gerçekten neler olduğunu- öğrenmeye çalışmış, üstüme gelmişlerdi yine.

"Çok yakışıyorsunuz."

"Çift gibisiniz zaten."

"Çıkmaya başlamadınız mı siz hala?"

Bunun üstümde nasıl bir baskı oluşturduğunu anlamanız için açıklayayım, SAS üçlüsü (Sinem, Arzu ve Seren) sınıfın en azılı umutsuz romantiklerinden oluşuyordu. Ve beni resmen kıskaca almışlardı. Bir tanesiyle başa çıkabilirdim. İkisiyle bile bir şansım vardı. Ama üçüyle birden başa çıkmam imkansızdı.

Onlara o yıllarda dilime pelesenk olmuş cevabı vererek başımdan savmaya çalışmıştım:

"Biz sadece arkadaşız."

Böylece üçlü torpido saldırısına başlamışlardı.

"Kesin hoşlanıyorsun sen Mert'ten." diye görüşünü bildirmişti grubun gözlemci üyesi Arzu. "O da senden hoşlanıyor."

"Hayır," demiştim bıkkın bir şekilde. "Ben..."

"Bizden saklamana gerek yok."

Bunu söyleyen Seren'di. Kendisini 21. yüzyıl Sofistlerinden biri olarak tanımlayabilirdim; çünkü her şeyden şüphelenir ve hiçbir şeye tam olarak inanmazdı. Kısacası 'öküz altında buzağı aramak' deyiminin icat edilme sebebi olabilecek türde biriydi.

"Bizden sır çıkmaz biliyorsun." demişti grubun sır tutma misyonunu yüklenen üyesi Sinem.

"Kızlar ben gerçekten de..."

Arzu bir kez daha konuşmama izin vermemiş ve gözlemci bakış açısıyla olayı yorumlamıştı.

"Berra, Mert'in sana olan bakışlarını gördük."

"Bizden saklamana gerek yok."

"Bizden sır çıkmaz hem, biliyorsun."

"İkiniz de birbirinizden hoşlanıyorsunuz işte." diye bastırmıştı Arzu. "Uzatmayın artık."

İşte bu üçü, tabiri caizse eşeğin aklına karpuz kabuğu sokar gibi, Mert'i aklıma sokmuşlardı.

Ve BAM!

Böylece ona aniden farklı bir gözle bakmaya, ellerimiz birbirine değdiğinde heyecanlanmaya ve sürekli onu düşünmeye başlamıştım. Başıma gelebilecek en saçma şeyin bu olduğunu düşünüyordum. Ama sonra kızlar Mert'e hissettiklerimi söylemem için aklıma girip beni cesaretlendirdiğinde gerçekten başıma gelebilecek en saçma şey geldi.

Şu hikayeyi bilirsiniz:

Kız en iyi arkadaşı olan çocuğa onu sevdiğini söyler. Çocuk şaşırır ve başta bu durumu kabullenemez. Ama en sonunda o da kızı sevdiğini anlar. Kızdan özür diler. Hikayenin sonunda kıza minik tatlı bir jest yapar ve sonsuza kadar mutlu yaşarlar. Falan filan.

Eh, bizim durumumuz bundan biraz daha farklı gelişmişti.

Ben Mert'e onu sevdiğimi söylemiştim, evet. O da başta çok şaşırmış ve durumu kabullenememişti. Fakat bundan sonrası yoktu işte. Arkadaşlığımız sonsuza kadar bozulmuş ve benim aptallığım yüzünden sona ermişti. Ve Mert beni iki yıl boyunca bir daha aramamıştı. Beş ay öncesine kadar...

Beş ay önce bir akşam beni aramıştı. Yanlışlıkla aramış olabileceğini düşünerek telefonu açmamıştım. Sonra bir daha aramıştı. Yine açmamıştım. Bu defa mesaj atmaya başlamıştı.

O zamandan beri ara ara mesaj atıyordu. Bazen de arıyordu. Ama ne mesajlarına ne de aramalarına dönüyordum. Bir yanım ona cevap vermek istiyordu. Neden birdenbire yana yakıla beni aramaya başladığını merak ediyordum. Diğer yanım ise artık bunun hiçbir önemi olmadığını söylüyordu. Elbette ikinci yanım daha ağır basıyordu.

Telefonun ekran kilidini açtım ve beni neden arayıp durduğunu anlama umuduyla Mert'in gönderdiği mesajları en baştan itibaren okumaya başladım. Beni aradığında hazırlıksız yakalanmak istemiyordum. Hem kendimi bundan kötü hissetmemi sağlayamazlardı, değil mi?

Beş dakika sonra yanıldığım ortaya çıktı. Kendimi öncesinde olduğumdan çok daha kötü hissediyordum. Bunun nedeni Mert'in mesajları aşağı yukarı birbirinin aynı olan mesajları değildi, hayır. Zaten mesajlar genel olarak şu şekildeydi:

Seni görmem lazım.

Seninle konuşmam gerek.

Telefonlarımı aç artık.

Eski en iyi arkadaşımın benden ne istediği hakkında en ufak ipucu barındırmayan bu mesajların yaptığı en kötü şey beni, son kez görüştüğümüz günü hatırlamaya zorlamaktı. Ve o günün anısı hala kalbimi sıkıştıracak kadar güçlüydü.

Arkadaşlığımızın başlangıcı ve duygularımın geçirdiği değişimin hikayesi basitti. Kalbimi kırışının hikayesi ise bundan biraz daha karışıktı.

Mezuniyet balosundan üç hafta önce Mert benimle konuşmak istediği önemli bir konu olduğunu söylemişti. Neyle ilgili olduğunu sorduğumda bile ser verip sır vermemiş, sınıfta konuşulamayacak kadar özel bir şey olduğunu söylemişti sadece. Ertesi akşam bizim hamburgercide buluşmak üzere anlaşmıştık. Merak ve heyecan karışımı hislerle sınıftan çıkmak üzereyken Arzu beni yakalamıştı.

"Sana söylemiştim!" derken gözleri bu yeni ve heyecan verici dedikodudan dolayı resmen parlıyordu. "Senden hoşlanıyor, yarın akşam açılacak."

"Sesini biraz alçaltır mısın lütfen?" diye tısladım. "Ayrıca bunu nasıl duydun sen?"

"Kulaklarım hassastır." dedi kısaca. "Her neyse, bırak şimdi bunu. Seren dün Mert'i balo için bilet alırken görmüş."

"Nasıl böyle her yerde olabiliyorsunuz?" dedim şaşkınca.

"Boş versene, önemli olan bu mu şimdi?" diye savuşturdu sorumu. "İki bilet almış Berra. İki tane."

"Eee?"

Gözlerini devirdi. "Ee mi? Bu işlerde gerçekten kötüsün. Bir de senin için gerçekten akıllı derler."

"Teşekkürler."

"Mert o biletleri senin için almış olmalı şapşal. Yarın akşam senden hoşlandığını ve baloya birlikte gitmek istediğini söyleyecek."

Kaşlarımı çattım. "Bundan pek emin değilim. Yani biletleri almadan önce sorması gerekmez miydi?"

"Öylesi romantik olmazdı ki."

"Öyle mi dersin?" dedim ama hala emin değildim.

"Yüzde doksan dokuz oranında eminim, yarın akşam sana açılacak. Sen de ona nasıl hissettiğini söylemelisin."

İşin aslı, yüzde doksan dokuz işlerin kötü gitme olasılığıydı.

Ertesi akşam hayatımdaki en kötü kararlardan birini -mezuniyet günü lacivert cüppenin içine lacivert elbise giyme kararımdan bile daha kötü, evet- verip o hamburgercide Mert'e hislerimden bahsettim.

Her zamanki masamıza karşılıklı oturduk. İnanılmaz gergindim. Çünkü onu sevdiğimi söylemek tam bir kumardı. SAS üçlüsü ne derse desin, Mert'in bana 'aşık olduğuna' falan inanmıyordum. Belki hoşlanıyor olabilirdi. Tıpkı benim gibi. Yüzde doksan dokuz dibi iddialı olasılık hesaplarım da yoktu, bence şansım yarı yarıyaydı.

Onu sevdiğimi söylediğimde olabilecek iki şey vardı:

O da beni sevdiğini söyleyebilirdi. Öyleyse güzel olurdu. Birlikte baloya giderdik ve sonsuza kadar mutlu mesut yaşardık. Öte yandan beni reddedebilirdi de, bunu yaparsa devamında neler olacağını kestiremiyordum.

"Ee, b-bana bir şey söylemek istediğini..." Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. "Yani bir şey söylemek istiyordun."

"Sen de bir şey söylemek istediğini söylemiştin." dedi hamburgerinden bir ısırık alırken.

"Önce sen." dedim zaman kazanmaya çalışırken.

"Sen söyle."

Ve işte o garip sessizlik anı. Vazgeçme şansım. Mert'in başını kaldırıp dikkatle bana bakması. O bakış, o sözler...

"Uzatma Brownie," dedi gülümseyerek. "Bana söyleyeceğin şey neydi bakalım?"

Dokuzuncu sınıfta resim projesi olarak kullanılmış yağlı kağıttan çiçek yaptığımdan beri bana Brownie diyordu. Eskiden bu hoşuma giderdi. Şimdi ise son derece anlamsız geliyordu.

"Mert ben seni seviyorum."

Hata ettiğimi anlamam iki saniyemi aldı. Onu sevdiğimi söylemek kocaman bir hataydı. Bunu anlamak için yüzünde beliren allak bullak ifadeyi görmeme gerek yoktu. Kelimeler ağzımdan çıktığında en ufak rahatlama hissetmemiştim, onun yerine kalbimin üzerinde bir ağırlık hissetmiştim.

Ben kendi düşüncelerimin ve duygularımın iç içe geçmiş girdabıyla mücadele ederken Mert ne yapacağını bilmiyormuş gibi rahatsızca kıpırdandı. Böyle bir şey beklemediği açıktı. Bunun yanı sıra yüzünde öyle bir ifade vardı ki beni reddedeceğini saniyesinde anladım.

"Berra," dedi çatlak bir sesle. "Benim hoşlandığım başka biri var."

Her şey korkunç bir şekilde yanlış gidiyordu. Beklediğim rahatlama hissi gelmemişti. Reddedilmiştim. Mert beni sevmiyordu. Başka birinden hoşlanıyordu. Biletleri de onun için almış olmalıydı.

"Hataydı." demiştim ondan çok kendime itirafta bulunarak. "Aptalca bir hata... Özür dilerim Mert. Benim gitmem lazım."

Sandalyeden kalkarken ve hamburgerciden çıkarken bana seslendiğini duymuştum ama onu umursamadan çıkış kapısına doğru ilerlemiştim. Ondan sonrası biraz bulanıktı. Otobüse binerken, inerken ve eve girip odama giderken rüyada gibi hareket ediyordum. İdrak edebildiğim iki şey vardı:

Birincisi en iyi arkadaşımı geri dönülemez bir biçimde kaybetmiştim. İkincisi ise, ilk defa birine onu sevdiğimi söyleyip sevgime karşılık bulamamıştım. Yine de hissettiklerim bana babamla aramızda geçenleri –ilk ve en büyük kalp kırıklığımı- hatırlatması yönünden oldukça tanıdıktı.

Dünyada reddedilmek kadar can yakan pek az şey var. Ve evet, bu benim ilk seferim değildi. Bu yüzden de Mert benim ikinci büyük kalp kırıklığımdı.

Aynı gün içinde hem reddedilmek hem de en iyi arkadaşımı kaybetmek bana çok ağır geldiği ve utançtan yerin yüzlerce metre dibine geçtiğim için kendimi odama kapatmıştım. Günlerce. SAS üçlüsünün sohbet çabalarını başarıyla savuşturmuş, mezuniyete kadar Mert'ten köşe bucak kaçmıştım. Baloya da gidememiştim üstelik. O geceyi Titanik izleyip dondurma yiyerek geçirmiş ve bolca gözyaşı dökmüştüm.

Çıkardığım dersler şunlardı:

Böyle durumlarda Titanik ve dondurma en iyi dostunuzdur. Aptal romantik komedilerin bir şey bildiği yoktur. Arkadaşınıza onu sevdiğinizi söylediğinizde mutlu mesut yaşamıyorsunuz. Birine 'seni seviyorum' dediğinizde muazzam bir rahatlama hissetmiyorsunuz. Ve dondurma -özellikle bol çikolatalıysa- üzüntüye gerçekten iyi geliyor.

İşin iyi tarafını görürsek dedi İyimser Berra beni rahatlatmak adına cılız bir girişimde bulunarak. Mert seni hala umursuyor olmalı. Yoksa niye bu kadar uğraşsın ki?

"İşte o," diye mırıldandım kendi kendime. "Çok iyi bir soru."

Telefonu komodinin üstüne bırakıp yatağımda bir kez daha yuvarlandım ve sırt üstü uzandım. Bakışlarımı tavana diktim. Tavanın boş beyazlığını seyretmek kafamı boşaltmamı sağlardı genellikle. Ama bugün o bile kar etmiyordu.

Gözlerim komodinin üstüne saatli bomba gibi duran telefona takıldığında bir iç çektim. Keşke kafamı da yerinden çıkarıp telefonum gibi bir süreliğine komodinin üstüne bırakabilseydim. O kendi kendine düşünseydi. İşi bitince tekrar yerine taksaydım. Ne yazık ki, Neredeyse-Kafasız-Nick olmadığım sürece bu imkansızdı.

Balım birkaç dakika sonra odaya girdiğinde hala tavanı izlemekle meşguldüm. Yatağımın ucuna oturup adımı söylediğinde gözlerimi tavandan ayırdım.

"Efendim?"

"Neyin var senin?" diye sordu bir bacağını diğerinin üstüne atarken. "Dünden beri bir tuhafsın. Telefonun elinden düşmüyor, dalgınsın."

"Mert," dedim kısaca. "Yine aramaya başladı."

"Mert mi?" dedi onu hatırlamaya çalışıyormuş gibi kaşlarını çatarak. "Lisedeki çocuk mu?"

"Evet, o."

"Ne istiyormuş?"

"Bilmem." dedim dudaklarımı büzerek.

"Siz ikiniz neden küsmüştünüz sahi?" dedi yatakta hareket edip sırtını duvara yaslarken.

Sorusuyla birlikte tedirgin bir biçimde yutkundum. Balım'a, Mert'le arkadaşlığımızın bitme nedenini anlatmamıştım. Anlattığım takdirde bana destek olacağını ve beni teselli edeceğini biliyordum. Ama aynı şekilde, yaptığı ve söylediği hiçbir şeyin beni rahatlatmayacağını da biliyordum. En çok da bu yüzden anlatmamıştım sanırım. Anlatmam onu üzmekten başka bir işe yaramayacaktı.

"Saçma sapan bir şey işte." dedim omuz silkerek. Kemiklerimden veya kaslarımdan gelen ürkütücü ve uğursuz sesle yüzümü buruşturdum. Yatarken omuz silkmek kolay iş değildi. Cidden.

"Öyleyse bu fırsatı kaçırma ve aranızı düzelt."

"Bilmem." dedim yine. Elbette bilmediğimden değildi. Mert'le aramızı düzeltme yönünde en ufak isteğim yoktu; fakat kuzenimin konuyu kurcalamaktan vazgeçmesinin tek yolu buydu.

Tam da beklediğim gibi, "Çınar mesaj attı az önce." diye konuyu değiştirdi Balım.

"Öyle mi?" dedim yataktan doğrulup bakışlarımı ona çevirerek. Sonra da sahte bir neşeyle tıpkı onun mutlu olduğu zamanlarda yaptığı gibi ellerimi birbirine çarptım. "İnanmıyorum, çok heyecanlandım."

"Berra ya," dedi Balım gözlerini devirerek. "Bir kerecik dalga geçmesen, beni uğraştırmadan giyinsen ölür müsün?"

"Yapamam." dedim kendimi tekrar yatağa bırakırken. "Çünkü seninle gelmiyorum. Dışarı çıkıp sosyalleşme modumda değilim."

"Ne zaman o moddasın ki sen?" dedi Balım zarafetle yataktan sıçrayıp tepeme dikilerek. "Hadi hadi, kalk."

Kolumu tutup çekiştirmeye başlamadan önce son kez şansımı denedim:

"Mert'ten telefon bekliyorum Balım. Bugünlük bensiz gitsen olmaz mı?"

"Ne zaman arayacak?"

"Bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Her an arayabilir."

"Saçmalık." dedi Balım beni çekiştirmekten vazgeçip dolabımıza doğru ilerlerken. "Bütün gün bu kasvetli odaya tıkılıp eski bir arkadaşının aramasını mı bekleyeceksin?"

Bir süre düşündüm. Balım'ın bu konuda hakkı vardı. Burada Mert'in telefonunu yakalamak için beklerken kafayı yeme olasılığım oldukça fazlaydı. Hatırlamak istemediğim anıların saldırısına uğrayacaktım. Kalbim burkulacaktı. Ve muhtemelen Not Defteri izlerken bir kutu dondurmayı mideme indirecektim.

Balım suratımın ortasına tek parça mayomu ve yeşil çiçekli beyaz elbisemi fırlattığında, "Çok kibarsın." diye homurdandım. Ama hemen sonrasında doğrulup üstümdekileri çıkardım.

Giyinirken dünya üzerindeki en şanssız insan olduğum düşüncesini kafamdan atamıyordum. Kuzenimle sahile gitmenin en iyi seçeneğim olduğuna inanamıyordum. Böyle bir seçeneğin en iyi olduğu dünyanın adil bir yer olduğunu kimse söylemesin lütfen.

En azından diye araya girdi İyimser Berra. Vakit daha hızlı akar.

Eh, bardağın dolu tarafını görmek pek benlik olmasa da bu konuda ona hak vermemek elde değildi. Vaktin hızlı akması şu anda tam da ihtiyacım olan şeydi.

***

Sahile indiğimizde gözüme ilk çarpan Eray oldu. Algıda seçicilik yaptığımı falan düşünmeyin. Geniş omuzları ve uzun boyu yüzünden metrelerce öteden fark ediliyordu. Ayrıca hafif bronz teni ve yakışıklı yüzüyle öyle parlak görünüyordu ki bakışlarınızı resmen üzerine çekiyordu.

Bakışlarımı ondan uzaklaştırıp diğerlerini görmeye çalıştım. Miray söylediği gibi İstanbul'a gittiğinden yoktu. Gökhan ve Hazal kumların üzerine oturmuş sohbet ediyordu. Çınar da elinde telefonuyla volta atıyordu.

Balım önde ben arkada merdivenlerden aşağı indik ve kumların üzerinden ilerleyerek grubun yanına ulaştık. Kısa ve gürültülü bir selamlaşma faslı oldu. Kaan ve Hazal beni özellikle sıcak bir şekilde karşıladıklarında ister istemez gülümsedim. İkisine karşı açıklanamaz bir sempati duyuyordum.

Gökhan ve Çınar'la da kısaca selamlaştıktan sonra başımı hafifçe sağa çevirdim ve Eray'la göz göze geldim. Ne zaman izlendiğim hissine kapılıp etrafıma bakınsam bakışlarını yakalıyordum zaten. Birileriyle konuşurken, gülerken ya da tek başıma otururken bakışlarını sürekli üzerimde hissediyordum ve bu, o etraftayken sürekli savunmaya geçmeme sebep oluyordu.

Her zamanki suratsızlığıyla öylece durup yüzüme bakarken onun tavırlarının da pek normal olmadığını düşündüm. Biraz önce kuzenimle gayet normal konuşup şakalaşırken, sıra bana geldiğinde tabiri caizse taş kesilmişti. Çatık kaşları, sımsıkı kenetlenmiş çenesi ve pek de dost canlısı olmayan bakışları benimle konuşmak istemediğini açıkça ortaya koyuyordu. Ama bir yandan da bakışlarını üzerimden çekmiyordu. Ne yapmaya çalışıyor olabilirdi?

Dik bakışlarından rahatsız olduğumu hissettiğimde ben de ona kaba kaba bakmaya başladım. Dil çıkarmama ramak kalmıştı ki Balım'ın kolumu çekiştirmesiyle bakışlarımı o soğuk çamur rengi gözlerden ayırdım.

Kuzenim kısaca başka bir kumsala gideceğimizi açıkladıktan sonra koluma girdi ve adımlarımızı hızlandırıp Çınar'ın yanında yürümeye başladık.

On dakikalık yürüyüşün ardından bizimkinden daha az kalabalık ve sessiz bir kumsaldaydık. Kalabalık olmaması iyiydi ama burada da şezlong yoktu. Dolayısıyla havlularımızı yere sermek zorunda kalmıştık.

Hazal ile ben havlularımızı yan yana serip uzandık. Daha doğrusu o güneş gözlüklerini takıp uzandı ben ise tüm vücudumu yüksek spf'li kreme bulayıp bağdaş kurdum. Çınar ve Balım doğrudan denize girerken Eray ile Kaan bizden biraz uzakta bir noktada duruyorlardı. Hayır, sadece öyle durmuyorlardı elbette. Bir şeyler konuşuyorlardı. Gözlerimi biraz kısınca konuşanın Kaan olduğunu ve Eray'ın ciddi bir ifadeyle onu dinlediğini gördüm.

"Gözlerin mi daldı?"

Bakışlarımı o ikisinden uzaklaştırıp Hazal'a yönelttim. Bana attığı can simidine tutunmaya ve bahane olarak kullanmaya karar vererek gülümsedim. "Evet, bir an dalmışım."

Başını sallayarak o da Kaan ile Eray'ın durduğu yere baktı. "Şu ciddiyete bak. Gören de çok önemli bir şey hakkında konuştuklarını sanır."

Tam bu esnada Kaan her ne söylediyse Eray gözlerini devirdi. Gerçekten, ne hakkında konuşuyorlardı acaba?

"Belki de öyledir."

"Eray, tamam. Ama Kaan'la ciddi bir sohbet?" Kendi sözlerine güldü. "Hiç sanmıyorum."

Gözlerim Eray'a takıldığında kelimeler ağzımdan istemsizce döküldü. "Hep ciddi midir böyle?"

"Kim, Eray mı? Her zaman. Çocukluğuma dair hatırladığım anılardan birinde hep birlikte dondurma yiyoruz. Beş altı yaşlarındayız. Ve bil bakalım ne, o zaman bile kaşları çatık."

"Gerçekten mi?" dedim gülerek.

"Gerçekten." O da gülüyordu. "Öyledir Eray. Sessiz, ciddi, ağır başlı."

"Bence kibirli, soğuk, mağrur daha uygun olur." diye mırıldandım kendi kendime.

"Ne dedin?"

"Bence biraz soğuk biri dedim." Bunun üzerine ifadesi sertleşince düzeltmeye çalıştım. "Soğuk derken mesafeli yani, kolay kaynaşamıyor."

"Anladım." derken ifadesi tekrar yumuşamıştı. "Evet, sanırım öyle. Onu o kadar uzun zamandır tanıyorum ki diğer insanların yanında nasıl davrandığının ya da dışarıdan nasıl göründüğünün farkında değilim. Ama kimse göründüğü gibi değildir, değil mi?"

Bakışları artık Eray'la Kaan'ın olduğu noktada değil, Gökhan'daydı. Galiba bahsettiğimiz kişi Eray değildi artık.

Onun Gökhan'a nasıl baktığını görünce aklıma Mert geldi. Buruk bir gülümsemeyle "Ne yazık ki, bazıları göründüğünden fazlası değil." dedim.

"Ne yazık ki." diye tekrarladı omuzları düşerken.

Hazal, Gökhan'dan gerçekten hoşlanıyor olmalıydı. Ne zamandır devam ediyordu bu durum acaba? Bu durumu sır olarak saklamayı başarabilmiş miydi? O da benim gibi kendini yalnız hissediyor muydu?

Onunla bu konu hakkında konuşmak, içini rahatlatacak bir şeyler söylemek istiyordum. Onu anladığımı mesela... Cidden anlıyordum çünkü. Ama bunu söyleyemezdim. Doğru olmayan bir şeyler söyleyerek onu yanlış bir şeye teşvik etme veya kalbini kırma riskini alamazdım. SAS üçlüsü ve Mert ile yaşadıklarım benim için büyük ve acı bir tecrübe olmuştu. Bir benzerini Hazal'a yaşatmak istemiyordum.

Gerçi... Belki de Hazal bunu ilk kez yaşamıyordu. Bütün bu arkadaşıma-aşık-oldum durumunu daha önce Çınar'la deneyimlemiş olabilirdi. Şu anda da hali hazırda gruptaki çocuklardan birine ilgi duyuyordu. Bu, bu konuda bir eğilimi olduğunu göstermez miydi?

Hazal daha fazla sohbet etmek istemediğini belirtircesine sırtüstü uzandı. Ben de ne yapacağımı bilmez biçimde ellerimle oynamaya başladım. Normalde denize girmek yerine şemsiyenin altına saklanıp kitap okumayı tercih ederdim. Ancak burada şemsiye yoktu. Eh, bu durumda doğrudan güneş ışığına maruz kalıp cilt kanseri riskini arttıracağıma denize girip serinlemek daha iyi bir fikirdi.

Size söylemiştim, değil mi? Kısıtlı seçenekler ve adaletsiz dünya.

Hazal'a denize girmek isteyip istemediğini sormak üzere ağzımı açmıştım ki Kaan yanımızda bitti.

"Hadi yüzmeye gidelim."

"Ben de aynı şeyi düşünüyordum." dedim ona sırıtarak.

Hazal ise hiç istifini bozmadan hatta kafasını bile kaldırmadan cevap verdi. "Ben güneşin tadını çıkaracağım."

"Bütün gün böyle yatacak mısın?" diye üsteledi Kaan.

"Hayır tabii ki," dedi Hazal bundan daha mantıksız bir şey olamazmış gibi. "On dakika sonra yüzüstü uzanacağım."

Bunun üzerine Kaan'ın yüzünde öyle şeytani bir sırıtış belirdi ki Hazal görse eminim bu konuda bir şeyler yapması gerektiğini anlardı ama görmedi. Ben de Kaan'ın niyetini anlamak ve kızı uyarmak için fazlasıyla geç kaldım.

Kaan yerdeki duran bir buçuk litrelik, buz gibi suyu alarak hiçbir itirazımıza ve bağırış çağırışımıza aldırmadan ikimizi de ıslatmaya başladı. Yarım saattir güneşle doğrudan temas halinde olduğum için su bana epey soğuk geldi ve kelimenin tam anlamıyla don-dum. Öyle ki çenem bile titremeye başlamıştı.

Bu esnada Hazal avazı çıktığı kadar bağırarak tehditler savuruyor ve intikam almak için Kaan'ı kovalıyordu. Doğrusu bu defa ben bile onun iyi bir dersi hak ettiğini düşünüyordum. Bu yüzden Hazal'dan kaçmak için arkama sığındığında onu itip düşmesini sağladım. Böylece Hazal onu yakaladı ve başını aşağı bastırıp bir süre suyun içinde tuttu.

Kaan başını sudan çıkardığında haddinden uzun olan saçları horoz ibiği gibi havaya kalkmıştı. Bu görüntüye şapşal sırıtışı da eklenince ortaya çıkan manzara gülünmeyecek gibi değildi. Hazal da ben de daha fazla dayanamadık.

Bir süre neye güldüğümüzü anlayamadan şaşkın şaşkın bakan Kaan da kahkahalarımıza dayanamayarak gülmeye başladı. Daha sonra ben biraz sakinlik istediğime karar verip yanlarından ayrıldım ve derine ilerledim.

Ayaklarım hala yere basıyordu ama kıyıdan ve diğerlerinden epey uzaklaşmıştım. Denizin bu kısmı epey serin olduğundan kollarımı kendime sardım ve titrememeye çalıştım. Biraz hareket edip ısındıktan sonra kafamı boşaltmak için gözlerimi kapatmaya niyetlenmiştim ki nereden çıktığını anlayamadığım Eray birdenbire önüme geçip tam karşımda durdu.

(Tam bu noktada bölümün başında önerdiğim şarkıyı Faster - Sofi de la Torre başlatmanız ve bölümün kalanını öyle okumanız tavsiye edilir.)

O parlak zırhlı bir şövalyeymiş ve ben de zayıf, küçük bir ejderhaymışım gibi -bir ejderha ne kadar zayıf ve küçük olabilirse tabii-anında savunmaya geçtim. Onun karşısında hiçbir zayıflık göstermemeye kararlı bir şekilde yüzüme sarsılmaz bir ifade yerleştirdim.

"Ne yapıyorsun?" dedim dişlerim birbirine vurmasın diye hatırı sayılır bir çaba harcarken.

Ne yazık ki kolay üşüyen biriydim. Saçlarımdan süzülen su damlaları, omuzlarıma ve sırtıma değdiğinde iyice üşüdüğümü hissettim. Eray'ın bakışlarının üzerime fırlattığı buz parçalarının da durumuma bir faydası olduğu söylenemezdi tabii.

Eray tek kelime etmeden başını hafifçe yana yatırdı. Bakışları yavaşça ıslak saçlarımda ve kızardıklarından emin olduğum yanaklarımda dolaştı. Yüzümü turlamayı bitirdiğinde gözlerimin içine dik dik bakmaya başladı.

Bana bakış tarzında açıklayamadığım bir şey vardı ve bu epey rahatsızlık vericiydi. Ondan hoşlanmamak için epey sebebim olmasına rağmen bakışlarıyla ilgili neyin beni bu kadar rahatsız ettiğine tam olarak parmak basamıyordum. Neden gözlerini üzerime diktiği her seferde dizlerimin güçsüzleştiğine ve bin beş yüz voltluk akım taşıyan elektrik telleri gibi gerim gerim gerildiğime de bir anlam veremiyordum.

"Anlamaya çalışıyorum." diye cevap verdi Eray bir süre sonra ağır ağır.

"N-neyi anlamaya çalışıyorsun?"

Dudaklarını hafifçe birbirine bastırdı ve gözlerini benden ayırmadan cevapladı. "Seni."

"Neden?" dedim kaşlarımı çatarak.

"Neden bana böyle davranıyorsun?" diye sordu, benim sorumu duymazdan gelerek. "Benim dışımda herkesle gayet iyi anlaşıyorsun."

Ne demek istediğini anlamamış gibi baktığımı gördüğünde başıyla, çocukça bir su savaşı yapmakla meşgul olan Kaan'la Hazal'ın olduğu tarafı işaret etti.

Kaşlarım bu defa yay gibi gerilip havaya kalktı. Kaan'la ve Hazal'la konuşup onunla konuşmamam rahatsız olmasına mı neden olmuştu yani? Ne alakaydı şimdi?

"Karşımdaki bana nasıl davranırsa..." dedim her heceyi vurgulayarak. Bu sırada iliklerime hatta parmak uçlarıma kadar üşüsem de buz gibi bakışlarına aynı şekilde karşılık verdim. "Ben de öyle davranıyorum."

Eray'ın dudakları alaycı bir gülümsemeye ev sahipliği yapmak üzere tek bir yana doğru kıvrıldı. Yüzünden pek çok ifade geçti ve bu sırada yüz hatları tarifi imkansız bir şekilde yamulup büküldü; ama bu onu daha çekici kılmaktan başka bir işe yaramadı. Öyle ki birazdan isyan bayraklarını açabilirdim.

Allah aşkına, bu çocuğu çirkinleştirmenin herhangi bir yolu yok muydu?

Yamuk yumuk yüz hatları kimsede çekici durmazdı, durmamalıydı. Nokta.

"Ben senden nefret ediyormuş gibi mi davranıyorum?"

"Hayır," dedim en alaycı ifademi takınarak. "Sadece benimle soğuk soğuk alay ediyorsun."

Söylediklerimle birlikte bana biraz daha yaklaştı. Aramızdaki boy farkı düşünüldüğünde, 'tepeme dikildi' dememin daha doğru olacağına karar verdim. Sanki ben sadece manzarası için tutulan bir daireydim ve o da bütün manzarayı kapatan yedi katlı bir binaydı. Gerçi bu durumda asıl manzara oydu; ama neyse.

"Alay mı ediyorum?" dedi birden ciddi bir ifadeye bürünerek. Delici bakışlarının arasında merak dolu pırıltılar asılıydı. "Soğuk soğuk hem de?"

"Retorik bir soru muydu bu?"

"Hayır," Bir adım daha yaklaştı. "Cevap bekliyorum."

Beklenmedik hamlesiyle yarım adım geriledim. Yer değiştirmek soğuk dalgasının vücuduma dalga dalga yayılmasına sebep oldu. Titrememe mani olabilmek adına kollarımı kendime sardım; ama birazcık bile ısınmayı başaramadım. Çünkü Eray gözlerini inatla benden ayırmıyordu.

Bana çözmek istediği bir bulmacaymışım gibi bakıyordu ama bu çok anlamsızdı çünkü asıl bulmaca oydu.

Dudaklarımın titremesini engellemek için alt dudağımı hafifçe ısırdım. Bilinçsizce yaptığım bu ufak hareket Eray'ın bakışlarının dudaklarıma kaymasına neden olunca kalbim anlamsızca deli gibi atmaya başladı. Üzerimdeki etkisini kelimelerle anlatmam mümkün değildi. Dilimizdeki hiçbir kelime bakışlarının bana hissettirdiği rahatsızlığı tarif edebilmem için yeterli değildi.

Bu tuhaf hislerden kurtulmak için aceleyle, "Ben gidiyorum." dedim ve ona arkamı döndüm.

"Berra."

Adımı onun ağzından duymak duraksamama neden oldu. Suyun hareketlenmesinden ve çıkan seslerden bana yaklaştığını hissedebiliyordum. Varlığının giderek yakınlaşması hissettiğim duygu karmaşasını bir üst seviyeye taşırken kulağıma bir cızırtı ulaştı. Sonrasında ise sol kolumda müthiş bir acı hissettim. Kendime hakim olamadan ağzımdan küçük bir çığlık çıktı. Daha doğrusu kafamın içinde küçük bir çığlıktı fakat kulağa epey cırtlak bir 'ayyyy' gibi gelmişti.

"Ne oldu?" dediğini duydum Eray'ın.

"K-kolum." dedim olanlara bir anlam veremediğim için panikleyerek. Kafamın içinde panikle bağıran ses ve kolumdaki nefes kesici acı yüzünden kelimeleri toparlamakta zorlanıyordum. "Bir şey çarptı sanki. Ben ne..."

Eray hızlı bir biçimde yanıma gelip etrafa bakındıktan sonra, "Denizanası." dedi beni dehşete düşürerek.

"Ne? Denizanası mı?" diye bağırdım yine tiz bir sesle. Ardından da aceleyle -ve kesinlikle düşünmeden- konuşmaya başladım. "Ne yapacağım şimdi? Yani ne yapmam lazım? Ya zehirliyse? Ya ölürsem?"

"Sakin ol Berra." dedi oldukça soğukkanlı bir biçimde.

Acıma rağmen ona kızgın bir şekilde bakmaktan kendimi alamadım. Sakin ol-muş! Çarpılan o değildi tabii. Ölüm olasılığı kara bir bulut ya da aptal bir denizanası siluetinde onun üzerinde süzülmüyordu. Onun tuzu kuruydu.

"Acıyor." dedim bakışlarımı ondan çekip sol koluma çevirerek. Denizanasının çarptığı yer kızarmaya ve kabarmaya başlamıştı. Bir yardımı olacakmış gibi, sözcükler ağzımdan iradem dışında döküldü. "Cidden acıyor Eray."

"Gel." dedikten sonra sağlam koluma yapışıp izin istemeksizin beni kendine doğru çekti. Sonra da ne yaptığını sormama ve hatta ağzımı açmama fırsat kalmadan iki hamlede beni kucağına aldı.

O anın şokuyla ve tabii acının da etkisiyle bakışlarımı yüzüne çevirdim. Bana bakmıyordu. Bakışları karşıya odaklanmıştı. Kaşlarının arasında oluşan derin çukur ve sımsıkı birbirine bastırdığı dudaklarıyla son derece ciddi görünüyordu.

Her şey o kadar hızlı olup bitti ki ne olduğunu anlamadım bile. Daha onun beni bez bebekmişim gibi rahatça kaldırmasının şokunu atlatamamışken hızlı hızlı yürümeye başladı. Vücudundan yayılan sıcaklıkla karışık çam ve sabun kokusunu duymamla kumun üstüne bırakılmam bir oldu.

Beni yere bıraktıktan sonra önümde diz çöktü. Nazik bir biçimde koluma -yaralı olmayana- dokunarak yüzüme baktı ve sordu:

"Denizanasının ne renk olduğunu görüp görmediğini hatırlıyor musun?"

"Tabii," dedim alayla. Ama hemen sonrasında acıyla yüzümü buruşturdum; kolum feci şekilde sızlıyordu. "Plakasını da aldım zaten."

"Böyle bir durumda dalga geçebilmen inanılmaz." dedi gözlerini devirerek. "Hiçbir renk görmedin mi? Mavi? Beyaz?" Bir an durup düşündükten sonra ekledi. "Kahverengi miydi yoksa?"

"Emin değilim." dedim dişlerimi kıracak kadar kuvvetli sıkarak. Hatırlamaya çalışıyordum; ama sol kolumdaki acı ve Eray'ın diğer kolumda duran eli dikkatimi çok fena dağıtıyordu.

"Mavi ya da kahverengi bir şey görmedim." dedim en sonunda.

"Tamam," dedi başını sallayarak. Hemen sonrasındaysa, "Burada kal." deyip ayağa kalktı. Yüzüne tuhaf tuhaf bakınca ne söylediğinin farkına varıp düzeltmeye çalıştı. "Anladın işte, ne demek istediğimi."

"N-ne y-yapacaksın?" diye sordum, kolumdaki acı giderek daha da keskinleşiyordu ve bu yüzden de doğru düzgün konuşmakta zorlanıyordum. Kelimeler dudaklarımın arasından kesik kesik çıkmaya başlamıştı.

"Bekle." dedi sadece ve havluları serdiğimiz yere doğru koşmaya başladı. Geri döndüğünde elinde ağzına kadar dolun bir su şişesi vardı. "Yaranı temizleyeceğim."

"Ne yapman gerektiğini biliyor musun ki?" dedim panikle.

"Bir keresinde ağabeyimi de çarpmıştı. Babam tedavi etmişti." dedi önümde diz çökerken. Başını öne eğip yaraya yakından baktı. Bir yandan da konuşmaya devam ediyordu. "Babam doktor, yani ne yaptığını biliyordu. Ben de ondan öğrendim. Yaraya nasıl dokunmam gerektiğini biliyorum."

Bu sözlerle birlikte tuhaf bir biçimde, üzerime rehavet çöktü. Bütün endişem, korkum silinip gitti. Sihir gibiydi.

"Tamam."

Başını tekrar kaldırdığında yüz ifadesinden rahatladığı anlaşılıyordu. "Dokunaç ya da diken gibi bir şey görünmüyor. Bu iyi. Çok iyi. Endişelenmeye gerek yok."

Endişelenmiyordum çünkü söylediği sözcüklerin sihirli etkisi hala sürüyordu.

Yaraya nasıl dokunmam gerektiğini biliyorum.

"Yaraya nasıl dokunması gerektiğini bilenler hiç acıtmaz." diye mırıldandım. Daha önce bir yerlerde okuduğum, üzerinde bolca düşündüğüm ve anladığımı sandığım bir sözdü bu. Oysa şimdi gerçek anlamını kavradığımdan hiç de emin değildim. Bir de acıtmak için dokunanlar vardır.*

"Acıttım mı?" dedi yüzüme dikkatle bakarak.

Evet.

"Hayır."

"Devam ediyorum?"

Eray hangisiydi peki?

"Tamam."

Pet şişenin kapağını açıp denizanasının çarptığı yerin üzerine bolca su döktü. Kolumdaki kabarcıklar ve yanma hissi su sayesinde sönerken acım hafifledi ve rahatladım. Yaraya nasıl dokunacağını gerçekten biliyordu.

Minnet dolu bakışlarım bütün dikkatini koluma yöneltmiş gibi görünen Eray'ın yüzüne çevrildi. O, yaramı mendille mümkün olduğunca hassas ve nazik bir biçimde temizlerken; ben de istemsizce onu izliyordum.

Koyu buğday rengi saçlar... Ciddiyetini belli edercesine çatılmış kaşlar... Uzun kirpikler... Burnunun üstünde belli belirsiz çiller gibi görünen güneş lekeleri... Ve biçimli dudaklar...

Eray'ın yüzünde kusur bulmak oldukça zordu. Normalde kusur sayılabilecek güneş lekeleri bile ona yakışıyordu.

Başını koluma biraz daha yaklaştırdığında saçlarından yayılan kokuyu ona çaktırmadan içime çektim. Bu noktada kendimi savunmak için şunu söylememe izin verin: Kokusunu almamaya çalışmıştım. Gerçekten. Ama bunun ne kadar boş bir uğraş olduğunu anlamam en fazla üç saniyemi almıştı. Saçları burnuma çok yakın duruyordu ve kıpırdayacak durumda değildim. Yani nefes almayı bırakmadığım sürece kokusunu alacaktım. Bu, katlanmam gereken can sıkıcı bir zorunluluktu.

Can sıkıcı ve oldukça hoş sanırım, dedi İyimser Berra.

Evet, çam ve sabun kadar hoştu.

"Daha iyi misin?"

Eray başını kaldırıp yüzüme baktı tekrar. O sırada ben de onu izlediğim için bunu yaptığı anda bakışlarımız karşılaştı ve sıcak nefesi yüzüme çarptı. Kolumdaki dokunuşu ondan beklemeyeceğim kadar nazik ve hoştu. Bakışları hiç olmadığı kadar yumuşaktı. Gözlerinde de daha önce hiç görmediğim türden bir şefkat vardı.

Bir kez daha iyi olup olmadığımı sorarken gözlerine dalıp gitmiştim. Onlara ilk defa bakmıyordum; ama ilk defa gerçekten görüyordum. Bu da yeni bir şey fark etmemi sağlamıştı. Gözleri koyu renkti, evet. Fakat tam olarak kahverengi değildi. Ve ben, içinde bulunduğumuz durumla son derece alakasız bir biçimde ne renk olduklarını anlamaya çalışıyordum.

Soğuk çamur rengi.

Gözleri için bunca zaman soğuk çamur rengi deyip durmuştum. Oysa şimdi, güneşin dokunuşuyla ortaya çıkan gizli yeşil hareleri ve o harelerle bütünleşen parlak kahverenginin sıcaklığını görebiliyordum.

Anın etkisiyle kafamın içinden geçenleri söyleyiverdim. "Yanılmışım."

Koyu renk gözlerinde yeni bir bakışla beni izliyordu. "Hangi konuda?"

"Gözlerin," diye mırıldandım duyulması imkansız bir ses tonuyla. "Soğuk çamur rengi değilmiş."

*Tarık Tufan

Continue Reading

You'll Also Like

1.3K 94 13
"... Verdiğim son nefese kadar ellerim ellerinde, gözlerim gözlerinde ve sevgin tam kalbimin üzerinde olacak. Seni seviyorum sevgili kahvelerinin mav...
2.9K 998 22
Verda artık yeni bir kimliğe ve hayata sahiptir. Oğlu Deniz, eşi Ali ile gözlerden uzakta Roza olarak hayatına devam etmektedir. Babasının tanık koru...
10.8K 807 49
Yazılarımın bana zarardan başka hiçbir şeyi olmuyor. Tek bir faydasını görmedim bugüne kadar. Önceleri acaba ileride bir faydasını görebilecek miyim...
29.5K 4.9K 97
Geçmiş peşinizi bırakmazken, gelecekten ne bekleyebilirdiniz ki? Hiç bir şey! Geçmişinizle, geleceğiz arasında kalırdınız. En kötüsü de bazen peşiniz...