18. Bölüm

1.4K 113 14
                                    

Bir ayı geçmişti. Adile'nin ne yazık ki iki çocuğuna verecek sütü yoktu, kesmek zorunda kaldı. İki sokak ötedeki bir yerden her sabah gidip bebekleri için kilo ile sağılmış inek sütü alıyordu.

Bazen gittiğinde her zaman düzenli alacağını söylemesine rağmen ona süt kalmadığını söylüyordu sütçü. Çok imkan yoktu ve süt kalmadığında ağlıyordu kadın çaresizlikten. Halbuki yeni doğum yaptığını da biliyorlardı. Bir kaç kere daha bu durumu yaşayıp dile getirdiğinde karşı tarafın üfleyip söylenmesi ardından oradan süt almak istemedi.

Hemen aşağı mahallede babasının amcasının inekleri vardı o aklına geldi. Herkese süt vermezlerdi, o mağduriyetini dile getirdiğinde Allah razı olsun dedi ki her gün kendisine süt ayırdılar. Yavrularının bugün süt yoksa diye aç kalmaları korkusu zihninden gidince rahatladı.

Necla okula gidiyordu. Nuray altı, Elif ise dört yaşına gelmişti. İkizler daha küçüktü lakin diğer üç çocuğu da başlarının çaresine bakacak kadar büyük sayılmazdı. Adile ise pek zorlanmadı beş çocuğuna bakmakta. Belki de evlatlarını sevdiğinden onlarla vakit geçirmek hiç kendisine zahmetli gelmedi. Aylar böyle durgun ama kendisi için hiç boş geçmedi.

-----

Emine ninesi gelirdi her gün bebekleri görmeye. Babası Celal ve kayınvalidesi Hemsiye'nin anneleri olurdu Emine nine. Çok nur yüzlü ve maneviyatlı bir hanımdı. Kendi çocukları bile bir gün olsun annelerinin saçını ve ayak bileğinden yukarısını görmemişti.

O geldiğinde sevinirdi Adile. İçten ve samimiydi, bebeklerini de aynı o şekil severdi. Mihriban ve Şehriban ne zaman kapıdan girdiğini görse emekleyerek kucağına doğru giderdi.

Çocukluğunu hatırlatırdı bu atmosfer ona. İlginç hikayeler anlatırdı çocukken Emine nine Adile ve kardeşlerine. Aynı onlar da kapıda gördü mü hemen dizinin dibine koşar masal anlatmasını isterlerdi. Bir keresinde çocukluğundan bahsetmişti Emine nine yine masal istediklerinde.

"Çocukken tarlaya çalışmaya giderdik. Bi gün annemle babam evde yokken, ben arka bahçeye çıkmıştım. İleri köşede bir delik gördüm, yılan deliğine benziyordu. Uzaktan onu izledim. Simsiyah bir yılan çıktı, deliğin etrafında döndü döndü ve kumlardan yuvarlak bir çember izi çıkardı. Onu bozmadan çıktı gitti. Sanki evine yabancı gelecek olsa o çemberin bozulduğundan anlayacak gibiydi. Belki de bir işaretti evini unutması için bilemem. Bir müddet bekledim, kara yılan gittikten sonra sapsarı bir yılan geldi ve girecekken baktı ki çember var geri gitti. Sonra yılan deliğinin içinden bembeyaz bir yılan çıktı. O kadar temizdi ki toprak bile gelmemişti üstüne. Bana baktı ak yılan gözleri sabit şekilde, ben korktum. Ama hiç zarar verecek gibi bir hali yoktu. Tekrar içeri girdi ve geri çıktığında ağzında bir elmas vardı. Onu bana doğru olan tarafa itti ve deliğe geri girdi. Ben o elması aldım. ." Demişti. Bu hikayeyi çocukluğunda duyduğundan unutmamıştı Adile onu hatırladı. Hiç o elmasa ne oldu? Diye sormak aklına gelmemişti.

Sonra dedesi Rıza'nın hikayesini onun dilinden anlatmıştı. "Gençken evimize kara bir kedi gelirdi. Adını zoro koyup sahiplenmiştik. Kedi her akşam ezanı okunduğunda evden gider,taa sabah ezanı okunduğunda gelirdi. Kaç gün boyunca bu şekilde akşam gidip sabah gelmesi dikkatimden kaçmadı. Bir gün yine akşam ezanı okunduğunda baktım ki bizim Zoro gidiyor onu takip ettim. Tepeleri, bayırları aştı. Gizlice gidiyordum ama baya yorulmuştum. Uzaklarda bir mağaraya girdi kedi. Bende peşinden yavaşça vardım oraya. Ateş yanıyordu ortada, sanki bir düğün alayı vardı. Ve ufacık insanlar içeride oynuyordu. Kedi de küçük insan kılığında davul çalıyordu. Beni gördüğünde 'vay benim efendim gelmiş, hoş gelmiş, şeref vermiş' dediği anda korktum ve öyle koşarak kaçtım ki eve.
Bir yandan korkuyorum bir yandan onun gelmesini bekliyorum. Gözüme uyku girmedi. Sabah ezanı okunduğunda baktım geliyor yine eve doğru. Kediye bakarak 'O sen miydin davulcu zorrro' diye bağırdım. Bizim kedi beni tırmalayıp bir kaçtı ki, gidiş o gidiş. Bir daha eve gelmedi."

Belki efsane belki gerçekti, hiç onu da düşünmemişti fakat ne anlatsa hep gerçekmiş gibi hissetmişti. Çocukken çok inandığından olsa gerek.

Adile gelin geldikten bir müddet sonra Celal'in tayini Eskişehir'e çıkmış ve merkezde bir camide imamlık yapmaya başlamıştı. Her cuma günü de, cuma namazını Enver hocanın mescidinde kılmaya gelip kardeşlerini gördükten sonra kızının da evine gelir torunlarını da görürdü.

Gençliğinde çok sigara içmişti Celal. Ve kendisine daha yaşlanmadan akciğer kanseri teşhisi konulduğunda bırakabilmişti ancak. Daha on iki yaşındayken herkes evden gittiğinde perdeleri örtüp gizlice kaçırdığı tütünleri sarıp Adile'de içmişti sigara onu hatırladığında utanç duymuştu. Çocukken yaptığı tek kötü şey buydu.

1996 yılı..

Karlı bir kış vakti cuma günü Celal namazdan sonra kendisine uğradığında yüzü solgundu. Adile'yi ve çocuklarını gördü. Yemek yemeden çok durmadı. Giderken kapıya çıktı bahçenin dışına kadar, babasını uğurladı. "Sen gelecek misin? Tek gelmen zor olur beraber gidelim bize" diye sordu. Adile de şimdi gelemeyeceğini sonraki hafta soğuk olmazsa geleceğini söyledi.

Ama kendisini kötü hissetmişti babasını uğurlarken. Celal rahatsızlanmıştı ve kimseye haber vermek istemedi. Sonraki cuma tekrar köye gitmek istedi, fakat kızları Cemile ve Zeynep hasta olduğunu söyleyerek müsade etmedi. Bu zamana kadar kendisini dinç hissetmeye zorlamış, her haftanın bir günü yine köye uğrayabilmişti. Ceketini aldı, üzerini giyindi ve o karlı havada yola çıktı yürümeye başladı, yokluğunu farkeden karısı Meryem ve kızı Cemile koluna girip geri döndürdüklerinde "Siz benden ne istiyorsunuz? Neden rahat bırakmıyorsunuz köye gideyim" diye kızdı. Halbuki o durumdayken karlı yolları yürüyüp durağa varacak hali yoktu, bunu düşünemiyordu.

Henüz elli üç yaşındaydı ve ele ayağa düşürmemişti mevla kendisini. İki haftanın sonunda iyice rahatsızlandığını gördüklerinde tekrar hastaneye götürmek istediler. Araba geldiğinde ilk kez bacakları tutmadığını ve hali olmadığını söyledi. Battaniye ile taşıyıp bindirdiler. Yüreğinde sükunet dilinde şehadet vardı Celal'in. Bu onun bilinçli olduğu son andı. .

Hastaneye varamadan ise o ecel ki gözlerini yummuş, hakkın rahmetine kavuşmuştu. O sebeple araba güzergahı direk köye doğru değiştirildi. Adile bu haberi okunan sela ile duymuş ve bahçede karların üzerine çöküvermişti. Babası, arkasında dağ gibi duran adam artık yoktu. Çok üzgündü, çok ağladı, perişan bir haldeydi.

Enver Hocanın mescidi evlerinin karşısındaydı. Orada yıkandı ve cenaze namazı kılındıktan sonra mezarlığa doğru götürüldü.Arkasında bir hanımı, yedi güzel evladını ve bir çok torununu bırakıp öyle sakince kimseye muhtaç olmadan gidiverdi Celal.Doğduğunda kulağına okunan ezan ve vefatında okunan sela ile toprağa uğurlandı. Hayat denilen şey ne kadar kısaydı esasında. Bir ezan ve bir sela arası. .

Cenaze sonrası doğru düzgün acısını bile yaşayamadı Adile. Kimse çocuklarına bakmadı ki senin yasın vardır diyerek. Bir Enver amcasının bahçesine taziye evine gidip ağlıyor. Geri gelip ikizlerin üstünü değiştirip, çocuklarının karnını doyurduktan sonra onları birbirine emanet ederek geri amcasının evine gidip ağlıyordu. Bir hafta boyunca böyle perişan halde, kendi evi ve mescid arasında mekik dokudu.

Yetim kalmıştı Adile. Ve başına bir olay geldiğinde artık arkasında duracak bir babası da kalmamıştı.

Babasının daha kırkı çıkmadan Emine ninenin de vefat haberi geldi. Oğlunun vefatına çok üzüldüğü için kahrından usulca göçüp gitmişti dünyadan. Celal'in yanına gömdüler onu da.

Kimsesizliği hiç bu kadar derinden hissetmemişti. .

ANNEMİN HİKAYESİ 🥀 (Gerçek Yaşanmış)Where stories live. Discover now