"Sor hadi..." dedi, kirpiklerini farkında olmadan kırpıştırırken.

"Kaç kardeşsiniz? Yani... Kardeşin var mı?"

Dudaklarını birbirine bastırıp zorla gülümsedi. "Yok."

Buna bu kadar üzülüyor olması dikkatimi çekmişti.

"İster miydin?"

"Sanırım abi isterdim," dedi hemen. "Aslına abla da isterdim ya da küçük kız kardeş... Yaaa aslında küçük erkek çocukları da çok sevimli."

"Bir sürü kardeş istiyordun yani..."

"Evet," dedi tekrar yüzü düşerken. "Ama yapmadılar."

Bunu marketten istediği çikolatayı almayan ebeveynlerini şikayet eden çocuk sevimliliğinde söylemişti.

"Belki de sen mükemmel olduğun için bir çocuğa daha ihtiyaç duymamışlardır." dedim, modunu yükseltmeyi umarak.

"Hayır." dedi, kaşları çatılmıştı.

Neden kaşları çatılmıştı? Onu üzmüş müydüm?

"Kimse mükemmel değildir, aslında..." dedi büyük bir ciddiyetle gözlerini açarak. "Hiçbir şey mükemmel değildir, evren dahil."

"Hııım," dedim ilgimi vererek. "Neden değil?"

"Evrende yayılan madde miktarı kusurludur ki zaten öyle olmalıdır." dedi tek elini konuya kaptırıp hareket ettirirken diğerinde hala karton bardağını tutuyordu. "Eğer öyle olmasaydı evren var olmazdı."

Elimi çenemin altına yasladım. Büyük bir ilgiyle ağzından çıkan kelimeleri dinliyordum.

"Dünya, güneş, galaksiler... Her biri madde miktarının kusurlu olması sonucu madde çekimiyle madde toplanmasından olmuştur."

Çayından bir yudum aldı. "Tabii bunu ben söylemiyorum, Stephen Hawking söylüyor."

"Yani," dedi konunun özüne girdiğini belirten baş hareketiyle. "Evrende kusursuz olan tek bir yapıdan bile bahsedilemez."

Bu haliyle nasıl kusursuz göründüğünü söylesem, muhtemelen buna da karşı çıkardı. Olsun, öyleydi.

"Senin söylediğine gelecek olursak," dedi, sesini didaktik tondan tekrar sevimli tona almıştı. "Kusursuz ya da mükemmel değilim. Çocuk yapmamışlar çünkü sanırım daha fazla sorumluluk istememişler. Annem ve babam biraz özgürlüklerine düşkünler. Gezmeyi, keşfetmeyi, tatmayı, görmeyi seviyorlar. Ben çocukken de büyüyünce de en ufak vakitlerini değerlendirirlerdi. Üniversite için geldiğimden beri de zaten iyice düştüler yollara..."

"Sen sevmiyor musun?"

Bunu biraz korkarak sormuştum, tamam tamam fazlasıyla korkmuştum. Çünkü lütfen sevsindi. Ben yaz tatillerinde kendi başıma kamp yapmayı, yurt dışında kendi keşfettiğim yerlere gitmeyi, doğanın ve şehrin derinine inmeyi severdim. Onun da sevmesi gerekiyordu, sevmezse bir orta yol bulurduk ama severse çok güzel olurdu.

"Seviyorum." dedi, dediği gibi de tuttuğum nefesimi verdim.

"Onlar birbirlerine sahipler. Çok garip... Hem en yakın iki arkadaş, hem sevgili, hem karı-koca, hem anne-babalar."

Yüzü sevgiyle aydınlanırken, hafif bir gülümseme yayıldı dudaklarının çevresine. "Bazen onlara çok imreniyorum, diğer parçalarını bulmuş gibiler."

"Belki de..." dedim, gözlerimi gözlerinden ayırmamak için çabalarken. Kalbim yine olması gerekenden hızlı atıyordu. "Bir gün bulursun."

Yanakları kızarırken başını yavaşça önüne eğdi. "Bir gün..."

"En çok görmeyi istediğin yer neresi?"

"Aslında," dedi, gözlerini kısarak. Biraz utanıyor gibiydi. "Her yer..."

Bu söylediğini beklemediğimden ya da garip bulduğumdan değil de söylerken halinin sevimliliğinden minik bir kahkaha attım.

"Her yer?" dedim, sorarcasına.

"Her yer..." Durdu, etrafa baktı. Gözlerini daha da açıp gülümserken bana döndü. "Mesela buraya ilk kez geldim. Ağaçların içinde... Çok huzurlu. Burayı gördüğüm için mutluyum."

İkimizin de derslerinin bitiminden sonra Çisil'in hemen gitmesini istemediğimden onunla vakit geçirmek için çok fazla gelmediğim ama geldiğimde de yalnız kalmayı sevdiğim parka gelmiştik. Çaylarımız, acıbadem kurabiyelerimiz ve ağaçların altındaki piknik masamız ile huzurun ortasındaydık.

"Sen?" diye sorduğunda sorunun özünü ilk an fark edemedim. Biraz öne yönelttiğim soruda benim cevabımı merak ettiğini anladığımda gülümsedim.

"Machu Picchu." dedim, oldukça net.

"Peru?" diye sordu, bilmeme ihtimalini düşünmemiştim ama yine de bilmesi beni mutlu etmişti.

"Evet... Merak ettiğim yerlerden birisi. Aslında bir çok yer var. Mesela, Vatikan'ı da görmek istiyorum. Bunu söylediğimde insanlara garip geliyor ama hep ilgimi çekmiştir."

"Roma'ya geçen yaz gittik." Birden söylediği şeye ekleme yapma gereği duymuş gibi heyecanlandı.  "Annem ve babamın bir tur acentası var."

Bunu neden çekinerek söylemişti bilmiyorum ama çok sevimliydi.

"Roma'ya liseye ilk geçtiğim sene ara yıl tatilinde gitmiştik biz de ama Vatikan'ı görememiştim... Zaten o zaman görseydim de şu an alacağım hazzı karşılamazdı."

"Belki bu yaz gidersin..."

"Belki..." dedim onu onaylayarak. "Belki sizin turlarınızdan biriyle gideriz."

Bakışlarını bana çevirdiğinde yeşilin daha önce bu denli güzel bir renk olup olmadığını düşündüm. Evet, bütün renkler güzeldi ama kalbim birinciliği artık yeşile veriyordu.

"Mert..." dedi, adım dilinden öylesine güzel dökülüyordu ki. Adımı sesinden hiç bıkmadan dinleyebilirdim.

"Çisil..." dedim, karşılığında. Adını söylemek, söyleyebilmek çok güzeldi. İçimde bir Akdeniz esintisi peyda oluyordu.

"Benim yarına çalışmam gereken bir parça var."

"Gidelim diyorsun..." dedim, bu fikirle yüzümü asarken.

"Üzgünüm." dedi dudakları kendiliğinden sarkarken. Bu kadar sevimli olması kalbimde binlerce karıncanın aynı anda yürümesine neden oluyordu.

"Olma," dedim. Bir an için anlamasa da sonrasında gülümsedi.

Üzgün olmak için fazlasıyla iyi bir kalbe sahipti. Üzgün olmamalıydı. Gözlerinin yeşili hep sevgiyle, heyecanla, umutla parlamalıydı.

Bir de mümkünse hep bir kalp atışı uzağımda durmalıydı.

Bir de mümkünse hep bir kalp atışı uzağımda durmalıydı

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.
İLKYAZWhere stories live. Discover now