Giriş Bölümü

4.9K 239 51
                                    

Saat 4.

Uyanış.

Kahve demlenirken hızlı bir duş.

Her zaman giydiğim Pierre Cardin takım elbiselerimden birisini giymek.

Sonra mutfağa geçip akşamdan hazırladığım sandviçi gömmem ve kahvemi termosuma doldurup 2018 model Volvo'ma binmem.

Yeniköy'de harika bir konumda olan villaya gidene kadar hayatım kadar acı kahvemi içmem ve eğer mesajla bildirilmişse yolumun üstünde olmayan Glutensiz Kafe'den yulaf sütlü flat white almam gerekiyordu.

Hemde özel termosa koydurmam gerekiyordu o kahveyi. Çünkü patronum asla karton kutuda kahvesini içmezdi. Kahve demişim... Sütünü içmezdi.

"Günaydın efendim."

İki yana açılan ihtişamlı kapıyı basagaz geçtim ve saat altıyı bir geçerken süs havuzu ile eve çıkan mermer merdivenler arasına park etmiştim çoktan.

Kapı açıldı. Daha demin bana efendim diyen görevliyi taklit ederek ceketimin düğmelerini ilikleyerek arabadan indim.

Patronum her zamanki gibi mermer merdivenlere özenmiş mermer suratıyla yüzüme bile bakmadan, günaydın efendim dememe aldırmadan onun için açtığım kapıdan süzüldü.

Kapıyı nazikçe kapatıp öne geçerken arkamda tabletiyle uğraştığını hissedebiliyordum.

"Kahveniz?" diyerek kırmızı renkteki termosu arkama uzattım.

"Ah, şimdi içmeyeceğim." dedi kafasını kaldırmadan. Sesi inanılmaz uykulu geliyordu ki bunu dün akşam ofisten bir buçukta çıkmamıza bağlıyordum.

"Pekâlâ." Termosu el freninin arkasındaki bardak koyma kısmına yerleştirip kemerimi taktım. Arabayı altıyı beş geçe olduğu an çalıştırdım ve yola koyuldum.

Patronum takıntılı şerefsizin tekiydi. Ona göre her şeyin bir zamanı vardı. Tam altıda evin önünde olmam, evden altıyı beş geçe çıkmamız onun sabah uğuruydu.

Şirkete vardığımızda dönen kapıdan asla geçmez, ilk üç katı merdivenle çıkıp asansöre binerdi ve çatı katındaki ofisine girmeden önce lavaboya girerdi. O ofisine girdiği an, benim işim biter miydi peki?

Eh, çoğunlukla.

Genelde ofisine girdikten sonraki beş saat çıkmazdı. Aksi söylenmedikçe beş saat boyunca boştum yani. Ancak aksi her zaman söylenirdi. Aksi olmayacak olsa bile.

"Her an işim çıkabilir yakında ol."

Aynen böyle derdi ve yine yüzüme bile bakmadan ofisine çekilirdi. O ofisine girdikten sonra iş yerindeki asistanı Rüştü Bey içeriye tam sekizi beş geçe girerdi, günlük görevlerden beş dakika içinde bahsederdi ve odadan çıktığında yüzü kıpkırmızı olurdu çünkü bir günlük programı beş dakika içerisinde saymaya çalışmak Çin İşkencesinin bir türüydü.

Adamcağız odadan çıktıktan beş dakika sonra yani sekizi on beş geçe Genel Müdür, Ceo ve diğer isimlerini bilmediğim ama bu kast sistemindeki aristokratlardan olduğuna emin olduğum insanlarla ufak bir toplantı düzenlenirdi. Toplantı yine odada gerçekleşirdi ve toplantı boyunca bazen odada bulunmam, bazense kapının dibinde boy göstermem istenirdi.

Beş saatin sonunda, saat biri beş geçe Patronum odasından çıkar ve ilk kez o zaman bana bakardı.

"Ne yiyeceğiz?" derdi. Çoğul kullanmasına rağmen onun yediği salata veya glutensiz yemeklerden asla yemezdim.

Listesinden bugün hangi proteini, karbonhidratı veya yağı alması gerektiğini söyler, onu istediği yere bırakırdım. Yemek yerken onunla birlikte olmam çok önemliydi, sırtım duvarda yüzüm ona dönük ancak tüm mekanı açıkça görebileceğim şekilde oturmam çok önemliydi.

Olası bir tehditte onu koruyabilmem içindi bu durum.

Neyse o yemeğini yerken bazen E-kitap okuyucusundan kitap dinler, bazen dizi izlerdi. Ne izlediğini veya ne okuduğunu bilmesem de yüzünde ufak bir tebessüm oluşurdu ve bu da hoşuma giderdi.

Yemeği bittikten sonraki kısımda bir anda tüm planlar, programlar biterdi. Yeniden şirkete girip bütün akşam çalışırdı ve akşam yemeğini bile bazen unuttuğu olurdu. Yine de ben unutamazdım, odasına girer yemeğini bırakır yememe ihtimaline karşı odada beklerdim ve yemesi için hatırlatırdım.

Yemeğini yer ve yeniden çalışırdı. Akşam olunca ve herkes şirketten ayrılınca odasındaki koltuklardan cam kenarındaki bir tanesine oturur, sessiz sessiz şehri izlerdim.

O bazen kalkar, gerinir, söverdi. Yeniden koltuğa oturup derin bir nefes verirdi, kafasını geriye atıp altın rengi saçlarını alnından arkaya attırırdı. Tam bir karmaşa olduysa, odasının içindeki özel banyoya girer ve duş alırdı. O, duş alırken su sesi ana odaya kadar gelirdi, düşüp kalmasın diye dinlerdim onun duş almasını. Bazen mırıldandığını duyardım, sesinin bu kadar şirin çıkabilmesine şaşırırdım.

Benimle veya bir başkasıyla konuşurken kelimelerine buz parçaları sarıyor gibiydi.

Neyseki sonra başında bir havlu ve pespaye kıyafetlerle gelirdi odaya. Altın rengi saçları suyun etkisiyle iyice koyulaşır, yüzündeki o ifade biraz rahatlamış olurdu. Hâlâ kaşları çatık olsa dahi, masasının başında durur, yine bana bakmaz, çıkardığı sonuca bakardı.

Memnun olmadığı için bilgisayardaki bir tuşa basar ve zümrüt gözleri pişmanlıkla dolarken bilgisayarın başına geçerdi. Çalışmaya devam ederdi.

Taa ki saat on ikiyi geçene kadar.

On ikiden sonra onu masadan kaldırmak görevim haline gelirdi. Öksürürdüm önce, ilgisini çekerdim. Saate bakardı göz ucuyla ve başını bilgisayarına yeniden çevirip iç çekerdi.

"Efendim..." derdim usulca. İşe daldığı zamanlarda sıçrayarak bana bakardı, bazense bunu dememi beklercesine ağır başlı bir tavırla kafasını kaldırırdı. Arkasında birisi varmış da dudaklarını o yönetiyormuş gibi kaldırırdı. Tamamen bilinçli bir gülümseme, gözlere ulaşmayan cinsten.

"Tamam." derse beklerdim. Cevap vermezse, "Eve gitmemiz lazım." diye açıklardım.

Patronum bir çocuğun zihniyetine sahipti. Bundan mütevellit bana bakmadan dudaklarını büzerek bilgisayarını kapatır ve arkaya giyinmeye geçerdi.

Saçları ıslak, üzerinde markasını bile bilmediğim pahalı takım elbisesiyle dışarı çıkardık. Bazen dalgınlıkla ön koltuğa otururdu ve sesini çıkartmadan, yeşil elma kokan saçlarıyla ve meraklı parıl parıl gözlerle dışarıyı izlerdi. Her zaman sessizdi ama iş dönüşü daha bir sessizleşirdi, değişikleşirdi. Gözleri bir keresinde direksiyondaki ellerimde dalmıştı, dün gibi hatırlıyordum o günü. Ensemdeki tüyler diken diken olmuştu ve yanlış bir şey yaptım sanmıştım.

Patronumun değişik olması sebebiyle onu pek sevmiyordum ama yine de her akşam;

"İyi akşamlar." derdim onu evine bırakırken. Mütevazi sayılabilecek villasına girmeden önce başıyla bir hareket yapardı. Bana karşı konuşmazdı pek fazla ama bazen, "Size de." derdi.

Size de iyi akşamlar.

***

peace out

yaz dizisi hikayesi yazicam cunku o kalp agrisina ihtiyacim/ihtiyacimiz var

btw cocugumun adiyla dalga gecerseniz gercekten cok aglarim haberiniz olsun durduramazsiniz beni

11 agustos

fake it til feel it [boyxboy]Dove le storie prendono vita. Scoprilo ora