Adsız Gün 29

2 2 0
                                    

31 Aralık...

Dünden bugün için yıl başı diye bahsetmişim, tuhaf bir şaşkınlığın zirvesinde otururken fark ettim. Meğer yılbaşı yarınmış! Hoş ya, tarihleri nasıl karıştırdıysam artık, bana olan öfkesini -zamanla anlaşmış gibi- kafa karışıklığıyla sonuçlandırıyor. Zaten tarihlerle aram hiçbir zaman iyi olmamıştı.

Zihnimde berrak ve pürüzsüz şekilde hatırladığım tek tarih 1789 Fransız İhtilali ya da 1798 miydi? Benimle geçtiği şu alaya da bir bak! Durumun vahametini anla diye söylüyorum. İlk okulda sırf tarihi yapamadığım için sınıf tekrarı yapmış değilim. Öğretmenlerimin: "Bu çocuk ne yapsanda tarih sınavlarından geçer not alamıyor, onu bu halde geçirmek lazım," diyerek bir üst sınıfa taşıdıklarını anımsıyorum. Yanılmamışlardı, hem de hiçbiri.

O vakitten sonra da herhangi bir tarih sınavında geçer not alıp başarılı olursam da emin ol şans eseridir sevgili kendim. Aksi hâlde şimdi olduğu gibi bundan on yıl sonra da başarısız olacağımdan eminim. Bu durumu öğrenilmiş çaresizlikle ilişkilendirebilirsin ama her zaman ki gibi yanıldığına kanaat getiririm ben de. Nedeni de oldukça basit, çünkü çabaladım. O çok da kıymetli olmayan zamanlarımdan birçoğunu anlamıyorum diye sırf tarihe ayırdım, yine de olmadı. Bu durum da benim eksik gördüğüm ya da doğru olmayan ne görüyorsun söyler misin? Elbette şaşırtmayacağını biliyordum. Koskoca bir hiç!

Zannederim, yeterince ve layıkıyla karalamış oldum şu tarihi. Yalnız karalamak derken kötülemek maksadıyla demedim bunu, elimdeki mevcut kalemle eyleme dökmüş olduğum karalama işleminden bahsediyorum. Hoş, hem neden açıklama yaptım ki? Neden bu değersiz açıklamayı yapmaya ihtiyaç duydum anlamış değilim. Varsın olsun madem, o da dursun bir kenarda. Hiç sanmıyorum ama belki bir gün lazım olur.

Son zamanlarda tıpkı bir ayyaş timsali unutkanlık şarabından kana kana içmişim gibi bir hâldeyim. Bazen öyle bir şey oluyor ki, eve geleceğim vakit otobüsten indiğim de eve yürüdüğüm güzergâh ilk defa görüyormuşum gibi yabancı gelmeye başladı, sanki farklı ve daha önce gördüğüm ama her zaman gördüğüm gibi olmayan bir yer izlenimini uyandırıyordu. Daha doğrusu bir durak önce veya bir durak sonrasında gibi.

Solumda kalan o iğde ağaçlarının yanından geçerken, her bir ağacın gözleri üzerimdeymiş gibi bana tuhaf tuhaf bakmaları yüzünden yere bakarak yoluma devam ediyorum. İki duygu arasında gidip geliyorum; ya utanıyorum ya da korkuyorum. Hangisi olduğunu bilmiyorum ama o iğdeliklere baktığımda bu ikisinden birini hissediyorum. Bu sebeple de başını yere eğen bir mazlum edası ile ev yoluna tutunuyorum. Bazen de bu korkuları yenmek amacıyla tuhaf bakışları arasında beni yürümekten men eden, böylelikle etrafı incelememe neden olan şu iğdelikler, emin olamadığım zaman da iyice emin olana dek yerimden kıpırdamamaya neden oluyor. Emin olmak deyince yanlış bir tahminde bulunmak istemem ama sanırım evin yolu olup olmadığı konusunda emin olmak gibi geliyor. Hem başka ne olabilir ki?

Yazarken de sıkça karşılaştığım bir cambaz ve aynı zamanda yine sık sk karşılaştığım bir düzenbaz şu unutkanlık.

Her zaman olmasa da arada sırada zihnime öyle güzel, öyle hoş ve nükteli sözler neşrediyor ki onları hemencecik kağıda işlemeye çalışıyorum ama daha cümlenin yarısına gelemeden kalan yarısını unutmuş oluyorum. Sonra da düşüne düşüne tuhaf ve aptalca bir hâlde bulmaktan geri kalamıyorum beni. İşte bu durum da zihnimin bana olan bir dayatması.

En işe yarar şeyler zihnimden o ıslak havalarda oluşan camdaki buğu gibi uçup giderken, hatırlanmak istemeyen anlar da zihin denizinin yüzeyinde bir balık gibi sıçrayıp duruyor. Bazen o anlara; "Ücretiniz neyse vereyim, sonra da def olun da bir güzel çalıp oynayalım," diyesim geliyor. Ama daha sonra oynamayı bilmediğimi anımsıyorum. Ve peşi sıra da anımsamaya değer en ufak bir şeyimin olmadığını anımsıyorum. Sonunda da anımsamanın ne olduğunu anımsamaya çalışıyorum. Ama anımsamayı anımsamak da tüyler ürpertici geliyor bana. Çünkü anımsamanın ne olduğunu kavrarsam, bunun sonucunda o kuyudan neler çıkabileceğini düşünemiyorum. İyi veya kötü olan her şey çıkabilir o kuyudan. İyi olanla tamamım da esas kötü olana hiçbir zaman hazır değilim, olmadım da.

Onca güzel olmayan şeyleri hatırladıktan sonra anımsamamanın ne önemi yahut faydası var? Belki gelecekteki anımsamamam gereken şeylere bir tür hazırlık olabilir.

Bir köpekçiğe öyle hasretim ki... Hiç var olmamış olan yegâne dostum olacak o köpeğe öyle hasretim ki... Varımı yoğumu sersem de önüne yalnız benim dostum olsa. Gelecekte dostum olacak o sevimli yaratığa öyle hasretim ki...

Hasretliğe bile hasret kalmışım meğer, o güzel hasretliklere ne de hasretmişim... Şöyle gelip dizlerime yatsa da başını sıvazlayıp saçlarını okşasam ve kucak dolusu sevgilerle hiç bilmediğim o ninnileri söylesem...

Ey güzel hasretlik uyan! Ey güzel olan duygular bütünü, bin dokunsan da göğsüme bir ah işitmesen! Mumya misali sarsan da bedenimi yıllarca çürümeden öyle kalsan. Ve sonra ben de bir uyansam, uyansam da seninle sımsıkı ve sarmaş dolaş bir hâlde tekrar uyusam ve bir daha hiç uyanmasam...

1 Ocak...

Sıfır faaliyet, tıpkı diğer yıl sonlarının peşi sıra gelen yılbaşıları gibi. Yine yalnız bir hâlde, okuyarak ya da yazarak geçen içli bir zaman döngüsüyle kalakaldım. Halbuki bu yıl çalışıyordum ve her zamanki saatimde çıkarsam diğer yılbaşlarında olmadığı gibi farklı olarak otobüste yolculuk ederken yılbaşına girerim diye umuyordum. Hem yalnız da olmazdım. Ama sonra bir an düşününce, "İyi ki de olmamış," diyerek sevindim. Çünkü, "Yeni yıla nasıl girersen öyle yaşarsın," gibi envai çeşit hurafe arasında nedense istemeden bu düşünceye takılı kaldım ve tuhaf ki buna inandım! Sonuç olarak beklediğim ya da düşündüğüm gibi olmadı, kimse gelmeyince şefimiz kafeyi kapatmamızı istedi ve yılbaşı anında her zaman olduğu gibi evde mahsur kaldım.

Hoş, tüm bunların yanı sıra 1 Ocak'ın doğum günüm olması ayrı bir tatsızlık verse de, aşırı diye nitelendirecek kadar üzüntü duyduğum da söylenemez. Tek dostum olmuş olan şu aptalca sevimlilikten muzdarip sevgili kendim, en azından sana sahibim. Ama bu aralar seninle de fena papaz olduk, bilmiyor değilim. Lâkin sebebini bilmiyorum bu durumun, tek sıkıntımın da bu olduğunu sanıyorum. Bu durduk yere birbirimize nazlanıyor oluşumuz da hoşuma gitmiyor değil. Doğru ya, bugün senin doğum günün, benim değil. Benim diyerek haksızlık etmiş oldum.
? Hangi muhabbetleri dönderiyor, hangi iskambil oyunlarını oynuyor, dünyaca oynanan tombala oyununda kaç kişi çinko veya tombala yapıyor? Son olarak ruhunun ritmine eşlik eden -benim gibi- müziklerle geçirdiği şu talihsiz yılbaşını geçiren kaç kişi var?

Esasında şöyle geriye doğru sorgularcasına bir bakış atınca bugünün benim için kötü bir gün olmadığının da farkına vardım gibi. Çünkü bu günü henüz yaşayıp tamamlamadım. Yaşam benim içim filizlenecek olursa tamamlamam için henüz 22 saat 30 dakikam bulunuyor. Ama bundan da pek emin değilim. Çünkü bazen düşlerim veya hayallerim seninle birlikte, birlik ve beraberliği amaçlayarak ve bu amaca ulaşıp halihazırda varlığından şüphe duyduğum tek gerçekliğimi de un ufak ediyorlar. Daha basitçe ifade etmek gerekirse, bu durumda yaşadığım bazı şeylerin hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu anlayamadığımı, durmadan bunları birbirine karıştırmakta olduğumu söyleyebilirim.

Son zamanlarda iyice şaşmış hâldeyim. Zaten şaşkın şakkabaz biriydim ama şu aralar şaşkınlık beni satın almış gibi her zerremde kımıl kımıl dolanıyor. Ne iyiceyim ne de kötüce, sadece kötüceden halliceyim biraz. Sanki iyiyle kötü bir olmuşlar da alenen ve durmaksızın benimle kafa buluyorlar gibi. İki duyguyu aynı anda hissetmek ve yaşamak mümkün müdür? Bunu gerçekte hiç başaramadım ama hayalde de denemeye üşendim. Bunlardan dolayı cevap veremeyeceğim. Durum şu anlık bilgim dahilinden koşar adım uzaklaşmakta.

Kötünün iyisi, kötüden daha az kötü olmasıdır. Ama iyinin kötüsü her zaman bana en tehlikelisi gibi geliyor. Adeta sinsiliğin vücut bulmuş hali gibi.

Şu işe bak! Hiç demiyorsun da, "İyi de bizim bu konuyla alâkamız ne?" diye. Nereden bileyim be kendim? Daha seni bile bilemiyorum, nereden bileyim? Yalnızlık ile oturunca bazen ben bile ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşıyorum. Ben bile demiş olmam bile fazlasıyla garip bir alçakgönüllük oldu sanki. Açıkçası benim ne dediğimi bilmemem için Yalnızlık'a hiç ihtiyacım olmadı. Ben her daim ne dediğini bilmezin tekiyim zaten.

Bu kez pek yazasım da yok gibi. Tembelliğim kuduz bir köpek gibi peşimden ayrılmıyor. Bu isteksizlik tam olarak ondan mı geliyor bilmiyorum. Galiba bir yandan canım saçmalık tohumlarını saçmak istedi. Madem öyle varsın saçılsın deyiverdim ben de. Bu işi de Tembellik'e yaptırdım. Öyle mi yaptım?

Kendime İtiraflarımHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin