Adsız Gün 7

24 3 1
                                    

Haydii gene kaldık mı başbaşa? Şapşallığın hiç de sırası değil, ama ne var biliyor musun? Aklıma geldikçe gülmeden de edemiyorum. Neye mi? Elbette ki şu sersem halimize. Durup durup sanki hiç işimiz gücümüz yokmuş gibi katıla katıla gülüşümüze ve tıpkı zarifliğin doruklarına ulaşmış, ince gibi gözüken bir esintinin etkisiyle de, Erciyes'in sırtındaki şalın sıyrılırcasına kaydığı gibi bir yığın çığın altında kalmamıza sebebiyet veren, şu aşağılayıcı şekilde peyda olan bağıra çağıra atıverdiğimiz nara dolusu kahkahalar yok mu? Hah, işte o anları anımsayıp gülmeden edemiyorum.

Mutluluktan mı? Hiç sanmam. Mutluluğa yol açmasından olabilir mi? Ne farkeder? Yolumuz yol değil ki? Dere tepe bayır ve engebe. Keza yol da sayılmaz oralar ama seni mi kıracağım varsın yol olsun. Lâkin benim idrak edemediğim şey bu değil, şöylece bir düşün bakalım; engebeyi de bir tarafa bırak ve bak bakalım bizim sahip olduğumuz bir yol var mı? Elbette yok, yol bizde ne gezer? Uçuyor muyuz? İyi ama orada da hava yolu diye bir şey var. Yer altında da mümkünse yol arama, çıksa çıksa karşına Hades çıkar benim çok şanslı olup da şans mayasıyla mayalanmış sevgi dolu kendim.

Her ne ise... Ne oldu biliyor musun? Durup duruken aklıma birden Oblomov geliverdi. Sabahtan beri Oblomovculuk oynuyorum, nasıl da tembelim ki hiç sorma! Sigaramı yakmaya üşenir oldum, yanımdakilere, "Bir yakar mısın?" diyerek dudaklarıma yerleştirmiş olduğum sigaramı kafamla uzatıp durdum. Aslına bakarsan o kadar da tembel sayılmazmışım. En azından sigaramı dudaklarıma yerleştiriyormuşum. Ya onu da bir başkasına yaptırsaydım, ne derlerdi? Bak gördün mü? Demek ki neymiş, tembel değilmişim ve kendi sigaramı dudaklarıma götürebiliyormuşum.

Durdu, durdu ve şöyle bir irkildi. "Kafamı bir mikser gibi karıştırıyorlar, sanırım bulamaç gibi bir şey oldu kafamdakiler," dedi Oblomov Oblomoviç. "Daima nefret ve ziyan yükü ile kafamı karıştırıyorlar, neden her daim başkasını veya başkalarını dinlemek zorundaymışım gibi hareket ediyorum ki? Kendime ait kararları alabilecek bir yaşta olmama rağmen halen neden durmaksızın başkalarına danışmaya zorluyorum kendimi hiç anlamış değilim. Ne gerek tüm bunlara, ne gerek var? Çok ilginç, aynı zamanda vermiş oldukları akıl bulutları üzerimde dolanıyorken, bir de zoruma gitmesi yok mu mahvediyor beni. Zoruma bak, beni meslek edinmiş gibi dibimden ayrılmıyor.  Demek ki zorumun da bir zoru var ve onu herhalde durmadan kızdıracak şeyler yapıyorum. Hakkı var, şöyle bir bakınca çıkarlarımızın ne kadar da benzeştiğini, hatta benzeşmekten ziyade aynı olduklarını görmek güç değil. Çok sevgili zorum, lütfen beni affet ve gel tokalaşıp barışalım."

Zoruyla tokalaşıp barışan Oblomov Oblomoviç, ayaklarını sürüyen küçük bir çocuk misali odasında turlamaya başladı. Elini götürdüğü sivri çenesindeki sakalını sıvazlayarak birtakım sözcükler mırıldandı. Kendinin dahi duyamadığı bu sözlere ister istemez içerledi. Peşi sıra,"Dürüst!" diye gürledi.

"Dürüst insanlara rast gelmek ve onlarla adam akıllı istişare edebilmek ne de zor, hatta zor olanı bile sinirlendirecek düzeyde zorluğa sahip olması ne de ürkünç, ne de vahim bir durum!" Çenesiyle oynadığı elini ve çenesekliğiyle boy ölçüştürdüğü o başını etrafta gezdirmeye başladı. Yıllar yılı alışmış olduğu odasındaki o nesnelerin sanki kendisinin değilmiş gibi birden tuhaflaşmaya başladığını hissetti. Belki de kendisi tuhaflaşıyordu ve uzun bir süre ciddî anlamda tuhaflaştığının farkında olamayacağı da su götürmez bir gerçekliğe ulaşmak üzereydi.

Kendi iç dünyasına ne kadar daldığının farkında değildi ama, "Dürüst demiştim," diyerek aslında ne kadar geriye gittiğinin de farkını yakalamış oldu. "Şey, aradığım sen değilsin. Dürüstle ilgili bir şey demiştim. Acaba ne demiştim?" diyerek tekrar bir önceki söylediği sözü hatırlamaya çalıştı. Kısa süre sonra da hatırlayınca o söze karşılık şunları söylemişti: "Çünkü ben Oblomov Oblomoviç'im, her şeyden önce, tam takır kuru bakır bir Oblomovcuğum."

Nihayet kendini hatırlamıştı ama bu isim üzerine üzerine geliyor ve altında ezilmekten alamıyordu kendini. Bir Oblomov olamazdı ama Oblomov'un bir türevi olabilirdi yalnızca. Bu sebeple kendine ya "Oblomovcuk," ya da, "Oblomov Oblomoviç," diyordu. Ardından da, "Oblomovluk da meğer ne zormuş," diyordu. Sonra içten içe, "İnsanın kendisi olabilmesi bile neden bu denli zahmetli olmak zorunda ki?" diyerek söylendi.

Bir kuşa, bir güvercin kuşuna uğradı bugün. Tembelliğinden kuşu bile korkutamayıp olduğu yerde kala kaldı. Güvercin kuşu onun bu hallerini görünce üzüldü ve tıf tıf adımlarla yanına yaklaştı. Ardından kanatlanıp başının üzerinde üç tur döndü. Ne yediyse artık yediğini sindirmiş halde Oblomov Oblomoviç'in başına kurşun gibi pisledi. Sonra da gelip kafasına kondu ve yaptığı terbiyesizliği affettirmeye çalıştı. Ona kanat hareketleriyle bilerek yapmadığını anlatmaya çalıştı ve ciddî durumdaki ishal rahatsızlığından bahsetti. Oblomoviç bundan ne anlardı ki? Durdu durdu ve kafasındaki kuşa bakarak: "Kafama pisleyip konduğun için sana ne kadar teşekkür etsem az," dedi ve yere eğilerek halen kafasında duran kuşu saygıyla andı. Yanından geçenler tuhaf tuhaf ve küçümseyici bir gülümseyişle Oblomoviç'e bakıp geçerlerken, o da, "Başıma talih kuşu kondu," diyerek onlara kucak dolusu gülümseyişle karşılık veriyordu.

Bir rüya aleminde gibi miydi bilinmez ama güvercin kuşu başından uçunca içinde bulunduğu andan sıyrılıverdi. Başındaki pisliği temizlemeye dahi tenezzül etmeden "Belki talihim yaver gider," diyerek birkaç yere uğradı. Tüm gününü başkalarına danışarak, onlarla istişare ederek geçirdi. Sanırım tembelliğinden dolayı karar alabilmek de oldukça zorlandığından ötürü bu istişarelere ve danışmalara başvurarak yükü üzerinden atmaya çalışıyordu. "Bu denli basit bir karar ne kadar zor olabilir ki?" diye düşündü. Geleceğinin plânlarını kuruyordu ve bu plânlar da o kadar ağır işliyordu ki zihninde, daima sonuçlara hep geç kalıyordu. Sonuçlar ondan hep önde gidiyor olmasına rağmen o aldığı kararları eyleme dökene değin varmak istediği sonuçlar daha o varamadan vuku buluyordu.  Bu yüzden plân dahilinde düşünceler veyahut destekler istemiş olduğu şekillerde meydana gelmiyordu. Buna o kadar bozuluyordu ki yapabilse kendisini tutup yerlere çarparak öfkesini dindirmeye çalışacaktı.

Her ne olursa olsun, her şeyden önce yine de bir Oblomoviç'ti. Tembeldi ve bu tembellik bile ona güç geliyor olmasına rağmen tembelliğe olan açlığına da yenik düşmekten kendini alamıyordu. Şu anda bile gereksiz yere söylendiğinin farkında olmasına rağmen neden bunca gereksizliğe katlanıp, saçma olarak gördüğü onca şeye mahâl verdiğini bilmiyordu. Bir de  halihazırda söylendiği şu son sözlerini somut bir görsellikle düşünüyordu. Ayrıca söylenme denen ve bağımlılık yapan şu illete neden hiç üşenmediğine anlam veremiyor oluşundan kaynaklanan kızgınlığına kızıyordu.

O kadar nedenleri vardı ki, o nedenler yığınla kayılı olan o saman balyaları gibiydi, haddinden ve hududundan fazlaca olan o nedenler etrafını saran arı sürüsü olmaktan öteye geçemiyordu ve sırf bu yüzden saymakla bitmesi bir kenara sayıp saymadığını bile hatırlamıyordu, çünkü bir yerden sonra aklına, "Himmet Ağbey," senaryosu gelince durmadan güldüğünden dolayı başa sarıyordu.

Çenesi asla durmayan bir otomat gibiydi. Biri konuşturmaya başladığında susmak bilmez, iki laf söylenmediğinde de ne konuşacağını bilmezdi. Sanıyorum ilgisi ve alakası olan şeylerle konuştuğu vakit yorulmadığı tek vakitti. Lâkin, her ne kadar yorulmuyor desek de o tür konuşmalarda da pek maharetli sayılmazdı.

Bir kitap yazmıştı  ve onuda iyice saçmalıktan ibaret saymıştı. Kitabından bahsederken insansılara şöyle diyordu, "Bakın inanın bana çok beğeneceksiniz. Neden mi? Çünkü ben okudum ve çok beğendim, içi dışı bir, saçmalık dolu olan entrikalarla yanıp tutuşuyor. Öyle mi, siz ne anlarsınız kitaplardan!" Yahut şöyle diyordu, "Hayatımdaki en büyük pişmanlığım ama aynı zamanda hayatımda sahip olduğum tek yegane şey."

Anlayacağınız bizim Oblomov Oblomoviç, delinin hatta bilemediniz zır delinin tekiydi ve ne yapsa inanın yeriydi. O ise bu durumu şu şekilde ifade ediyordu: "Ben deli değilim, sadece yaratıcı bir şekilde deliyim." Tek sığındığı dayanak ise bu tabirdi. Mecnun olsa sanıyorum hakkını verebilecek yegâne kişi diyebilirim ama olmadığını da iddia edemem. Kim bilir?

Kendime İtiraflarımWhere stories live. Discover now