Adsız Gün 6

20 4 0
                                    

Eylül... Baksana şöyle bir, bakışlarının endamına incelik kat ve bir bakışla kazandığın yahut kazanabileceğin o duyguların arasına bir Eylül sıkıştırıver. Eylül... Eylül geldi. En samimi hislerin yoğrulduğu amansız bir günde çıkıp geldi. Eylül olmadan olmayan onca şeyin hurafe gibi yüzüme çarpan o havanın esrikliği ile dolmak lazım geldi bir an. Buna, böylesine bir hissiyata neden ihtiyaç duymak gerekir ki? Bilemiyorum... Ancak bilmiş olduğum yalnızca bir şey varsa o da Eylül kelimesinin hep bir hoş gelmesidir bana. Keza peşi sıra gelecek olan Ekim'de.

Eylül sağ duyuya boğulmuş bir halde olan şu eksantrik ruhuma anlaşılması güç şekilde öyle muvafık gelir ki, acaba bir başına kalmış o kelimede benimsemiş olduğum ne olabilir? Ne biliyor olduğumdan ne de bilmiyor olduğumdan tam emin olamadığımı ortaya koyarsak, bunu biliyor yahut bilmiyor olmam yargısına da bir zar atmak kafi gelir.

Eylül ve Ekim... Sanki ayrılmaz bir bütünün parçası olmaktan zevk alır gibiler. Ya da çok sık duyumsanmayan şeylerin varlığına birer hasretlik gibiler. Eylül ve Ekim... Nereden bileyim, sizler nesiniz? Burnumda tüten bir özlemin kokusu mu? Zihnimde uçan bir serabın yanılgısı mı? Yüreğime sataşan buzdan kıvılcımlar mı? Nedendir bu kadar anlaşılması güç olmanız? Bunca belirsizliğinizin ve gütmüş olduğunuz gayedeki odak noktasının amacı ne?

Bambasit iki kelime; Eylül ve Ekim... Ama daha çok, hatta en çok Eylül... Neden Ekim değil de Eylül? Ya da neden Ocak, Şubat... vb. değil de yalnızca Eylül. Tüm bunlar bir yana, neden bu durum benim için bir problem ve o problemden öteye geçmeyen bir durum? Neden daima bir takıntı ve merak?

Hakikaten, neden Eylül? Gözyaşları olarak yapraklarını yere seren ağaçların hislerini gözler önüne çıkardığı o veda busesi olan Sonbahar'dan dolayı mı? Yoksa bu durum yalnızca bir şeylerin başka bir şeyleri terk edişi olmasın? Acaba diyorum, en basit olanına değinmek gerekirse; yaprakların ağaçlarından ayrı kalması, onları olanca gülünçlükleriyle çıplak bırakarak terk edişlerinin, bilinçaltıma tıpkı bir yakamoz edasıyla yansıyor yahut çoktan yansımış olması olabilir mi? Belki de her zaman olduğu gibi hiçbir gaye gütmediğim, başkalarının alaylarına maruz kalabilecek düzeyde olan aptallığımın göstergesi olma ihtimali olabilir. İyi ama neden Eylül? Başka bir şey değil de neden o?

Bunları söylerken şairane bir üslûp takınmak değil niyetim. Neden içimde böyle bir gaye güdeyim ki? Derdime ne olmuş hem? Ama inanmadın değil mi sevgili kendim? Bu söylevlerin baştan aşağı yalandan ibaret olduğunu tıpkı sen de benim gibi biliyorsun. Ancak ikimizinde yanıldığı bir nokta, daha doğrusu hatırlamayıp da yanılgıya kapıldığımız bir gerçek var: O da zihnimden ne akıyorsa onları bu sözlerde biriktirdiğimiz gerçeği.

Keşke insanların düşüncelerini biriktirebileceği bir kumbarası olsa. Elbette kafada birkiyor ama hangi birini ya da kaçını hatırlıyoruz? Dün ne yediğini hatırlamayan bir topluma dönüşüverdik ister istemez. Bu yüzden kafamızdakileri boşaltacağımız, yanımızda taşımamızın çok kolay ve rahat olabileceği bir kumbaraya sahip olmamız ne kadar da hoş olurdu! Daima her şeyleri hatırlamamız kolaylaşırdı ve hatırlamak istemediğimize de el atmaya bile tenezzül etmezdik.

Ama... Ama kalbim öyle kırık ki... Gerçekten de öyle mi? Kalbim kırık mı? Kırıksa şayet tamiri mümkün mü ve ne kadar kırık? Zaten ne hissediyorum ki ben? Biri gelir yaparsın ve yapmadı der, ötekisi gelir, "Kızlarda haklı, karşılarında aday yok sevebilecek ve evlenecek," der, berisi gelir, "Üç-beş kuruşa tamah et, gerekirse öldürsünler," der. Bir başkası da durmaksızın salak yerine koyar. Bunu duyan bir başkası da kahkahalarının ardına saklanarak: "Senin yaptığın haddinden fazla salaklık var," deyip gülme merasimine devam eder.

Söylesene sevgili kendim, neden bu denli sanki dünyada başkaları yokmuş gibi daima kusurlu olmak zorundayım? Neden birilerinin gözlerinde tuhaf bir ucube olmaktan öteye geçemiyorum?

Kendime İtiraflarımWhere stories live. Discover now