2: ağrımak

439 51 76
                                    

Dudakları kıvrık bir halde rahatça usul usul elindeki kalemi oynatarak resim çizerken onu bizzat kendi gözlerimle izliyordum. Kütüphaneye kitap okuma amacı ile gelsem de ellerinin hareket edişini, alnına doğru geleduran saçlarını kulağının arkasına ittirmesi yahut dudaklarını dişleyip dururken bir yandan da sırıtarak karşısında öylesine çizdiği resme odaklanırken benim onu izlemem ne güzeldi.

Uzun vakit sonra sessizliğin bozulmasına aldırış etmedim, halen sessizlikte gibiydim. "Neden bana bakıp duruyorsun ki? O kadar mı çirkinim!" yine kendi kendisine söyleniyor ve kendisine gülüyordu. "Hayır canım, sadece saçında böcek var da." dudaklarındaki tebessüm silinip ciddi gözlerle bana döndüğünde bu sefer gülen ben olmuştum. "Hep sen mi şaka yapacaksın?" ofladı. Korkmuştu. Onun hiç bir vakit yenemediği böcek korkusu beni dahi endişelendirirdi.

"Kitabını okusana sen! Ne diye uğraşıyorsun benimle ha?" omuz silktim. Ona neydi? "Ne çiziyorsun acaba? Pek de özen vermiyorsun belli." intizamsız kalem tutuşuna yeniden göz çevirdiğimde kaşlarımı çatmıştım. "Kendi hislerimi katıyorum. Neyine özen vereyim ki?" iç çektim. Elbette kendisine özen vermediğini bilirdim. Lâkin, kendisine değer dahi vermezdi o. Bunu yedi gündür biliyordum. Yedi gündür onu sahiden de tanımaya başlamıştım, farkındalığa kocaman bir adım atmıştım.

"Güzel sanatları neden seçtin o halde? Sanata sanat katmak için, kendini sanata katmak için değil mi? Değilse niçin? Önem vermek zorundasın, istesen de istemesen de." müphem olduğu ne belliydi. Belit şeyler yine de belirsizdi. Bilinmezdi. "Kendime önem vermek için değil sanata önem vermek için seçtim bu bölümü. Hem ben ayrıca altı yaşlarındayken bile çizerdim. Ne alakası var kendimle?" güldüm başı boş bir şekilde.

"Sevdiğin bir mesleği seçerken ki gibi akıllı olsaydın keşke evlenirken de."

Sanırım onu kırmıştım. Zirâ kaleminin ucu kırıldığında ve gözlerini kırpıştırarak büzdüğü dudağından anlamıştım. En fenası da feromonundan! Ağır ve kesin bir kokusu vardı ama alışmıştım. Pek de dert olmuyordu bana. Kalemi bıraktı bir an masaya ve gözlerimizi birleştirdi. Bana bakarken kağıdı elleri arasında çoktan parçalamıştı. Yanındaki çöpe halen bana bakarken atarken -neden bana baktığını bilememek ne kötüydü- gülmüştü.

"Hadi yemek yemeye gidelim." kitabımı çantama koyup arkasından koştuğumda karnımın gurulduyor oluşuna göz devirdim. Kampüsün bahçesinde yer dahi yoktu ki. Neden buraya gelmiştik? Bir şey demezken onu takip ediyordum hala. Ancak kapıya doğru yöneldiğimizde garip hareketlerine mukabele ona bakmıştım.

"Okulun yemekleri hakikaten berbat!" bunun için bile serzenişte bulunurken bir an duraksadım. "Dersten kaçıyoruz resmen! Bence burada yiyelim." omuz silkti öylesine. "İster gel ister gelme." bayağı hızlı yürürken ırakta kalmıştı. Arkasından bir an koşmuştum yanına doğru. Ve sinirlice bağırdığımda yine kulak erdirmemişti bana. "Ne aptalca bir söz, ister gelirmişim ister gelmezmişim. Neyin tavrıysa artık..."

"Tamam. Konuşmazsan konuşma." komik değildi ama her şeye gülüp duruyordu. Yedi gündür buna infial oluyordum, çünkü isteyerek gülmüyordu. Bu onda bir tür alışkanlıktı. "Tavırlı olan sensin bücür." koluyla omzumdan çekiştirerek beni kendisine yasladığında sesli bir şekilde oflamıştım. Ayrıca kendisinden geri çekilemiyordum, çok güçlüydü!

Kızgındım ve feroman salmaya başladığımda hemen bırakmıştı beni. "Hey! Alfaları başımıza mı toplamak istiyorsun ha?" yerde tepinerek yürüdüğümde dudaklarım büzülmüştü. "Senin yüzünden." yolda yürümemizin ardından bir hamburgerciye oturmuştuk. "Zevksizin tekisin Yoongi, ketçap nasıl sevilmez?" göz devirdim patatesleri ketçaba gömerken. "Sevmiyorum işte! Mayonez daha güzel!" kafasını itirazla iyi yana sallamıştı.

ma solitude, yoonkookWhere stories live. Discover now