Devil May Love

By carmenwantsdie

759K 61.6K 76.7K

"Şeytanlar da sevebilir." Park Jimin aşık olduğu çete liderinin hayatını baştan aşağı değiştireceğini bileme... More

• Prologue
• One
• Two
• Three
• Four
• Five
• Six
• Seven
• Eight
• Nine
• Ten
• Eleven
• Twelve
• Thirteen
• Fourteen
• Fifteen
• Sixteen
• Seventeen
• Eighteen
• Nineteen
• Twenty
• Twenty One
• Twenty Two
• Twenty Three
• Twenty Four
• Twenty Five
• Twenty Six
• Twenty Seven
• Twenty Eight
• Twenty Nine
• Thirty
• Thirty One
• Thirty Two
• Thirty Three
• Thirty Four
• Thirty Five
• Thirty Seven
• Thirty Eight
• Thirty Nine
• Forty
• Forty One
• Forty Two
• Finale Chapter
• Last Speech

• Thirty Six

10.9K 931 1.2K
By carmenwantsdie

36 |Korkular Kabuslarda Vücut Bulur|

Hava daha önce hiç olmadığı kadar kapalıydı. Öyle boğucu bir atmosfere sahipti ki sanki dar, küçücük bir odaya iki büklüm tıkılıp kalmış gibiydi. Aldığı nefesler ciğerine ihanet edercesine batıyordu göğüs kafesinin sahip olduğu her kemiğe.

Tekrardan derin bir soluk almaya çalıştı, şimdi fark ediyordu da bir başınaydı burada. Bomboş bir sokağın göbeğinde öylece bir başına dikiliyordu Jimin. Buraya ne zaman ve nasıl geldiğini bile bilmiyordu. Daha doğrusu buranın neresi olduğunu da çıkaramıyordu.

Nihayetinde titrek bir nefes dudaklarından sızıp, ciğerlerine doğru yol aldığında dikkatle etrafı inceledi. Dışarısı o kadar karanlıktı ki, ayakları altındaki yolu görmese bir sokakta olmadığını düşünürdü. Çareyi kendi ekseninde dönmekte buldu, etrafında hiçbir şey yoktu.

Hiçbir şeyin göbeğindeydi,

"J-Jungkook?"

Nasıl da titriyordu elleri, dönüp onlara baktığında sargısının yerinde olmadığını da görmüştü. Gittikçe çatıldı kaşları, yeniden başını kaldırıp karanlığın içinde göz gezdirdi. Solukları gittikçe hızlanıyor, şakaklarından sicim sicim ter dökülüyordu. En son, sevgilisinin kolları arasında uyumuştu. Ne zaman gelmişti ki buraya?

"Jungkook!"

Gür sesi, boşlukta bir yankı dizesi haline gelerek yayıldı durdu. Ama ondan başka da bir şey yoktu etrafında, ta ki, güçlü bir tıslama sesine kadar. Dudaklarında korkunun esir aldığı bir gülüş oluştuğunda, kalbi de göğsünü delecek kadar hızlı atıyordu. Düşünmeden sesin geldiği yere, tam arkasına döndü Jimin.

Beklediği gibi, bir yılan gördü. Ama onu daha fazla ürküten başkaydı. Bildiği bir yılan değildi bu, ne Lily ne Rosa ne de herhangi bir tanesi. Derisi kan kırmızısı ile kaplıydı ve irisleri tüyler ürpertici bir karanlığa sahipti. Bu yılan tam da Jimin'in ayakları dibindeydi. Her şeyin neredeyse bir taşımlık süresi vardı onun için. Korkudan titrememesi, o an olanaksızdı.

Yılanın bedenine baktığında, kuyruğunu bir türlü göremedi. Çünkü kan kırmızısı deri gittikçe uzanıyor ve uzanıyordu. Jimin'in nefesleri, artık kesilecek raddede hızlanmıştı. Hayatında hiç bu kadar uzun bir yılan görmemişti ve ayaklarının dibinde değildi sadece. Jimin'in etrafını çepeçevre sarmıştı.

Tam da o saniyeydi işte. Soluğu boğazına tıkandı ve yılanın zifiri karanlık irislerine baktı. Yılan, doğrulmaya başladığında kaçmak istedi Jimin. Çırpınışları sonuç vermedi. Kaçamayacağı bir şekilde sarmıştı onu ve yükseldikçe yükseliyordu. Jimin'in yüzü ile aynı hizaya geldiğinde dişlerinin ne kadar büyük olduğunu görmüştü. Yılan ise, daha önce duymadığı türden hırıltılı bir ses çıkarttı, dişlerinden süzülen sıvı, kandı.

Jimin daha bağırmak için ufacık bir fırsat bile bulamadan, irice açtığı ağzıyla yüzüne atıldı. Ciğerlerinden yükselen korku dolu bir çığlık, o anın getirisi ile kaçınılmazdı. Mantığı zaten yok olmuştu, bu yüzden parmak uçlarına kadar titrerken hissedeceği acıyı bekledi Jimin. Refleksle birlikte gözlerini sımsıkı kapadı ve sık solukları arasında başını yere doğru eğdi.

Ancak acı yoktu, bedeni sert zeminle buluşsa da acı yoktu. Gözlerini kapattığının farkında bile değildi o. Elleri soğuk asfalt ile temas eder etmez kirpiklerini araladı ve çenesine kadar süzülen ter damlaları eşliğinde sertçe yutkundu. Hayatında, daha önce hiç bu kadar korkmuş muydu onu bile bilmiyordu.

İrkilerek durduğu yerde geriye kaçmaya çalışmıştı. Gözleri ise karanlığın sardığı yerde serice dolanıyordu. Boğazı kupkuru olmuştu ve teni de birkaç ton kadar beyazlamıştı. Ancak neyse ki, yılan orada değildi artık. Derin bir nefes almak istedi Jimin. Saçlarını sertçe geriye tararken gözleri irice açılmıştı. Neydi bu yaşadığı, adını bile koyamıyordu.

Oysa daha yeni yeni sakinliyordu. Bir anda omuz hizasında, hemen dibine düşen kırmızı sıvı ile resmen buz kesti. Gözleri kan damlasını buldu ki, peşi sıra birkaç tane daha düştü. Artık kıpırdayamaz hale gelmişti bedeni ancak Tanrı ona oyun oynuyor olmalıydı. Kan damlaları, tıpkı sağanak bir yağmur gibi etrafına düşmeye başladığında sesli, acı bir nefesi bıraktı.

Gözleri bilinçsizce dolmuştu, bedeni bir yaprak gibi titremişti. Ağır olmaya çaba gösterdi, yanakları şimdi de göz yaşları ile ıslanmıştı. Arkasına döndüğünde, gördüğü ağaç gövdesi tanıdıktı. Dudakları tir tir titrerken başını yukarı kaldırmaya cesaret edemedi. Bunun tam tersini istiyor gibiydi Tanrı, kan damlaları yığınla üzerine düşmeye başlayınca sarsılarak hıçkırdı Jimin.

Dudaklarından bağırtılar dökülürken bütün kemikleri kırılacak gibi sızlıyordu, başına dayanılmaz bir ağrı saplanmıştı ve kulaklarında korkunç bir uğultu nüksediyordu. O an o kadar çok canı yanıyordu ki, ölecekmiş gibi hissediyordu.

Ölüm Vadisi'ydi burası. Eskiden Baem ve Lubi'yi ayıran ağaçtı eteğinde durduğu. Çürük etin ve kanın metalik kokusunun her yerini kapladığını hissettiğinde nihayet başını çevirdi Jimin. Bakmak istemiyordu ki, hem bu bir kabustu değil mi? Öyleyse birazdan uyanacaktı.

Değil mi?

Dizlerini hızla karnına çekti, korkuyla sarıldı onlara. Kan hala tepesinden boşalıyordu. Artık bağırarak ağlamaya başlamıştı ki, yolun ucunda gördüğü arabayla gözlerini sımsıkı kapatmaya çalıştı. Jongin'in arabasıydı bu ve Jongin tam karşısında, tıpkı o geceki gibi duruyordu. Jimin gözlerini kapatmak istediğinde ise araba hızla ona yaklaştı.

Kalbi milyonlarca el tarafından aynı anda yumruklanıyor gibi acıdığında yerinde zıplamıştı. Korkuyla yerinden kalktı ve geri geri giderken başını hızla iki yana salladı. Jongin, tam gözlerinin içine bakıyordu. Kulaklarını sımsıkı kapattı Jimin,

"Hayır, hayır bu gerçek değil! Açma kapıyı Jongin yapma!"

Tıpkı o gece olduğu gibi, ölümün yüzüne düşürdüğü gölgeyle açtı kapıyı. Jimin'in kuvvetli çığlığı eşliğinde bir kez daha açıldı o kapı ve yeniden patladı araba. Görmek istemedi. Canı bedeninden çıkıp gidecek gibi sızlıyordu her yanı. Hızla arkasına dönünce yine o ağaçla burun buruna geldi. Bu sefer, ağacın dalında öylece sallanan küçük çocuğun bedenini görmüştü. Kyungsoo'nun kardeşini,

"Hayır! Hayır!"

Defalarca sayıkladı tek bir kelimeyi. Yaşlı ağacı elleri parçalanana kadar yumrukladı. Kırmızı gövdeli yılan, çocuğun etrafını sarmış öylece Jimin'i izliyordu. Jimin ise ciğeri çıkarcasına içli içli ağlıyordu.

Uyanmak isterken, çığlıklar atarken ayaklarının dibine bir beden gürültüyle düşüverdi.

Korkuyla oraya, ayaklarının ucuna ilişmiş bedene bakınca solukları bir kez daha tıkandı Jimin'in. Taehyung, kanlar içindeydi. Gözleri dibine kadar açıktı ve suratı yer yer parçalanmıştı. Doğruca Jimin'e bakıyordu ama çoktan ölmüştü. Ölüydü.

Derken, devamını gördü Jimin. Onun ayaklarının ucuna uzanmış Seokjin'i. Son kez el ele tutuşmuş Yoongi ve Hoseok'u. Jackson, Baekhyun, Chanyeol ve Kyungsoo'yu. Daha sonra Namjoon'u, feci bir şekilde can vermiş Namjoon'u...

Jimin'in ayaklarının dibine serpilmişti hepsinin cesedi. Daha nicesi, yüzlerce binlerce ceset vardı. Tir tir titredi bedeni, tanıdığı insanlara dokunan gözleri irice açılmıştı. Artık gökyüzünden değil, Jimin'in gözlerinden dökülüyordu kanlar. Kesik, çaresiz çığlıklar atıyordu. Sesi yok olacak gibi kısılmıştı. Kafayı yemenin sınırlarında tehlikeli adımlar atarken ve sürekli cesetlere bakarken saçlarını sertçe çekiştiriyordu.

Daha fazla dayanamadı Jimin'in bedeni. İsteği dışında dizleri üstüne oturdu ve nefes alamaz hale geldi. Gözlerini de yeniden yolun ucuna çevirdiğinde, görebileceği en kötü şeydi karşısında vücut bulmuş kabus.

Jeon Jungkook. Kesikler, yaralar içinde dizleri üzerinde duruyordu. Çenesine kanlar boca ediyordu dudaklarından. Gözlerinin pınarları kan doluydu. Boğazında koca bir kesik vardı ve kanlar ardı arkası kesilmeden dökülüyordu yere.

O ise öylece Jimin'e bakıyordu. Bütün yılanları, etrafında cansız bedenleri ile uzanıyordu. Bedeni dayanamayıp, artık o biçimde yere oturduğunda öksürdü. Daha çok kan çıktı boğazından ve ağzından.

Öyle bir acı yakıp kavurdu ki Jimin'i, ölümü her bir hücresinde hissetti. Gözleri, Jungkook'un sırtından saplanmış, göğsünden çıkmış koca kılıçta dolanırken ona gitmek istedi. Koşmak, sarmak, bağırmak veya çığırmak. Yerinde çırpındı, tepindi ve bağırdı ama nafile. Bir santim bile gidemedi ona.

Artık tepki bile veremeyen bir hale geldi. Acı o kadar yakıcı, o kadar kuvvetliydi. Sevgilisinin kanatlarını da koparmışlardı, ölüm kokan o kanatlar yılanlarının üstüne düşüvermişti.

Ölüyordu, Persephone'nin sevgilisi Hades ölüyordu. Beraberinde de Persephone can veriyordu. Hiç olmadığı kadar diriyken hem de.

Nefesleri gitmedi göğsüne doğru. Acısı boğazına oturmuştu, çığlıklarını bile salmıyordu. Ayağa kalkmak istedi, gözlerinin içine bakan sevgilisine ölmek pahasına koşmak istedi. Göz yaşları bir saniye olsun dinmiyordu. Ancak, ayağa dikilemedi. Boğazını sımsıkı sardı kırmızı yılan, ellerini ve bacaklarını sıkıca kapladı. Kıpırdayamadı Jimin, gözlerinin içine baka baka, ağırca yere yığıldı Jungkook.

Tanrı, ona son bir kez şans vermiş olmalıydı ki bağırabildi Jimin. Gözleri kapanan Jungkook'un adıyla feryat etti. Bedenini diri diri yakıyorlar gibi acıyordu canı, nasıl tarif etsindi bu acıyı?

Feryadı, acısını kasırga gibi savurmuş olmalıydı atmosfere. Gökte ne kadar kuş varsa, Jimin'in acısına çarparak can verdi. Öylece yere, diğer cesetlerin arasına düştüler. En sonunda da, ona hediye ettiği şahin, kopmuş kanatlarının üzerine düşüverdi.

Dudaklarından acı dolu bir inilti dökülürken anında nefesi tıkandı. Gözleri iri iri açılmıştı Jimin'in. Yerinden bile sıçrayamamıştı. Bir süre boyunca öylece nefes alamadı, gözlerini serice tavanda gezdirirken yaşlar yüzünü sırılsıklam etmişti. Kabustu, dedi kendi kendine. Teselli etmeye çalıştı beynini ama acı daha baskındı. Kavurucuydu.

Göğüs kafesinin tam ortasında öyle kuvvetli bir sızı taşıyordu ki, en az yarım saat kadar bu ağırlık yüzünden yerinden doğrulamadı.

Hemen gözlerinin önüne düştü o görüntüler. Bir kez daha hıçkırdığında, gözlerinin kararmasına bile aldırmadan hızla yataktan kalkmaya çalıştı. Ani hamlesi yüzünden başı dönmüştü, zaten ağlıyordu da hala. Bu yüzden de yataktan kalkar kalmaz hiçbir şeyi göremedi.

Sendeleyip omzu doğruca duvara çaptığında, dayanamayıp kayarak çöktü yere. Başını, gözyaşları arasında yatağa çevirdiğinde boş olduğunu görmüştü. Sabah da olmak üzereydi fakat Jungkook yoktu yataklarında.

Kalbi aynı acıyla yine kasıldı. Kabus muydu gerçek miydi diye düşündüğünde ise, zaten aşina olması gereken odayı uzun uzun inceledi. Yeniden kalktı sonra, hızla yatağın diğer köşesine geçti ve oraya kıvrılan Rosa ile Lily'i gördü. Korkusu tazeydi, acısı gibi. Jimin'i resmen ateşinde kavuruyordu.

Bu yüzden kendisini, yılanların dibine neredeyse attı. Durmadan da ağlıyordu onlara dokunurken.

Yılanların ikisi de başını ona çevirdiğinde, daha güçlü ağladı Jimin. Yaşayıp yaşamadıklarını kontrol etmek istemesi canını daha çok sıktı. Görünüşe bakılırsa, bu korkunç kabusun etkisinden uzun bir süre çıkacak gibi değildi.

Yılanları orada bırakıp, yeniden sendeleye sendeleye kalktı yerden. Koca odada boş bakışlarını gezdirirken hala içli içli ağlıyordu. Zavallının bedeni iyice küçülmüştü olduğu yerde ve omuzları şiddetle sarsılıyordu.

Sırılsıklam terlemiş olmasına rağmen üşüyordu. Ondan olsa gerek, hem korkudan hem üşümesinden titrerken koltuğun üstüne atılmış ceketi görünce ona ilerledi. Hızla Jungkook'un büyük ceketini alıp üstüne geçirmişti. Kendisini de odadan ciddi anlamda atmıştı.

Koridorlarda tıpkı bir deli gibi dolanırken durmadan ağlamasına mani olamıyordu. Jungkook'un olabileceği her yere bakarken, nöbet tutan birçok kişi endişeyle ona yaklaşmaya çalışıyordu ancak Jimin herkesten kaçıyordu. Kabusun etkisi hafifleyecek gibi değildi onun için.

Son zamanlarda arasının bir türlü düzelmediği eski dostu Kim Taehyung'un bile onun için ne kadar önemli olduğunu kavramıştı. Jimin anlıyordu, kimsenin ölmesine izin veremezdi. Buna dayanamazdı, düşüncesi bile onu öyle derinden vurmuştu ki toparlanamıyordu bir türlü. Daha önceki ölümleri bile aşamamıştı o.

Durmadan canının acıyışından, koridorları geçerken sesli ve derin nefesler alıp veriyordu. Ter damlaları sürüler halinde çenesine akıyordu, ceketi düzgün giyememişti ve irice de açılan gözleriyle önünden geçtiği herkesi endişeye boğması kaçınılmazdı.

Odaların hepsini açtı ve bir bir geçti. Kendisine durması gerektiğini söylüyordu ancak gözyaşları aralıksız akıyordu işte. Parmaklarında ki titreme her geçen dakika daha çok artıyordu. Jungkook'u bulmalıydı. Onun iyi olduğunu görmeye ve kendisini kollarına atmaya ihtiyacı vardı.

Birkaç nöbet tutan üye, endişeyle arkasından ağırca gelirken Jimin şuursuzca bir odanın daha kapısını açmıştı. Yılanların odasına girdiğinde, tıpkı diğer odalarda olduğu gibi kapının ağzında kesik soluklar alırken gözlerini şimşek hızıyla etrafta gezdirdi.

Hala o korkunç ve inanılmaz derecede gerçekçi kabusun etkisinde boğulurken, kafeslerden birisinde kırmızı bir yılan görmesi Jimin için azıcık dahi iyi olmamıştı.

Taş kesti sanki, o an öylece dondu kaldı. Yılana odakladığı gözleriyle sanki koca bir boşluğa çekilmiş gibi kalışı arkasındaki herkesi ürküttü.

Ve Tanrı, gerçekten Jimin'in bilincini kaybetmesi üzerine bir oyun oynuyordu. Çünkü kıvrılarak gerilen yılan, başını kaldırır kaldırmaz Jimin'e bakmıştı. Kabusunun her bir karesi yeniden nüfuz etti beynine, kaburgalarını sızlatan bir bağırtıyı yuttu.

Çenesi dahil bedeninin her yanı titremeye başladığında, kendini kastığı her halinden belli olurken korkuyla geriledi. Şimdi kendine dokunmaları için izin vermişti işte. Birçok kişi endişeyle onu sarsarken o öylece yılana kitlenip kalmıştı.

Saniyeler bile almamıştı. Etrafında kim var kim yok hızla çekildiğinde, bir çift kol onu öyle şiddetli sarmıştı ki bedeni birkaç adım yana doğru sendelemişti. Tanıdık ve güvenli koku da etrafını sarınca nefes alabildi, Jimin nefes alabildi.

Kaşları çatılmış, gözlerinin altı mosmor kesilmiş ve saçları karman çorman olmuştu. Jungkook dudakları arasından bir dal sigara sarkarken tabiri uygun ise bok gibi gözüküyordu o an. Jimin'in huzurlu bir uyku çektiğine emin olduğunda, istemese bile yataklarından kalkmıştı.

Namjoon ile Serpent'te olan bitene kafa yorup, neredeyse sabaha kadar bütün kamera açılarını incelemiş ve yardım etmek isteyen çeteler hakkında da beyin fırtınası yapmışlardı. Bu savaştan, en az hasarla çıkan taraf olmak istiyorlardı bu yüzden bazı konular hakkında en az haftalarca konuşmaları, düşünmeleri gerekiyordu.

Gün doğmak üzereyken de Namjoon olduğu yerde sızınca, Jungkook sevgilisinin yanına dönmek üzere yola koyulmuştu. Zaten diğer üyelerle birlikte çete bölgesinden gitmiyor ana binada kalıyorlardı. İki kat aşağı indiğinde ve dalgınca yürümeye başladığında ise, koridorda ki boşluk dikkatini hemen çekmişti.

Çok değil, birkaç saniye içinde de sesleri duyunca adımları anında hızlandı. Nöbet tutması gereken üyeleri, yılanların odasının önünde toplanmış halde görünce olduğu yerde durmuştu. Olayı kavramak biraz zor olmuştu çünkü hiçbir şey göremiyordu. Ancak, içlerinden bir tanesinin oldukça aşina olduğu o ismi kullanması üzerine kaşları hızla çatılmıştı.

Bir okun yayından fırlama süratine eş değer biçimde ufak kalabalığa dalmış, sertçe onları ittirdikten sonra sevgilisine ulaşmıştı. Neler olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu, yine de göğsü korkuyla kasılmıştı. Onu gördüğünde ise afallamış, bunu saklayamamıştı.

Persephone'si dağılmış gözüküyordu. En az kendisi kadar.

İçinde yeşeren ve kuvvetle baş gösteren korku sızıyla kaplanırken, çenesi sıkıntıyla kasıldı. Sarsıldığı her halinden belli olan ve olduğu yerde daha da ufalmış sevgilisine ilerlerken kaşları daha çok çatılmıştı. Ellerini de ani bir titreme sarmıştı.

Hızlıca kolları arasında aldı Jimin'i. Doğruca geniş göğsüne çekti, saklamak ister gibi bastırdı ve kokusuyla sardı. Beraberinde de onu kendine çevirip, biraz bile zorlanmadan kucağına almıştı. Zaten küçük sevgilisi onu hiç bekletmeden, kollarını ve bacaklarını sımsıkı etrafına sarmış, başını da boynuna gömmüştü.

Aralarından sıyrılmadan hemen önce, bir koluyla belini sımsıkı sardı ve endişeyle onları izleyen Lubi üyelerine işlerinin başına dönmelerini söyledi. Kısık, pürüzlü ve yorgun ses tonu dudaklarından çıkar çıkmaz Jimin'in omuzları yine sarsılmıştı.

Boynunda ki ıslaklıkla birlikte, onun hıçkırıklarını duyunca hızla önüne döndü Jungkook. Odalarına gitme süresi, acelesi yüzünden resmen bir dakikaya inmişti. Jimin'in ağlayışını her duyduğunda göğsünün acımasına mani olamıyordu işte. Paniği de aynı orantıda artıyordu, ona bu birkaç saat içinde ne olmuş olabileceğini düşünüp duruyordu sürekli.

Bir yandan sırtını okşuyor, bir yandan da saçları arasına öpücükler konduruyordu. Odalarının kapısına ulaştıklarında Jimin daha sıkı sarılmıştı Jungkook'a. İçeriye adımladıklarında ise, sanki yıllardır buna hasret kalmış gibi Jungkook'un kokusunu soluyordu. Küçük parmakları da saçları arasında, aceleci tavırlarla dolanıyordu.

Özellikle de boynunu öpmeye başlamıştı Jimin. Adem elmasını ve çevresini her öpüşünde ağlama şiddeti artıyordu.

Kapıyı, arkalarından gelen birkaç Lubi üyesi onlar için kapatmıştı zaten. Jungkook'un gözü bir şeyi görmez hale geldi çünkü ne yapacağını şaşırtmıştı ona Jimin. Eli ayağı birbirine dolanmıştı resmen. Bu yüzden, solukları hızlanırken hemen banyoya girdi ve lavabonun üstüne istemsiz bir sertlikle bıraktı Jimin'i.

Anında ondan uzaklaşmaya, yüzünü görmeye çalışmıştı. Ama Jimin'in sıkı tutuşu bir süre için işleri zorlaştırdı. Jungkook ise, neler olduğunu merak ediyordu. Ne olmuştu da en son kolları arasında bebekler gibi uyuyan bu adam bu hale gelmişti?

Üstelik, Jimin güçlü birisiydi. Onun Persephone'si böyle kolay kolay dağılmazdı.

Giderek arttı sıkıntısı ve hemencecik Jimin'in tutuşundan sıyrıldı. Çok değil, yüzleri arasında bir dudak mesafesi bırakmıştı. Yine de, o mesafeden bile sevgilisinin gözlerinin şiştiğini ve beyazlarının kan çanağına döndüğünü rahatça görmüştü.

Jimin'in korkusu, Jungkook'un ise endişesi yüzünden hızlı nefesleri birbirlerine karışıyordu. Öyle içli ağlıyordu ki, boğazına bir yumru oturmasına mani olamadı Jungkook. İri elleri, ağlarken sırılsıklam olmuş yanakları kavradı hemen. Zaten, son olanlardan sonra Jimin iyice zayıflamıştı.

Küçük sevgilisi, bir saniye bile kaybetmedi. Derin, iç burkan nefesler alıp verirken hızla Jungkook'un ellerini tuttu. Alınlarını birleştirmeden önce de bir kez daha incelemişti Jungkook'u. İyi mi diye uzun uzun inceliyordu onu...

"Jimin? Hey, bana bak bebeğim. Neyin var Jimin? Neyin var anlat bana, konuş benimle.. "

Düşmanları yahut başkaları duysa, onun Jeon Jungkook olduğuna asla inanmazlardı. Çünkü yüzü hemencecik gevşemiş, kaşları bükülmüş ve muazzam bir şefkatle kısık tutmuştu sesini. Sevgilisi ağlamaktan onun gözlerine odaklanamazken, naif tutuyordu dokunuşlarını ve onunla göz göze gelmek için başını o nereye çevirirse oraya çeviriyordu.

Baş parmaklarıyla, göz yaşlarını usulca temizledi ve üstüne bir de öptü gözlerini. Bu fazla boktan bir histi, zaten her gününe ona bir şey olacak düşüncesi ile yatıp kalkarken karşısında böylesine dağılması fazla can yakıcıydı.

Terden alnına yapışmış saçlarını hızlıca yanlara taradı. Tam o an, Jimin gözlerini Jungkook'un yüzüne kaldırınca öyle bir baktı ki duraksamıştı. Sanki, sanki koca bir hiçe bulanmış ve hayatta her şeyini kaybetmiş gibi bakıyordu. Çaresizce bakıyordu Jungkook'a.

Bu yüzden donakaldı Hades'i. Persephone'ye huzur vermek için dört döndü kafasındaki cehennemde ama bu sefer sert bir kayaya toslamıştı,

"Konuş benimle, anlat bana. Ne oldu sevgilim, anlat bana güzelim ha?"

O kabus, zihnine bir kez daha uğramasın diye gözlerini Jungkook'un gözlerinden çekmedi Jimin. Ellerinin üstünden, kollarına kayan parmaklarıyla onu sımsıkı tutmaya devam etti. Jungkook ise derin bir nefesin ardından, musluğa uzanıp elini ıslatmıştı. Soğuk su damlalarını kullanarak birkaç kez Jimin'in yüzünü sildi. En azından, öncekine kıyasla ağlaması hafiflemişti.

Jimin hala kollarını tutarken, Jungkook ellerini onun kalçasının iki yanına koydu. Böylece başını yere eğmek üzere olan Jimin'in yüzüne doğru eğilip onu yakalamıştı yine,

"Birisi mi bir şey dedi sana? Yoksa Serpent'te olanları mı düşünüyorsun?"

Nihayetinde, dudakları yeniden titrerken sessizce başını iki yana salladı Jimin. Ellerini Jungkook'un kollarından göğsüne götürmüştü. Sanki varlığını, sıcaklığını elleri altında hissettikçe biraz daha kendine geliyordu.

Birkaç dakika süren sessizliğin ardından, yüzünü kaldırınca onunla aynı anda doğrulmuştu Jungkook'ta. Salise bile almadı göz göze gelmeleri,

"Ben.. Sadece.. Her şey o kadar hızlı oldu ki. Tüm bunlar, bu duruma o kadar hızlı geldik ki.."

Dudakları yine titredi. Jungkook bütün ilgisini ona vermişti ve dikkatle dinliyordu. Jimin, bir kez daha irkildi. Bu ülkeye geldiğinde yahut o kampüse ilk girdiğinde nereden bilebilirdi kendini burada bulacağını. Kim tahmin ederdi ki?

Kulağa bazen saçma bile geliyordu ama, sıradan, üniversiteli platonik bir gençti. Herkesin olduğu ve olabileceği gibi. Ancak şimdi yaklaşan savaşın merkezindeydi. Bir savaş.. Şimdiden kemiklerini eziyordu bu düşünce. İlk yıllarda düşündüğü gibi basit sokak çeteleri değildi bunlar. Daha yukarısı ve daha derini vardı. Sıfır kayıpla bunu atlatmaları mümkün değildi ki...

"Korkuyorum Jungkook.. Deliler gibi korkuyorum. Sen her gün benim için endişeden uyuyamıyorsun bile ama ben sana bir şey olacak diye mahvoluyorum!"

Jungkook, bir an için şaşkınlıktan kıpırdayamadı. Jimin'in gözleri yeniden dolduğunda ve sesi fazlaca titrediğinde boğazı yine düğümlenmişti. Göğsünde bekleyen eller, onun tişörtünü sıkıca kavradığında Jungkook'ta başını hemen iki yana sallamıştı,

"Hayır bebeğim hayır. Hayır Jimin, bana bir şey olmayacak duydun mu? Sana söz veriyorum, bana hiçbir şey olmayacak."

Bu sefer başını sallayan Jimin'di. İkisi de biliyordu işte, bu imkansızdı. Özellikle de bütün oklar tam ikisi üstüne çevriliyken. Jimin'in dudaklarından bir hıçkırık kaçınca, Jungkook yeniden yüzünü avuçları arasına almıştı.

Yanaklarını hızlıca öptü ama Jimin gözlerinin önüne kabusunun gelmesine engel olamıyordu,

"Tutamayacağın sözler veriyorsun bana!"

O kısımda koptu her şey. İşte, Jeon'un gözleri dolu dolu olmuştu hemen. Yine de, özellikle saklamak için durmadan onun yüzünü öpmeye devam etti. Kendisi bilmiyor muydu sanki bunların zor sözler olduğunu? Bal gibi de biliyordu..

"S-sana bir şey o-olursa.. Ben.. Yapamam, o-olmaz Jungkook..."

Hades daha fazla dayanamadı. Baharı solmuş Persephone'yi sertçe kolları arasına çekmişti. Onun gözyaşları omzunu sanki bir alev tanesi gibi yakarken, kendi yaşları düşmesin diye güç bir çaba içine girdi.

Ama kazanamadı. Jungkook'un göz yaşı, ağır ağır burnunu gömdüğü boyna düşünce Jimin'in tüyleri diken diken oldu. Çok değil, hemen arkasından o da kollarını Jungkook'un bedenine sarmıştı sıkıca.

Tutulması en güç sözlerin altında, Jungkook şakağını Jimin'in şakağına yasladı. Gözyaşları birbirlerine çarpmıştı. Jungkook omuz silkti usulca, bir kez daha derince kokladı Jimin'i kulağına eğilip onu öperken,

"Sana bir şey olsa, ben ne yaparım sanıyorsun Persephone?"

Jungkook, cevap vermesine müsaade etmedi. Jimin'in ise zaten cevap verecek bir hali kalmamıştı.

--

"Güçlü bir zehir. Ne kadar az verirsen etkisi o kadar uzun sürecektir."

Ellerini, üstündeki beyaz önlüğe silerken kenardaki şişeyi işaret etmişti kadın. Bir yandan ufacık şişeye sahip olan zehre bakıyor, bir yandan da onun hakkında bilgiler veriyordu. Durmadan burnunu çekmesi bir yana, gözlerinin altı mosmordu,

"Uyuşturucu falan değil bu, zehir. Dikkatli kullanın hepsini verdiğiniz takdirde anında ölür. Ama günde bir damla ile, en fazla bir ay kadar gider."

Kadın, arkasındaki masaya rahatça yaslandığında omzunu da umursamazca silkmişti. Hemen karşısında, tekerlekli sandalyesinde oturan adamsa ona korkunç derecede keyifli bir gülüşle karşılık vermişti,

"Yani diyorsunuz ki çocuğum, bu zehir az dozlarda verildiği takdirde bir insanı delirtir. Öyle mi?"

Kadın, boynunun hemen yanında yer alan ve iç içe geçmiş Vindicta dövmesini kaşırken ona doğru başını salladı,

"Elbette. Ancak dediğim gibi, en fazla bir ay dayanır, zaten intihar etmezse çoktan ölür."

Arkasında bekleyen birkaç üyeye doğru işaret verdi Abaddon. Onlar da hızla harekete geçip şişeyi dikkatle almış ve ona getirmişti. İhtiyar, eline aldığı küçük şişeyi derince inceledi. Aklına düşen her şey onu daha da mutlu ediyor dese, asla yalan söylemiş olmazdı,

"İntihar etmesine müsaade etmeyiz. Hem, ona fırsat kalamadan infaz edilecektir, çocuğum."

Kadın, infaz kelimesini duyar duymaz sırıtmıştı. Bu Vindicta'nın sık sık yaptığı bir şeydi. İsimleri bile İnfaz anlamına geliyordu, bu da durumu kaçınılmaz kılıyordu elbette. İhtiyar, şişeyi özenle tutarken başını da sağına çevirmişti. Jae Wook, öylece ona bakıyordu zaten.

Gözlerinde koca bir boşluk vardı. Tıpkı yüzünde olduğu gibi. Buna zaten alışık olan ihtiyar, ona korkunç bir tebessüm verdi ve kibirle büzülmüş dudakları eşliğinde yeniden önündeki kadına ve etrafta dolanan üyelere döndü,

"Meşhur Persephone hakkında bir şeyler elde ettiniz mi?"

Jae Wook'un boş bakışları, o anda canlanmış ve parmakları arasında dönüp duran hançerini doğruca işaret parmağına bastırmıştı. Yayılan keskin sızının hemen beraberinde süzülen kan damlasıyla derin bir nefes çekti,

"Park Jimin. Aynı üniversitede okuyorlarmış, bir süre Japonya'da yaşayıp gelmiş buraya. Tacizci akrabaları dışında kimi kimsesi yok, güzel de bir çocuk. İnfazdan önce biraz oynasak fena olmaz."

İhtiyar Abaddon'un, dudakları arasından sızan o gür kahkaha herkesi ürkütmüştü. Jae Wook, hala stabil bir biçimde babasını izlerken, onlara bilgi veren Vindicta üyesi hızla susmuştu. Tekerlekli sandalyesinin kolunu sımsıkı saran adam ise neredeyse gülmekten ağlayacaktı.

Bu, herkesin birbirine gergin bakışlar atmasına neden oldu. Bilgileri veren, bir an için liderlerine dönecek gibi olsa da parmağından süzülen kanı parıltılı gözlerle izlediğini görünce bundan hemen vazgeçti. Oğlu da babasından farklı değil, hatta ondan daha beterdi sonuçta,

"O kadar uzun zamandır bunu bekliyordum ki.. Öyle çok istedim ki bunu! Jeon Jungkook'un sevdiği tek insanı mahvetmek.. Bana nasıl zevk verecek bilemezsiniz evlatlarım."

Bilemezlerdi, doğruydu. Zira ihtiyar, kibri ve intikam hırsıyla öyle büyük bir plan kurgulamıştı ki yıllar boyu, bu akıllara zarardı. Önce oğlunu insanlıktan çıkarmış, sonra da üyelerin hepsini nefretle doldurmuştu. Şimdi ise elinde bir de zehir şişesi tutuyordu.

Tanrı, Persephone'yi korusundu. Çünkü onu bulduklarında, yaşayacağı hiçbir şey akıl sağlığını korumasına izin vermeyecekti,

"Ona acıyan tek bir kişi olursa, bizzat kendi ellerimle öldürürüm. Şimdi, gidin ve kardeşlerinize haber edin. O köpeklerin inlerine girsinler."

--

Bundan sonraki bölümleri daha uzun tutabilirim belki çünkü asıl kısımlara geliyoruz artık. Kaosun göbeğine düştük :")

Final konusunda birçok yorum görüyorum, bilmenizi istiyorum sizi hayal kırıklığına uğratmayacağım ❤️

Devil May Love'a aşığım :")

Ha bu arada, Jimin’in kabusu güzel detaylara sahip.

Continue Reading

You'll Also Like

138K 14.3K 36
Kaldır gözlerimdeki şu perdeyi, ışığınla aydınlansın göz bebeklerim.
224K 20.9K 27
010 ***: hamileyim jungkook: sen kimsin
182K 16.8K 28
Devasa alevlerden korkmama rağmen aşkınla beni cayır cayır yakman adil değildi. Aşkın güneşten daha sıcak bir etki bırakıyordu fakat belki de ateşe d...
5.4K 357 19
Ya gölgeden kaçıcaktım yada gölgenin ta kendisi olucaktım.Peki ben ne mi oldum? Gökteki ayın vede omzumda ki yıldızların esiri. Bayrağımın tutkunu...