İLKYAZ

By iremmipelin

1.2M 69.7K 30.7K

Geri döndüm. Tek tek söküp attığım ne varsa, üstüme bir bir diktim de döndüm. Kalbime geri döndüm. More

Öndeyiş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bonus 1
Bölüm 7
Bonus 2
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bonus 3
Bölüm 13
Bonus 4
Bölüm 14
Bölüm 15
Bonus 5
Bölüm 16
Bonus 6
Bölüm 17
Bonus 7
Bölüm 18
Bonus 8
Bölüm 19
Bölüm 20
Bonus 9
Bonus 10
Bölüm 21
Bölüm 22
Bonus 11
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bonus 12
Bonus 13
Bonus 14
Bölüm 26
Bölüm 27
Bonus 15
Bölüm 28
Bölüm 29
Bölüm 30
Bölüm 31
Bonus 16
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bonus 17
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bonus 18
Bonus 19
Bölüm 44
Güz Geçer
Bonus 20
Bölüm 45 • Final

Bölüm 43

14.9K 740 370
By iremmipelin

Saçımı son bir kez daha düzelttiğimde yatağın üzerinde duran inci beyazı zarfı elime alıp içindeki davetiyeyi çıkardım.

13 Nisan 2018 tarihinde -yani bugün- yapılacak olan düğünde herkesi -üst düzey yöneticiler, iş insanları, politikacılar, kısaca zengin çok zengin ve daha da zengin kişilerden oluşan herkesi- aralarında görmekten mutluluk duyacaklarmış.

Kağıt israfı.

Zarfın üzerine davetiyeyi geri attım. Özellikle sade bir seçimde bulunmuştu, tıpkı inci beyazı, balık etek elbisesi gibi. Saçlarını ensesinde zarif bir şekilde topuz haline getirmiş, yumuşak bir makyaj ile yüzünün güzelliğini ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Duru ve sakin görünmek istiyordu, eski kocasına, parası ve işte Yunanistan'da karıştırdığı düzenbazlıklar sebebiyle dönmüyor gibi görünmeliydi.

Dönüşünden öğrendiğim bir şey vardı. Aşık olduğu adamı dolandırmıştı. Bunu öğrendiğimde saatlerce kahkaha atmak istemiştim. Evet evet çocuğunu bırakıp uğruna doğduğu ülkeye döndüğü adamı dolandırmış ve bunun için eski kocasından, çocuğunun babasından yardım almıştı.

Anthea aşk ne demek, öğreneceğim en son kişi bile değildi. Aşk hakkında bildiği hiçbir şey yoktu. Bülent İlgen ise aşk ile sahip olma gücünü karıştırıyordu.

Başımı ağrıtıyorlardı. Kesinlikle başımı ağrıtıyorlardı.

Odamın kapısı çaldığında Funda içeri doğru bir adım atmıştı.

"Bu sana geldi," dedi elindeki pembe altın tonundaki zarfı bana uzattığında.

"Düğün ile ilgili bir şey daha görürsem çığlık atacağım."

Funda gülümsediğinde zarfı bana doğru tekrar uzattı. Elinden aldığımda parlak rengin üzerinde parmaklarımı gezdirdim.

Kenardaki girintiden içindeki kartı çektiğimde karşıma tanıdık el yazısı çıkmıştı.

Ege...

Üç kez seni seviyorum diye uyandım

Tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim

Bir bulut başını almış gidiyordu görüyordum.

Sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün.

Sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim

Sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum

-Taflanım! diyordu bir ses duyuyordum.

Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün.

Kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım

Şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim

Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum.

Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun.*

Dolan gözlerimle kocaman gülümsediğimde, el yazısında gezinen parmaklarıma doğru "Ege..." diye mırıldandım.

Giyinme odasına bu kez elimde Ege'nin el yazısını taşıyan zarfla döndüğümde rafların en üstünde duran yuvarlak, beyaz kutuyu kendime doğru çektim. İçinde Ege'nin liseden bu yana getirdiği şiirlerin ve notların bulunduğu yere bir yenisini ekledim. Tek bir şiiri burada değil, cüzdanımda saklıyordum. Şarkıyı yeniden duymamı sağlayan şiirin hep benimle, yanımda durması gerekiyordu.

Artık odadan çıkmam, kalabalığa karışmam, bu evde geçirdiğim son günlerin hakkını vermem gerekiyordu.

Dışarı çıktığım an bahçeden yayılan hafif müziğin sesi artmıştı. Merdivenleri indiğimde davetlilerin düşündüğümden daha erken geldiğini fark ettim. Elbette kimsenin kaçırmak istemeyeceği bir an gerçekleşiyordu.

"Nora," dedi, evin giriş katından gelen ses.

Anthea tam karşımda durduğunda üzerine yapışarak inen beyaz zarif elbisenin içinde sakladığı ruhun çıkarcılığı gözlerimi devirmek istememe neden olmuştu.

"Tatlım, arkadaşların geldi."

Kaşlarımı hafifçe kaldırdım. Yüzüme midemi bulandırdığını hissettireceğine emin olduğum sahte bir gülümseme yaydım.

"Arkadaşlarım?"

"Evet, şu sarışın yakışıklı olan ile kıvırcık saçlı bir kız ve oğlan."

Başımı hafifçe salladım. Merdivenlerin önünden ayrılıp bahçeye ilerleyeceğim sırada bileğimi tuttu.

"Sana hediye ettiğim kolyeyi takmamışsın. Anneannenindi, söylemiştim ya."

Yüzümdeki gülüşü sildim. Sahte bile olsa herhangi bir pozitif tepkiyi hak etmiyordu.

"Tanımadığım birinin yani."

"Nora'cığım, bak ben seninle iletişim kurmaya çalışıyorum."

İletişim kurmaya falan çalışmıyordu. Beni kontrol altına alıp gerekli anlarda ona destek çıkmamı sağlamaya çalışıyordu. Kasasının şifresinin bile kendi ile ilgili olan bir adama karşı ben asla avantaj sağlayabileceği biri olmazdım. O zaten avantajı yıllar önce sağlamıştı. Terk edilmesine rağmen tekrar karısını kabul eden kaç adam vardı bilmiyordum ama Bülent İlgen kesinlikle herhangi birine benzemezdi. Onun da bu işten büyük bir çıkarı olmalıydı.

"İzin verirsen," dedim kibarlığımı gözünü sokarcasına. "Arkadaşlarımın yanına gideceğim."

Bir şey daha söylememiş, geçmem için kenara çekilmiş ve öylece bahçeye ilerlememi izlemişti. Aynı yerde bulunuyor olmamız, aynı adamla bir şekilde bağımızın olması ve aynı soyadını taşımamız iletişim kurmak zorunda olduğumuz anlamına gelmiyordu. Ona baktığımda hissettiklerimden hoşlanmıyordum. Kesinlikle ev işini hızlandırmamız ve eksikleri hemen tamamlamamız gerekiyordu.

"Sarışın," dedi, en az benim kadar sarışın olan kişi.

"Canım." Kollarımı ona uzattığımda hemen bana doğru gelmiş ve kocaman sarılmama fırsat sağlamıştı.

"Prenses gibi olmuşsun," dedi, pembe elbisemin omzuna çenesini yasladığında.

"Pembelere gizlendim," dediğimde küçük bir kahkaha atmıştı.

Ben de aslında uzun, sivri bir cadı şapkası takmak isterdim ama onun yerine inci işlemeli pembe taç takmıştım. Kahkahamı ise bugün yaratacağım kargaşadan sonrasına saklıyordum.

"Ege nerede?" diye sordum, Ekin'inden ayrılıp Mert'e sarıldığımda.

"Gelecek birazdan, yoldaydı." Mert'in yanağına büyük bir öpücük kondurup Çisil'e sarılmıştım.

"Çok kalabalık," dedi Çisil, kocaman yeşil gözlerini daha da kocaman açtığında.

"E," dedi Ekin abartılı bir omuz hareketiyle. "Koskoca Bülent İlgen evleniyor, daha basın dayanacak kapıya."

"Ne?" Çisil merakla bana dönmüştü. "Gerçekten mi?"

"Evet, Mert ile yakalanmak istemezsen ayrı ayrı çıkın bahçeden," dedim gülerek.

"Yooo," dedi Çisil Mert'in elini tuttuğunda. "Ben göğsümü gere gere çıkarım dışarı."

Mert yanağını büyük bir gülümsemeyle öptüğünde omuzlarını kaldırıp o da gülmüştü. Pamuk şeker gibilerdi. Gördüğüm en sevimli çift onlardı.

"Ay ay ay," dedim yanlarına yaklaşıp ikisine aynı anda sarıldığımda.

"Kızım bıraksana insanları rahat." Ekin kolumu tutup beni kendine çektiğinde ellerim havada kalmıştı. "Ben sana sarılırım gel."

"Ege nerede ya!" Ekin mızmızlanmamı umursamadan bana saçma bir şekilde sarılmaya devam ediyordu. Beni özlediğinden ya da gerçekten sarılmak istediğinden yapmıyordu, işi gücü afacanlık olduğundan yapıyordu.

"Bıraksana beni, sevgilimi arayacağım."

"Gelecek gelecek." Kollarını boynumdan çektiğinde saçlarımı düzelttim. "Sen fazla mı cici oldun?"

"Sensin cici," dedim pembe tacımı da düzelttiğimde. "Ayrıca sen de gömlek giymişsin, üstelik beyaz ve klasik, gözümden kaçmadı bu özen."

Ekin dudaklarını birbirine bastırarak yapmacık olduğunu haykıran bir gülümsemeyle yüzüme baktı. "Olgunlaşmaya çalışıyorum."

Yüzümü buruşturdum. "Iıy o ne öyle, kırışıklık hediyeli bir dönem. Almayayım."

"Botoks yaptırırız sana," dedi Ekin bütün arsızlığıyla.

Gözlerimi hayretle açıp tırnaklarımı yanağına doğru savurduğumda bir adım gerileyip kahkaha attı.

"Şimdiden önlem almak gerek diyorlar..."

"Kim diyor onu pardon? En son 30 yıl önce podyum görmüş eski mankenler mi?"

Ekin ellerini havaya kaldırıp iki yana açtığında gözlerimi kısıp ona tehditkar bakışlar attım. Son birkaç gündür eskisi gibiydi. Tam parlamıyordu, bazen kahverenginin yumuşacık bakan tonundaki gözlerinde bulutlar beliriyordu, bazen olmadık anlarda gerildiğini hissediyordum ama yine de birkaç gündür eskisi gibi gülüyordu. Bu neşeli, afacan hallerini özlemiştim.

"Gelin şöyle oturalım," dedim, üçünü de alıp bahçenin eve yakın kısmında duran, her yeri net görebilecek şekilde konumlanmış masaya doğru çekmiştim.

Mert kalabalık arasından birini Çisil'e göstermişti. 40'lı yaşlarında bir yönetmendi. Mert onu çok severdi, böyle davetlerde denk geldikçe konuşma fırsatı bulur kendi fikirlerini anlatırdı. Çisil ilk önce burada olmasına şaşırmış, sonra duruma adapte olup Mert'in verdiği bilgileri dinlemeye başlamıştı.

"Nasılsın?" diye sordum, arkasına yaslanıp sandalyede biraz kayarak oturan Ekin'e döndüğümde.

"İyiyim," dedi, omuz silktiğinde.

Fiziksel olarak düzelmişti. Spor yaparken bacağını biraz fazla zorlarsa ağrı yapıyordu, onun dışında sağlığı gayet iyiye gidiyordu. Ruh sağlığı için ise pek bir şey söylemezdim çünkü benimle konuşmuyordu. Ege ile de pek konuşmuyordu ama Ege'nin söylediğine göre Ekin büyüyordu. Bunun ne anlama geldiğini ilk önce anlamamıştım, sonra telefon numarasını değiştirdiği için beni yeni bir numaradan aramıştı. O gün bir devrin kapandığını kendi gözlerimle görmüştüm. Ekin Göksoy, bir markaya dönüştürdüğü adının getirilerinden sıkılmıştı. Belki de artık ihtiyacı kalmamıştı.

Çok değil bir hafta önce yeni bir numara almış ve daha korunaklı bir çevre içinde tutmuştu. Ekin, hiçbir şey yapmadan dursa bile Ekin Göksoy olurdu. İçinden taşan ışığı hiçbir sakinlik gizleyemezdi. Daha az kalabalık, daha çok samimiyet fikrini destekliyordum ama işte herkes kim ise oydu. Ekin de günün sonunda yine Ekin Göksoy olacaktı, şimdilik sadece mola almıştı.

"Konuştunuz mu hiç?" diye sordum. Konuşmadıklarını biliyordum ama belki kısa bir süre önce, biz görüşmeden inatlarını kırıp birbirlerini anlamak için de olsa oturup konuşmuşlardır diye umuyordum.

"Konuştuk," dedi Ekin, gözlerini birbirlerine çaprazladığı ayak bileklerinden çekmeden. "O gece."

"Ekin," dedim sandalyede yan dönüp ona yaklaştığımda. "Bu böyle olmaz. İkiniz de üzülüyorsunuz. O gece ikiniz için de konu çok sıcaktı, şimdi sakin kafayla konuşmanız ikiniz için de daha iyi olur."

"Ben annesi için aradım Nora, biliyorsun. Bir şeye ihtiyacı olursa hep yanında olduğumu söyledim." Dudaklarını bunun bir önemi olmadığını düşünüyormuş gibi büktüğünde bakışlarını bana çevirdi. "Sanki yanında istediği benmişim gibi, yine ellerine açık bir çek bıraktım."

Daha ne yapayım der gibi kaşlarını kaldırdığında ona hak vermiştim. Sıla bilerek ya da bilmeyerek Ekin'i dışarıda bırakmıştı. Onu da anlıyordum. Bazen bazı durumları en çok istediğimiz insanlarla paylaşamıyorduk işte. Sıla belki o anlarda bunun üzerine konuşacak gücü kendinde bulamamıştı. Belki de sonraya attığı her gün anlatmak daha da zorlaşmıştı. Bilmiyordum. Ben en çok Ege'ye sığınmak istediğim bir zamanda Ege'yi arkamda bırakmak zorunda kalmıştım. Belki ona koşsam o beni daha güzel saklardı ama yapamazdım, onu da yanımda çekemezdim. Sıla da benim gibi hissetmiş, Ekin zaten karmaşık bir andayken daha da zorlamak istememişti. Sorun bu eylemin Ekin'e hissettirdiği yalnızlık duygusuydu. Ekin'in kendi içinde bir türlü aşamadığı yetersizlik düşüncesini beslemiş ve haklı çıktığını düşünmesine neden olmuştu.

Sıla ve Ekin'in bir şekilde konuşmaları lazımdı. Gerekirse onları aynı odaya kilitler, yine de bu gece konuşmalarını sağlardım.

"Sensin," dedim Ekin'e doğru eğildiğimde. "Emin ol yanında istediği sensin."

"Bunun senin durumun ile alakası yok," diyerek karşı çıktı. "Sen kendinle uğraşıyordun, kendi canınla. Baban Ege'nin ailesi manasız bir savaş açmıştı ve tüm bunların ortasında kalamazdın. Evet sen de hatalısın çünkü bana gelmedin ama ben senin bana neden gelmediğini anladım." Gözlerinin üzerini parmaklarıyla ovuşturup sıkıntılı bir nefes aldı. "Sıla benim yanımdaydı, bir yere gitmedi. Sabah kalkıp yanımdan gitmesini saymazsak..." Burnundan nefes vererek güldü. "O yanımda olduğu halde benim desteğimi istemedi. Ayrıca sen kimsenin desteğini istemedin. Sıla Aybars'ın desteğini gayet güzel almış, hepimiz gördük."

Derin bir nefes aldım. Yapabilirdim, konuyu buradan alıp Sıla'nın açısından bakmasını sağlayabilirdim. Bir şey söylemek için dudaklarımı araladığında Ekin "Koş," demişti. Kaşlarım belli belirsiz çatıldı, benim gözlerim onun üzerindeydi ama o evin bahçe girişine bakıyordu. Bakışlarımı oraya çevirdim. Konuşmak için araladığım dudaklarım gülümsemeye dönüştü.

İşte oradaydı. Spor ile klasik arası siyah bir pantolon ve siyah slim fit gömleğinin şıklığına başkaldıran postalları ile bahçenin girişinde duruyordu. Saçlarının yanlarından daha uzun olan üst kısmını eliyle gelişi güzel dağıtmış gibi ama buna rağmen davetlilerin her birinden daha yakışıklı görünmeyi başarmış haliyle, bulunduğum yerden görünmeyen ama renginin her tonunu ezbere bildiğim gözleriyle etrafı tarıyordu. Öylesine bir anda, bir bahçenin ortasında sadece dururken bile kalbimin sesi yeri göğü inletiyordu.

İçerideki kadın anne hitabını hak ediyor olsaydı ona; anne bak derdim, bak bu Ege, adıyla başlar ve biter her şey.

Gözleri beni bulduğunda yerimden kalkıp ona doğru beni bütünüyle saran bir gülümsemeyle ilerledim. İçim içime sığmıyordu sanki. Oysa onu sadece bir sabah görmemiştim çünkü babam ısrarla dün gece evde kalmamı istemişti. Gece yarısını geçiyordu beni eve bıraktığında, gelir gelmez uyuduğum gerçeğini de sayarsak sadece bu sabah... Yine de görmemiştim işte. Özleyebilirdim. Bir dakikada bile özleyebilirdim, bu şaşırılacak bir şey değildi.

"Ege," dedim, üç harften oluşan en sevdiğim şiiri okuyormuşum gibi iç çekerek.

"Nora," dedi, koşmuş da yorulmuş, yorulmuş da bende dinlemiş gibi bir soluk verişle.

Çok özlemiştim. Ne güzel bakıyordu. Gözleri beni benden daha iyi biliyordu sanki, öyle bakıyordu. Her zerremi görüyormuş gibi bakıyordu, görüyor muydu?

"İçimi mi görüyorsun?" dedim, ona iyice yaklaşmış, kollarımı boynuna dolamış, gözlerimi gözlerine sabitlemek için çenemi yukarı kaldırmıştım.

Başını usul usul salladığında gözlerinin biraz daha içine bakmaya çalıştım.

"Kalbinde ne varsa," dedi burnunu burnuma değdirecek kadar yaklaştığında. "Gözlerinde."

"Ya," dedim, inanmıyormuş ama bu inanmayıştan zevk alıyormuş gibi. "Ne diyor gözlerim aracılıyla kalbim, şu an?"

"Adımı söylüyor, tekrar ve tekrar."

Dudaklarımı memnuniyetsiz bir tavırla bükmüştüm. "Bunu beni tanıyan herkes biliyor zaten, düzenbaz falcılar gibisin Ege Fırtına."

"Hıı," dedi, burnu bir kere daha burnumun ucuna değdiğinde. "O falcılar salonun koltukları geldiği için geç kaldığımı da biliyor mu?"

"Ne?" dedim, yerimde zıplamıştım. "O zaman sadece perdeler kaldı."

"Evet ve sen yatak odası dahil tüm perdeler beyaz olacak diye tutturdun."

"Çünkü beyaz olacak," dedim, dudaklarımı dudaklarına hızlıca bastırıp çektim. "Yere kadar uzanacak." Bir kere daha dudaklarına uzanıp bu kez daha uzun öptüm. "Camları açınca uçuşacak böyle, içimin şenliği gibi."

"Lütfen," dedi Ege bu kez dudaklarını dudaklarıma değdirmişti. "Lütfen en azından yatak odası koyu renk olsun."

"Hayır," dedim dudaklarımı dudaklarının dokunuşundan çekmemiş ama yine de sarkıtmayı başarmıştım. "Hepsi beyaz olacak."

Dudakları muzip bir gülümsemeyle kıvrıldığında biraz geri çekilip gözlerimi kısarak baktım.

"Eve gidince bakarsın yeterince beyazlar mı?"

"Yaa Ege," dedim, cümlenin gerisini getirmeme gerek yoktu, gözlerime bakıyordu, gözlerimde görmüş olmalıydı. Dudaklarımı dudaklarına bu kez kalbimin çarpışını arttıracak bir öpücükle bastırdım.

Dudaklarımı dudaklarından ayırmaktan hiç hoşlanmıyor olsam da giderek artan kalabalığın ortasında öylece kalmıştık. Ege'yi elinden tutup biraz önce oturduğum masaya doğru çektim.

"Fırtına." Ekin başını hafifçe kaldırıp indirerek selam verdi.

Ege ona yaklaşıp yerinden kalkmasına izin vermeden başını omzuna bastırarak sarılmıştı. Ekin her ne kadar kısa kesmeye çalışsa da gülümsemişti. Ege Ekin'i serbest bırakmadan önce başının üzerini de öptüğünde Ekin daha da huysuzlanmıştı ama huysuzluğunun altında yatan hoşnutluğu görebiliyordum. Sürekli ilginin üzerinde olmasından sıkıldığını söylüyordu ama içten içte Ege'nin hep yanında olduğunu hissetmek hoşuna gidiyordu. Bir tek onu dışarıda bırakmıyordu, ona her şeyi söylüyordu.

Kollarımı göğsümde bağladığımda başımı yana eğip gülümsedim. Birbirlerine olan düşkünlükleri hep çok hoşuma gitmişti. Şimdi, Ekin bu durumdayken en çok Ege'ye ihtiyacı vardı.

Ege masanın baş kısmına oturduğunda başını yana çevirip bana bakmıştı. Elini bana doğru uzattı, ona doğru birkaç adım yaklaştığımda belimden tutup beni bacağının üzerine oturttu.

"Söyle bakalım," dedi sandalyede sırtını geriye doğru atmış, parıldayan bakışlarını yüzüme sabitlemişti. "Nora Güz İlgen bu düğünden ne umuyor."

Ekin boğuluyormuş gibi görünmesini sağlayan bir kahkaha attığında bakışlarım ona dönmüştü. "Kaos, kaos, kaos..."

Dudaklarımı hafifçe büktüm. "Yani..." dedim, Ege'nin tepkisini ölçmek için beklemiştim. "Belki, biraz."

Ege "Tamam," dediğinde, Ekin ve benim bakışlarım aynı anda birleşmiş ve kafamızdan geçen tilkiler birbirlerine yumruk tokuşturmuştu.

Ege masaya uzanıp buz kovasının içinden bir soda çekti. Bu grup resmi olarak bir süreliğine alkol tüketmeyi bıraktığından masada içki yoktu. Sodayı açıp dudaklarına götürdüğünde gözünün ucuyla onu izleyen bakışlarımı bulmuştu.

Dudakları serbest kaldığında "Listenin başında ne var?" diye sordu.

"Iıım, pastayı ve gelinliği en sona saklıyorum. Önce konuklar..."

Ekin ayağa kalktı, gömleğinin bileklerini katlarken kısılı gözleriyle konukları taradı. Bakışları Kemal Alanay'da durduğunda elimi dudaklarımın üzerine bastırıp kahkahamı önledim. Kızından 2 yaş büyük, 25 yaşındaki sevgilisi ile oldukça kendinden emin duruyordu. Ekin'in aklından ne geçtiğini çok iyi biliyordum. Dudaklarımı Ege'nin omzuna bastırdığımda Ege "Karakolluk olacağız," diye mırıldanmıştı. Daha çok güldüğüm için yanaklarımın içini ısırmak zorunda kalmıştım.

Ekin saçlarını düzeltip bize döndü. "Nasılım?"

"Yuva yıkarsın," dedim, gülüşümü bastırmaya çalışarak.

Ekin kendinden emin gülüşünü dudaklarının kenarına yerleştirdiğinde masanın kenarından geçerek adımlarını hedefine yönlendirdi.

Dudakları omzuma değerken "Yok siz büyümeyeceksiniz," diye mırıldandı, dünya üzerindeki en sevdiğim kişi.

Ona doğru dönüp sol kaşının üzerine kocaman bir öpücük bıraktım. İçimden bir Oh! demiştim ama bunu dışımdan söylemek yerine gözlerine bakmakla yetindim.

Ekin çiftin yanına yaklaştığında Asu gerginliğini belli etmemeye çalışarak gülümsemiş, sevgilisinin koluna daha sıkı tutunmuştu. Ekin ellerini saçının üzerine atıp yüzüne bu oyunun kurallarını ben yazdım diyen ifadesini çoktan yerleştirmişti bile. Asu'ya biri söylemeliydi, her şey için çok geçti.

"Nasılsınız?" Sesindeki nezaket biraz sonra yapacakları için ön hazırlıktı. Kemal Bey, Asu'nun kolundaki elinin üzerine elini koyup gülümsemiş. Nazik selama karşılık vermişti. Ekin fırsat kaybetmeden bakışlarını Asu'ya çevirdiğinde kadının gerginliği daha da artmıştı.

"İyi olmanıza sevindim," demişti, onların aksine yüksek bir sesle. Amacı sesini bize duyurmaktı ama insanlar bunu kalabalığın sesinden sesini ayırt etmek için yaptığını düşünebilirdi. "Görünmüyorsun çünkü ne zamandır, ben de iyi olmadığını düşünmeye başlayacaktım."

Asu ağzının içinde bir şeyler gevelediğinde Kemal Bey tekrar araya girmiş ama Ekin'in bakışlarını üzerine sadece birkaç saniyeliğine çekebilmişti.

"Ev partilerim sensiz keyifsiz geçiyor," dedi Ekin, bütün arsızlığıyla.

"Karıştırıyor olmalısın," dedi bu kez Asu, o da Ekin gibi yüksek sesle konuşmuştu. "Senin bahsettiğin Nilay, ben değilim."

Nilay, Asu'nun yapışık ikiz gibi gezdiği ama Kemal Bey ortaya çıktığında hayatından ilk çıkardığı insandı. Yaptığı her şeyi Nilay'ın üzerine atıp kendine temiz bir sayfa yaratmıştı ya da Kemal Bey böyle istemişti.

"Ben ikinizi aynı yerde hatırlıyorum sanki ama," dedi Ekin düşünür gibi. "Yok yok eminim."

Asu gergince gülümseye çalıştığında Kemal Bey olaya müdahale etmiş, birilerine bakma bahanesi ile kalabalığa doğru ilerlemişti. Ekin bizim yanımıza dönerken onların da aralarında hararetli bir konuşma başlamıştı. Çok değil, yaklaşık on beş dakika sonra düğünü terk edeceklerdi. Böyle böyle bahçenin yarısını boşaltabilirdik ama Anthea yine de evlenirdi, aklına koymuştu bir kere evlenecekti.

Gözlerimi devirip masaya oturan Ekin'e döndüm.

"Yumuşak oynadın," dedim, daha fazlasını yapabileceğini bildiğim için.

"Adam yaşlı, felç falan geçirecek şimdi, ne gerek var?"

Güldüğümde Ege arkasına yaslanmıştı. Kucağından kalkıp yandaki sandalyeye oturacaktım ama belime sardığı kolu buna engel olmuştu. Çisil ve Mert, davetlilerin arasına karışmış, Mert'in film işleriyle uğraşan arkadaşlarından bazılarıyla konuşuyorlardı.

Bahçe olabilecek en yoğun haline geldiğinde kapıdan içeri Sıla girdi. Yere kadar uzanan, derin v dekolteli ve yırtmaçlı siyah tül elbisesinin içinde her zamanki gibi, muhteşem görünüyordu. Yüksek topukluları ve beline kadar uzanan siyah saçlarındaki hafif dalgalar ile geceye en çok yakına kadın olabilirdi. Tek bir sorun vardı... Hemen yanında duran, sağ kolundan destek alarak içeri ilerlediği kişi.

Aybars Atahan.

Ege ve Ekin'in gerildiğini hissettiğimde ayağa kalktım. Bahçe girişine doğru ilerleyip Sıla'nın yanına ulaştığımda ona sarıldım.

"Hoş geldin."

"Hoş buldum," dedi, aynı içtenlikle sarıldığında.

Kollarımı Sıla'dan ayırdığımda Aybars'a döndüm. Onu ben davet etmemiştim, muhtemelen Börklüce Holding'in varisi olması sebebiyle babam davet etmişti. Ya da dedesini davet etmişti ama hasta olduğu için yerine torunu gelebilmişti. Sıla ile birlikte gelmeleri ise gerilimin şiddetini artırmaktan başka bir işe yaramayacaktı.

"Sen de hoş geldin," dedim bakışlarım üzerinde durmaya devam ettiğinde.

Başını nazikçe eğerek "Hoş buldum," dedi.

Durgun görünüyordu, biraz da yorgun. "Deden nasıl?" diye sordum, onunla konuşabileceğim başka bir konu olmadığı için.

"Aynı..." dedi çok uzatmak istemediği her halinden belliydi.

"Umarım yakın zamanda daha iyi olur," dediğimde tekrar başını eğip teşekkür etmişti.

"Yerler belli aslında ama..." dedim, gerçekten Sıla'nın gülümsemesi dışında hiçbir şey istemediğim için Aybars'ı görmezden gelebilirdim. "İstediğiniz yere geçin."

Sıla'nın bakışları arkamda kalan masaya kaydığında kime baktığını tahmin etmek zor değildi. Dudağının kenarını dişledi. Sıla Aslan'ın da kendine güvenmediği bir an olacaktı demek ki... Bakışlarını bana çevirdiğinde biz başka bir yere otursak daha iyi olur.

Aybars önden ilerlediğinde Sıla da onu takip etmişti. Derin bir nefes alıp açık kahvenin en yumuşak kıvamında bakan gözleri bulmak için arkama döndüm. Ekin'in bakışları masanın altına doğru yayılarak uzattığı bacaklarındaydı. Saçımı düzeltip omuzlarımı dikleştirdiğimde gülümsedim. Yanlarına ilerleyip Ege ve Ekin arasına bir sandalye yerleştirip oturdum.

"Devam ediyor muyuz?" diye sordum, ortaya oyunu sürüp gerilen havayı kırmak için.

Başımı sağ tarafa çevirip masaya biraz önce dönen Mert ve Çisil'e çevirdim. "Çisil," dedim gülümseyerek, "Konuklara Çello çalmak ister misin?"

"Nora, onu karıştırmasak?" dedi Mert, mavinin en sevimli tonunda bakan gözleriyle bana uyarı verirken.

"Bence konuklar arasında Çisil'in ne kadar yetenekli olduğunu görmesi gereken insanlar var."

"Ama orkestra var..." dedi Çisil, bakışları benim ile sahne arasında gidip geliyordu.

"Onlar da iyi çalıyor ama sen daha iyisin," dedim, güven veren gülümsememle.

Çisil kırpıştırdığı kirpikleriyle dönüp Mert'e baktı. "Eğer istiyorsan..." dedi Mert, Çisil bir süre daha ona baktığında uzanıp elmacık kemiğinin üzerine bir öpücük bırakmıştı.

"Düğünün programı bozulacak ama..."

Mert ellerini Çisil'in omuzlarına yasladı. "Amacı bu zaten, sinirlensinler istiyor."

Çisil'in kaşları kalktığında "İstemiyorsan çalma, sadece öneriydi," dedim.

"Yok isterim ama çekindim şimdi bu kadar kalabalığın karşısında."

"Nora haklı," dedi Ekin, "Kalabalığın arasında sanat okulu sahipleri, prodüktörler ve sanatçılar var. Belki biriyle iletişime geçersin."

"Network, networktür."

Çisil yanaklarını şişirip düşündü. O sırada masaya Sıla yaklaşıyordu. Ekin'in hemen karşısında durduğunda hepimize kısaca bakıp bakışlarını Ekin'de sabitledi.

"Konuşabilir miyiz?"

Ekin karnının üzerinde bağlı kollarını çözmeden kaşlarını kaldırdı. Bu hamleyi beklemiyor olmalıydı. Benim de beklediğim düşünülmezdi ama Sıla oldukça kararlı görünüyordu.

"Elbette," dedi Ekin kinayeli bir tavırla.

"Yalnız," diye belirtti Sıla, Ekin başını yere eğip burnundan nefes vererek gülmüştü ama yine de yerinden kalktı.

Sıla masanın önünde bir adım gerilediğinde Ekin yanına ulaşmıştı, birlikte içeri geçecekler diye düşünüyordum ama onlar evin yan kısmına ilerlemiş, duvarın orada durmuşlardı. Başımı yan çevirdiğimde net bir şekilde onları görebiliyordum ama Ege birkaç saniye içinde beni uyaracağı için bakmamaya çalışacaktım.

"E," dedim Çisil'e döndüğümde. "Karar verdin mi?"

"Yani... Sorun olmaz diyorsan?"

"Diyorum tabii ki, sen hiç merak etme. Her şey benim sorumluluğumda."

Sahnede çello çalan bir sanatçı vardı, bütün müziği durduracağımız için çellosunu alabilirdik ama belki Çisil kendi enstrümanı ile çalmak isterdi.

"Sahnede çello var ama eğer istersen seninkini de getirtebiliriz."

"Yanımızda," dedi Mert, ayağa kalktığında. "Arabanın arkasında."

Mert'in ailesi ona hediye olarak araba almıştı. Mert her ne kadar arabadan önce kameralar gelir insanı olsa da bir noktada bu da ihtiyaçtı.

Masadan kalkıp ön bahçeye bıraktığı arabasını gitmek için evin içine doğru ilerlemişti.

Mert'in ardından bakışlarım hala duvarın kenarında konuşan Sıla ve Ekin'e döndü. Sıla kollarını göğsünde bağlamış, gözlerini Ekin'den ayırmadan konuşuyordu. Ekin elleri arada bir saçlarının önünü kavrayıp sıkıyordu. Beyaz gömlekten kasılan sırtını, omuzlarını fark edebiliyordum. Sıkıntıyla nefes verdiğimde Ege'nin parmakları çeneme dokundu.

"Karışmayacaksın..." Tatlı bir sesle uyardığında bakışlarımı elanın en güzel tonuna çevirdim.

"Barışmayacaklar," dedim sıkıntıyla.

"Bir yolunu bulurlar Nora, eğer o yol varsa bulurlar."

Ya yoksa... O zaman ne olacaktı? Ayrı mı kalacaklardı? Zaten yıllarca ayrı kalmamışlar mıydı? Belki de sadece ayrı kalmamışlardı. Aynı zamanda geç kalmışlardı. Birlikte muhteşem olacakları zamanları kaçırmış, bir yolunu bulmak için didinecekleri zamanda yan yana gelmeye çalışmışlardı. Belki de sorun artık birlikte olmak için geç kalmış olmalarıydı.

Ekin yükselen sesini duyduğumda yerimden kalktım, Ege bileğimi tutmuştu ama beni durdurmasına izin vermedim. Yavaş adımlarla ilerleyip duvara yaklaştığımda Sıla geldiğimi fark etmiş ama umursamıştı. Ekin'in ise sırtı bana dönüktü, zaten beni fark edecek noktada değildi.

"Arkadaş?" dedi, bu kelimeyi hayatında ilk kez duyuyormuş gibi bir hayretle. "Arkadaş kalalım öyle mi?"

"Evet," dedi Sıla. "Aynı yerde bulunmaktan çekinmek, birbirimiz yokmuşuz gibi davranmak istemiyorum Ekin. Senin de istediğin bu değil mi?"

Ekin burnundan nefes vererek sinirle güldüğünde Sıla kaşlarını kaldırdı.

"Sen yine sana kul köle ama arkadaş sınırını aşmayan Ekin'ini istiyorsun. Yanında dursun, sırtını pışpışlasın, derdinde tasanda koşsun ama sen herhangi bir sorumluluk almış olma istiyorsun. Canın istediğinde gel omzuna yat, canın istediğinde zaten arkadaşız bir şey yok ki de, çek git istiyorsun."

"Ekin saçmalama!" Sıla'nın sesi ciddileştiğinde araya girdim.

"Ekin..."

Ekin gözünün ucuyla bana bakıp Sıla'ya döndü.

"Senin için ayrılan sürenin sonuna geldik Sıla Aslan. Ben bittim... Elbet içimde seni de bitiririm."

Sıla hayretle dudaklarını araladığında kesik bir nefes verdi.

"Seni tanıyamıyorum şu an?"

Ekin hafifçe başını sallamıştı. "Aynen öyle... Aynen öyle. Sen beni tanımıyorsun. Sen sadece sana, hep sana bakan Ekin'i tanıyorsun. Senin için, her şeyi senin için göze alan Ekin'i tanıyorsun." Omuzlarını kaldırıp indirdi. "Sen beni tanımıyorsun."

Ekin duruşunu dikleştirdiğinde, gömleğinin yakasını düzeltip bir adım geriledi. Başını arkaya itip hafifçe çenesini yukarı kaldırıp indirdi.

"Şu andan itibaren... Gör bak o zaman Ekin Göksoy kimmiş."

Ekin bana doğru dönüp hızla yanımdan geçip yürüdüğünde Sıla'ya yaklaştım.

"Sıla..." dedim, ne diyeceğimi kestiremiyordum.

"Boş ver Nora..." dedi, saçlarını omzunun arkasına atıp derin bir nefes aldı. Dudağımın içini ısırdım. Söyleyeceklerimi susmalıydım. O güçlü durabiliyordu, Ege haklıydı, bu kez karışmamalıydım.

Sıla masalara doğru ilerlediğinde Ege'nin yanına döndüm. Yanındaki sandalyeye oturmak yerine yüzümü ona dönerek bacaklarının üzerine oturup boynuna soruldum.

Tek eli sırtımda gezindiğinde daha çok sarıldım. Ekin'e de sarılması gerekiyordu, yine. Sıla muhtemelen sarılma teklifini kabul etmezdi. Ekin de başta itiraz ederdi ama sarılırsa mutlu olurdu. Yanağımı omzuna yaslayıp işaret parmağımı çenesinde gezdirdim. Sakalları parmak uçlarımı gıdıklıyordu.

"Keşke sevdiklerimizi hiç kırmasak..." diye mırıldandım.

Burnumun ucunu öptü. "Düşürme yüzünü."

Dudaklarımı sarkıttığımda bu kez uzanıp dudağımdan öpmüştü. Gözlerimi kapatıp burnumu boynuna yasladım. Kokusunu içime çektiğimde beni bir bebek gibi kucağına tutuyordu.

"Bütün konuklara malzeme veriyoruz," dedi kulağıma doğru. Umurunda olmadığını biliyordum, aklımı dağıtmaya çalışıyordu.

"Buradan evimize gidelim," dedim, dudaklarımı boynuna değdirirken. Dudaklarımı boynuna değdirerek ilerleyip kulağının altını öptüm.

"Gidelim..." dedi, daha sıkı, daha sıkı sarıldığında.

Dünya bu kadardı. Ege kadardı.

Birden müzik hızlandığını başımı sığınağımdan kaldırıp kalabalığa döndüm. Düğün sahipleri bahçeye teşrif etmişlerdi. Herkesin yüzünde yapay, abartılı bir neşe vardı. Ben ortada bu kadar mutlu olunacak bir şey göremiyordum.

"Ekin nerede?" diye sordum, Çisil'e.

"Bilmiyorum..." Çisil de benim gibi etrafa bakındığı sırada Mert elinde çello ile geri dönmüştü.

Yerimden kalktım. Mert'e uzaktan bir öpücük atıp elinden çelloyu aldım.

"Çisil, hadi gel."

Çisil de yerinden kalktığında birlikte sahneye doğru ilerledik. Müzisyenlere durumu açıkladığımda itiraz etmişlerdi ama ikna etmek konusunda inatçı biriydim. Hepsine düğünün tadını sonuna kadar çıkarmalarını söyleyip Çisil'in sahneye yerleşmesine yardımcı olmuştu.

"İyi misin?" diye sordum, kesik kesik aldığı nefesler sebebiyle.

"Nora... Bunun mantıklı olduğuna emin misin?"

Başımı salladım. Çisil'e bir şey olmayacaktı, düğün sahipleri bunun hesabını bana soracaklardı. Sorun yoktu.

"Harika olacağından eminim." Gülümsediğimde Çisil de zorlukla gülümsemişti.

Yanında ayrılıp sahnenin hemen önüne indim. Başparmaklarımı ona doğru kaldırıp her şeyin yolunda olduğunu işaret ettim. Müzik sustuğundan konuşmalar yükselmişti. Çisil çalmaya başladığında ise konuşmalar giderek durmuştu. Şimdi bütün gözler sahnedeydi.

Tam da söylediğim gibi olmuştu. Harikaydı.

Çisil bir şarkıyı bitirdiğinde rahatlamış görünüyordu. Alkışlar yükselmiş, kıvırcık saçların sahibi tatlı gülümsemesini konuklara sunmuştu. Her şey yolundaydı.

İkinci bir şarkıya geçtiğinde parmaklarımın ucuna bir öpücük kondurup ona doğru uzattım. Şimdi gidip Ekin'i bulmalıydım.

Bakışlarım etrafı taradığında Sıla'nın üzerinde durdu. Masadan kalkmış, Aybars ile kendilerine sakin bir köşe bulmuştu. Sıla'nın elinde bir şişe şarap ve dolu bir kadeh vardı. Kadehi dudaklarına götürüp hepsini tek seferde içti. Aybars kolunun altını tutmuş ama çekmemişti. Sıla ise gittikçe sarhoş oluyor gibi görünüyordu.

Sıla ile sonra ilgilenecektim. Önce Ekin'i bulmalıydım.

Neredeydi?

Evin içine doğru ilerleyeceğim sırada "Güz," diye seslenen babamın sesiyle olduğum yerde durmak zorunda kalmıştım.

"Evet?" dedim, kaşlarımı kaldırıp. Hemen ne söyleyecekse söylese iyi olacaktı. Arkadaşlarımı toparlamam gerekiyordu.

"Sahnede bir şey unutmuşsun."

Babamın yüzünde dümdüz bir ifade vardı ama ben dudaklarımı birbirine bastırıp gülüşümü önlemek zorunda kalmıştım.

"Arkadaşını hemen oradan indirir misin? Lütfen..."

Lütfen kısmını, bu bir rica değil, tonlaması ile vurgulamıştı.

"Çok güzel çalıyor, kabul et."

Babam başıyla beni yavaşça onaylamıştı. "Hakkını vermek lazım, güzel çalıyor. Yine de bu senin yaptığın saygısızlığı haklı çıkarmıyor, öyle değil mi?"

Dudaklarımı büzdüm. "Ama babacığım, konukları memnun etmek için yaptım."

"Güz."

Yüzümdeki ifadeyi düzeltip "Bitti işte," dedim. "Anthea kendi çalıp oynamaya devam edebilir."

"Başka taşkınlık istemiyorum. O zırtapoz ile de alakana dikkat et, insanların gözü senin üzerinde."

"Alakama? Öpme diyorsun yani?"

"Taşkınlık yapma Güz..." Bir şey daha söyleme gereği duymadan konuklarının arasına geri dönmüştü. Omuz silktim. Öpecektim işte. Ekin'i bulmam gerekmese şimdi gider öperdim hatta ama birazcık bekleyecekti artık.

Evin içine girdiğim an mutfağa doğru ilerledim. Neyse çok geçmeden Funda'yı görmüştüm. "Ekin'i gördün mü?"

Elindeki tepsiyi tezgaha bırakıp bana döndü. "Hayır, bir sorun mu var?"

"Umarım yoktur. Ekin'i görürsen... Biliyorsun."

"Biliyorum," dedi Funda. "Hiçbir içki tepsisi onun yanından geçmeyecek."

Onu başımla onaylayıp yanından ayrıldım. Dışarı tekrar döndüğümde masaya doğru ilerledim. Çisil masaya dönmüştü, Mert ile telefonda bir şeyle uğraşıyorlardı.

"Mert, Ekin'e mesaj attın mı?"

Mert başını kaldırıp başparmağıyla arkada bir yeri gösterdi. "Ekin orada."

Ekin ve Ege masaların arka kısmında kalan açıklıkta durmuş konuşuyorlardı. Daha çok Ege, Ekin'e ciddi bir konuşma yapıyor gibi görünüyordu. Bir elini omzuna koymuş, arada bir omuzunu sıkarak dikkatini kendi üzerinde tutmaya çalışıyordu. Ekin ise notlarının düzeltilmesi beklenen bir liseli gibi sadece başını sallıyordu.

Yanlarına ilerlerken derin bir nefes verip göğsümde oluşmaya başlayan endişe bulutunu elimin tersiyle dağıttım. Buradaydı, sorun yoktu. İyiydi. Belki tamamen iyi değildi ama işte sağlamdı. Gerisini halledecektik.

"Sarışın," dedim, endişemi gizlemeye çalışarak.

Ege elini Ekin'in omuzundan çekip kendi yüzüne götürüp gözlerini ovuşturmuştu.

"Hey," dedim, ikisinin arasında durduğumda.

Ekin bana dönüp "Yok bir şey," dedi. Endişemi saklayıp saklamamın bir önemi yoktu. Ne düşündüğümü biliyordu.

"Bir şey var mı diye gelmedim." Ekin kaşlarını, hadi ama, ifadesiyle kaldırmıştı. "Sana sarılmak için geldim. Hatta..." Uzanıp Ege'nin kolunu tutup bize yaklaşmasını sağladım. "Ege de sana sarılmak için geldi."

Ekin siniri bozulmuş gibi bir ifadeyle güldüğünde kaşlarımı kaldırıp hiç kaçışı olmadığını hatırlatarak baktım. Ege'yi de çekip ona sarıldığımda kocaman bir sarılma yumağı olmuştuk.

İkisinin kolları arasında bir boşluk bulup Ekin'in saçlarını karıştırdığımda bir adım uzaklaşıp elimin altından kaçmıştı.

"Nora," dedi uyaran sesiyle. Bir yandan da saçlarını düzeltmeye çalışıyordu.

Ona doğru hamle yapacağım sırada Ege iki kolunu birden belime sarıp beni kaldırmıştı. "Sen kaç kurtul," diye seslendi Ekin'e çok uzak bir noktadaymış gibi. "Ben burada kalıp savaşırım."

"Savaşırsın ha," dedim ellerimi yüzüne ulaştırmaya çalıştığımda. Bacaklarımı sallayıp kucağında çırpındım. "Çığlık atarım!"

Başını eğip kulağımın hizasına dudaklarını getirdi. "Kaçamazsın..."

Kahkaha atmaya başladığımda beni kendi etrafında döndürmüştü.

Yere indirdiğinde ona dönüp kollarımı boynuna doladım. Gözlerimi kısıp dudaklarımı birbirine bastırdım. "Demek Ekin'i kurtarmak için beni harcadın. Seni çirkin buru-"

Dudakları dudaklarıma kapadığında beni öyle yoğun bir hisle öpmüştü ki hala ayaklarımın sabit bir düzlem üzerinde durduğuna şaşırıyordum. İçinde bulunduğumuz andan çekip beni kimsenin bilmediği, bizi bulamayacakları bir yere götürmüştü. Dudakları dudaklarıma, onun ezbere bildiği, benim ise daha önce hiç okumadığım bir şiiri işliyordu. Her kelimeyi, tek tek, özenle...

Dudakları dudaklarımdan ayrıldığında avuç içlerini yanaklarımın altına yaslayıp, bakışlarımı gözlerine kaldırdı. Şiiri sadece dudakları değil, gözleri de biliyordu.

"Seni seviyorum," dedi.

Öyle birden bire, durup dururken, öylesine bir anda beni yeniden bulmuş, yeniden var etmişti. Dudakları dudaklarıma hiç bilmediğim bir şiir işlemiş, gözleri gözlerimden söylemediklerimi okumuştu. Tıklım tıklım dünyanın kalabalığı arasında onun gözleri benim gözlerimi bulmuştu. Hikayem onunla var olmuş, rengim en parlak tonuna onunla ulaşmış, adımın bir anlamı da ilkyaz olmuştu.

Ege vardı. Buradaydı. Dünya onu benim için ayırmıştı. Beni ise büsbütün onun için. Benim dünyam zaten onun kadardı.

Ege vardı. Buradaydı. Her solukta göğsüme dolan nefesteydi. Kaburgamda saklamıştım ben onu, kimsenin tozu bulaşmasın ona diye, kaburgamda. O da yerine çabuk alışmış, benimle bir bütün olmuştu. Dudaklarıma bilmediğim şiirler ezberletmiş. En güzel şarkılarda çıplak ayak dans ettirmişti.

"Seni seviyorum..." dedim.

Başını hafifçe eğmiş, avuç içlerinin arasında duran çenemi yukarı kaldırmış, burnunu burnuma yaslamıştı. Derin bir nefes aldığında gülümsedim. Gözlerini kapattığında ben de ona uymuştum.

"Şiirler okudum, şiirlerdeki yaşa geldi. Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum. Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun."*

🌸

Düğün tam gaz ilerlerken kendimi yorgunlukla sandalyenin üzerine bırakmıştım. Ege içecek alkolsüz bir şeyler almak için mutfağa gitmişti. Ekin tam yanımda sevimli, sarı bir kedi gibi oturuyordu. Arada bir telefonuyla oynayıp hala Sıla'nın oturduğu masaya kaçamak bakışlar atıyordu. Sıla ise bardakları birbirinin ardından boşaltma yarışına girmiş gibiydi. Onu en son lisede bu kadar fütursuzca içerken görmüştüm, o da işte bütün içkilerin tatlarını denediğimiz bir dönemdi, sonra bitmişti. Aybars büyük bir sabırla giderek sarhoş olduğundan ona yardımcı oluyor ama asla içmesine engel olmuyordu. Kendini çok uzun süre sıkmıştı, biraz dağıtmak onun da hakkıydı. Beni endişelendiren ise yanımdaki sarışındı.

"Ekin..." dedim.

Başını kaldırıp bana baktığımda gülümsedim. Kaşlarını kaldırıp bir süre yüzüme baktı. Bir şey daha söylemediğim için bakışlarını tekrar telefonunun ekranına kaydırdı.

"Şarjım bitiyor," diye mırıldandı belli belirsiz.

"Oyun oynayıp duruyorsun, biter tabii." Dediğimde başını iki yana sallayıp telefonu masanın üzerine bıraktı.

"Hiç annemi aratmıyorsun, biliyorsun değil mi?"

Uzanıp yanaklarını sağ elimin parmakları arasına sıkıştırıp suratını iki tarafa salladım. "Aratmam tabii, ooy."

Elime vurup geri çekildi. "Nora sana uzaklaştırma kararı çıkartacağım artık."

Bu kez iki yanağını da ayrı ayrı kavrayıp sıkmıştım. "Hiçbir şey çıkartamazsın."

Ekin yerinden kalktığında biri adını seslenmişti. Yüzüne sıkıntılı bir ifade yerleştirip nefes verdi. Kızı tanımıyordum ama belli ki Ekin tanıyordu. Eliyle kısa bir selam verip Ege'nin elinde sodalarla çıktığı kapıdan girdi.

"Al bakalım."

"Teşekkürler..." Soda bardaklarından birini alıp arkama yaslandım. Masada baş başa kalmıştık. Birazdan nikah kıyılacaktı ama ondan önce pasta vardı. Yani aslında yoktu çünkü temsili olarak getirilen pasta bir miktar parçalanmış olabilirdi.

"Mutfakta bir kriz yaşanıyor," dedi Ege gözlerini kıstığında.

"Yaa..." dedim, siyah ince pipeti dudaklarımın arasına sıkıştırırken.

"Evet, bununla bir ilgin olabilir mi?"

Bardağı masaya koyup Ege'ye yaşlandım. "Çalışanlar ve bu gece için gelen diğer garsonlar asla sorun yaşamayacak. Bütün sorumluluk bende... Hiç insanları zor durumda mı bıraktın diye kızmaya başlama."

"Git içeri haber ver o zaman," dedi, başıyla kapıyı işaret ettiğinde.

Yerimden kalkıp girişe doğru ilerledim. Hemen bu işi halledip diğer plana geçmeliydim.

"Nora..." dedi, biri kuyruğuna basılıyormuş gibi.

Arkamı döndüğümde kuyruğuna basılan kişi gelindi ama gelinliği duruma uygun değildi.

"Evet," dedim, babamın aksine ona hiç hesap veresim yoktu.

"Düğünde sürekli ortaya çıkan aksiliklerle bir ilgin olabilir mi?"

"Olabilir...." Kaşlarımı kaldırdığımda dudakları hayretle açılmıştı. Bu kadar şaşıracak bir şey yoktu.

"Neden," dedi inanamıyormuş gibi. "Neden böyle şeyler yapıyorsun?"

Omuz silktim. "Şaşırdın mı? Senin doğurduğun çocuk daha mı fazlası olmalıydı? Sana mı benzemeliydi mesela biraz?"

Şaşkınlığını biraz da gözleriyle dışa vurduğunda "Beni incitmek için mi yaptın?"

"Hayır," dedim, ne hissettiği umurumda değildi. "Bu düğün, hiçbir şey olmamış gibi davranman, babamın hiçbir şey olmamış gibi davranması, sinirimi bozduğu için yaptım."

Başını yavaşça salladı. En sevdiği vazosunu kırmışım gibi bakıyordu. 20 yıl öncede olsaydık belki en fazla bunu yapardım, en sevdiği vazosunu kırar ve sonra çocuksu bir telaşla saklanırdım. Ama biz o zamanları geçmiş, hatta direkt atlamıştık. Artık benim eylemlerim sonucunda incinemezdi, şaşıramazdı ve beni uyaramazdı.

Hiç kimseydi, babamla evlenmesi bu hiç kimseliği değiştirmeyecekti.

Bir şey daha demesine izin vermeden içeri girdim. Mutfağa ilerleyip çalışanlara durumu açıkladım. Soran olursa da benim adım vermelerini söyledim. İşte bu kadardı. Bülent İlgen ve Anthea ancak böyle bir düğün ile evlenebilirlerdi. Aşkın başına gelmiş en kötü şey onlardı. Böyle bir düğünü hak ediyorlardı.

Bahçeden bir kırılma sesi geldiğinde dışarı fırlamıştım. Sıla yere saçılan bir tepsi dolusu bardağın kenarında sendelediğinde Aybars kolundan ve belinden tutarak onu geri çekti. Hızla etraf toplanırken Sıla'yı köşeye, çarpabileceği hiçbir şeyin olmadığı bir yere çekmişti. Kesinlikle artık içmeyi bırakması gerekiyordu.

Birden havai fişeklerin sesi duyulmuştu. Tek sorun patlayamamalarıydı. Birkaç metre yükselip sönüyorlardı. İnsanların kaşlarının çatıldığını ve kendi aralarında homurdanmaya başladıklarını duymuştum. Bunu kınamamaları gerekiyordu, asıl havai fişek patlatmak kınanacak bir şeydi. Güzelim kuşlar Bülent İlgen ve Anthea evlenecek diye ölsünler miydi? Saçmalık.

Sıla'ya doğru ilerleyeceğim sırada bahçeye cübbesi ve elindeki büyük defter ile nikah memuru girmişti. Neyse ki bu, gecenin sonuna geliyoruz, demekti. En azından benim için. Nikah kıyıldıktan sonra artık Ege ile evimize gidebilirdik.

Herkes yerlerine yerleşmiş, dikkatle bahçenin ortasına büyük bir özenle yerleştirilmiş ve süslenmiş masaya bakıyordu. Anthea ve babam yan yana oturduğunda şahitler de yerlerini almıştı. Bu çirkinliğe şahitlik edecekleri için kendilerinden utanmalılardı. Nikah memuru itirazı olan var mı, diye soracak mıydı acaba? Filmlerde hep öyle oluyordu.

Sanırım bu düğünde sormasa da olurdu... En azından düğünün akıbeti için.

Ege yanıma gelmiş, elini belime yaslamış ve beni kendine çekmişti. Masaların kenarında ayakta duruyorduk. Malum protokol tamamlandığında şakağıma minik bir öpücük kondurdu. İşte "kabul ediyor musunuz?" kısmı gelmişti.

"Aslında..." dedim öne doğru bir adım attığımda. Sessizliği delip geçen sesim herkesin dönüp bana bakmasına neden olmuştu. "İtirazı olan var mı diye sormanız gerekiyordu?"

Nikah memuru bana deliymişim gibi bakıyordu ya da işte başka bir dilde konuşuyormuşum gibi. Ege elimi tuttu. Adımı seslenmedi, beni durdurmak için hamle yapmadı. O da biliyordu. Bugün ben susarsam içimde bir yerde bu oyuk büyüyecek, büyüyecek ve beni yutacaktı.

"İtirazın mı var?" diye sordu babam. Bakışlarında bir şey vardı, kızgın görünmüyordu.

"Var," dedim başımı salladığımda. "Sana aşık olamayan bir kadınla evlenemezsin. Bunu sen bile hak etmiyorsun." Omuzlarımı kaldırıp indirdiğimde babam kahkaha atmıştı. Sinirli bir kahkaha değildi bu. Nasıl yani, hoşuna mı gitmişti?

"Nora..." dedi Anthea, panikle. "Bülent bir şey yapsana!"

"Yapacağım," dedi babam keyifli bir sesle. "Ama önce kızım ne söylemek istiyorsa söyleyecek."

Babamdan aldığım destekle çenemi yukarı kaldırıp konuklara baktım. "Anthea kısa bir süre önce Yunanistan'dan döndü, biliyorsunuzdur. Bizi terk ettikten sonra oraya, aşık olduğu adama gitmişti. Sonra geri döndü çünkü malum, adamı dolandırdı yetmezmiş gibi suçu da üzerine yıktı. Durum böyle olunca buraya dönmek zorunda kaldı. E, haliyle babama da çünkü bilirsiniz İlgen soyadı ismin yanına geldiğinde bazı kapılar açar." Kimseden ses çıkmıyordu. Herkes ne kadar ileri gidebileceğimi görmek istiyordu. Tüm gözler bana odaklanmıştı.

"Kimse bu durumdan rahatsız olmuyor mu? Sizin de mideniz bulanmıyor mu? Çünkü benim bulanıyor. Benim bu kadına her baktığımda midemde bir yer çığlık atıyor. İçimde beni yiyip bitiren bir böcek büyüdükçe büyüyor." Bir elimi karnıma bastırdığımda gözlerimi üzerinden ayırmadım. "Ben bu kadına bakmak istemiyorum çünkü ona her baktığımda aşk için çocuğunu terk eden birini görüyorum ama hayır aşk bu cümleye büyük geliyor. Aşk o kadının diline, ruhuna, bedenine uymuyor. Çünkü aşk tükettiği kadar yeşertir. Bu kadın yeşertmeyi bilmiyor. Bu kadın yıllarca kendi kızının sesini bile duymak istemeyen bu kadın, aşktan hiç ama hiç anlamıyor. Anlasaydı bilirdi, anlasaydı görürdü. Yanında oturan adamın bakışlarında ona ait bir parıltı yok."

Anthea tüm bunları söyleyen ben değilmişim gibi, kalabalığın ortasında midemde bir çığlıkla duran ben değilmişim gibi, beni bırakıp giden o değilmiş gibi, gidişinin paketini aşk ile süsleyen o değilmiş gibi dönüp babama bakmıştı.

Babamın yüzünde bir gülümseme vardı. Küçükken benimle kutu oyunları oynadığında da yüzünde bu ifade olurdu. Oyunları hep kazanırdım. Ya da o kazanmama izin verirdi.

Bahçeye dolan siren sesi ve kırmızı mavi ışıklar babamın yüzündeki ifadenin nedenini açıklıyordu. Oyunu yine ben kazanmıştım. 

Her şey birkaç dakika içinde olmuştu. Polisler Anthea'yı dolandırıcılık suçundan tutuklamış ve yüzündeki gelin makyajına acımadan, gelinliği ile birlikte ekip arabasına yerleştirmişlerdi.

Ege beni kargaşanın ortasından çekmişti. Konuklar yavaş yavaş dağılırken kalabalığın meraklı kısmı detay öğrenmek için etrafı didikliyordu. Ege bu kez başımın üstünü öptüğünde dönüp ona baktım. Gözlerinin içine baktığımda gülümsedi. İyi olduğumu görmeye çalışıyordu biliyordum. İyiydim. İçimi dökmüş, biraz olsun hafiflemiştim.

"İyiyim," dedim, bir kere de dışımdan söylediğimi duyması için.

"Ben bir Ekin'e bakayım, sonra gidelim..." Başımı salladığımda gözleri arkamda bir noktaya takılmıştı. "Sen de bir Sıla'ya bak istersen."

Gözlerinin takıldığı noktaya gördüğümde ne kastettiğini anlamıştım. Ege yanımdan ayrılıp Ekin'e doğru ilerlediğinde ben de Sıla'nın yanına yürümüştüm.

"Sorun yok," dedi Sıla, ayakta zor duruyordu. "Git konuş sen telefonla iyiyim ben."

Aybars bir an için tereddüt etse de onlara döndüğümü fark ettiğinde Sıla'yı işaret etmişti. Uzanıp kolunu tuttum. Aybars çalan telefonunu açıp evin içine doğru ilerledi.

"Sıla..." Tek kolunu boynuma attığında yanağımdan öpmüştü.

"Güzel konuşmaydı," dedi, bana sarıldığında.

"Su ister misin?"

Saçlarını yüzünden çekip işaret parmağını hayır anlamında etrafında salladı.

"Uyumak ister misin? Odama çıkarayım seni?"

"Eve gideceğim... Eve gidince uyurum ama şimdi içeceğim!"

Belinden daha sıkı tutup dengede durmasını sağladım. "Şu andan itibaren ancak su içebilirsin Sıla."

Mert ve Çisil'i görmek için etrafa bakındım. Onları bulabilseydim Sıla'yı eve götürmelerini rica edebilirdim. Gözlerim zaten üzerimizde olan bir gözle kesiştiğinde aklıma gelenin iyi mi kötü mü bir fikir olduğunu bilmiyordum ama yine de denemeye değerdi.

Sıla'yı belinden tutarak yavaş adımlarla evin içine doğru ilerlettim. Bir yere oturması ve biraz su içmesi gerekiyordu. İçeri girdiğimizde mutfağa ilerleyip sandalyeye oturmasını sağladım. Büyük bir bardak su doldurup ellerinin arasına bıraktım.

"Burada dur, hemen geliyorum." Başını hızlı hızlı salladığında yüzünü buruşturdu. Muhtemelen bunu yaptığı için midesi bulanmıştı.

Tekrar bahçeye dönüp hızla masaya ilerledim. Ekin ayağa kalkmıştı, bana doğru yaklaştığında "Canımın için..." dedim.

"İyi mi?" diye sordu, telaşlanmıştı, haklıydı.

"Olacak... Biraz su içmesi, sonra da uyuması lazım... Ama tabii önce biri onu eve götürmeli."

Ekin başını salladığında masanın üzerinde duran çantamı alıp içinden arabanın anahtarını çıkardım.

"Nora," dedi Ege, başka bir şey söylememişti ama bunun iyi bir fikir olup olmadığını sorguluyordu. Bilmiyordum ama denemeye değerdi.

Anahtarı Ekin'e uzattığımda "Mutfakta," dedim.

Ekin hızlı adımlarla evin içine doğru ilerlemişti. Ege de yanıma geldiğinde biz de peşinden eve girdik. Ekin mutfaktan çıktığında kaşları çatılıydı. "Yok."

"Nasıl yok ya, iki dakika önce buraya bıraktım?"

Ekin girişini ve salonu hızla gezmişti. Yukarıdaki odalara çıkacağı sırada ben de ön bahçeye doğru ilerlemiştim. Ege de peşimden gelmişti. Bir yandan da Sıla'yı telefonla arıyordu.

Evden çıktığımda merdivenlerin başında kala kalmıştım. Bir adım geriledim ve sırtım hemen arkamda olan Ege'ye çarptı.

Sıla topuklu ayakkabılarını çıkarmış ve Aybars'ın omuzlarına iki yandan tutulmuştu. Gözlerini kıstığında Aybars iyi olup olmadığından emin olmaya çalışıyor gibi görünüyordu. Ben söyleyebilirdim, iyi değildi.

Sıla, Aybars'ın omuzlarında duran ellerini boynuna çıkardığında parmak uçlarında yükselmiş ve dudaklarını Aybars'ın dudaklarına bastırmıştı.

Gözlerim biraz önce gördüğü görüntünün gerçekliğini reddederken dudaklarım büyük bir O şekli aldı. Yok artık!

Aybars onu incitmemeye çalışarak omuzlarından tutup geri çekilmesini sağladığında, Sıla gözlerini kapattı. Muhtemelen o da yaptığı eylemin gerçekliği ile yüzleşmek zorunda kalmıştı ama işte bazı eylemleri geri alamazdık. Sıla da bunu geri alamayacaktı.

Birden görüntünün gerçekliği algıma ulaştığında panikle arkamı döndüm. Ekin hemen arkamda, Sıla'yı ve biraz önce yaşananı gördüğünü açıkça ortaya seren ifadesiyle duruyordu. Gözlerinde gördüğüm ifade ise soluğumu kesmişti. Bakışlarında birçok şey vardı ama bir şey, tek bir şey onun kadar benim de canımı yakmıştı.

Bütün maçları kaybetmiş gibi bakıyordu.

Ve tüm yenilgileri kucaklayıp kapının önünden uzaklaştı. Arabama doğru ilerlediğinde dudaklarımdan sadece adı dökülebilmişti. Donup kalmıştı ve Ekin çoktan arabayı çalıştırmıştı. "Ege," dedim hemen ardından.

Ege bahçenin önünde duran arabasına fırladığında "Anahtarı bana ver, ben Ekin'in peşinden gideyim sen Sıla'yı al."

"Tam tersi Nora," dedi sürücü koltuğuna yerleştiğinde.

"Ekin'i ben sakinleştiririm," diye bastırdım.

"Bulamazsın sen onu, Sıla'yı al eve gir. Arayacağım."

Kapıyı kapatıp hızla Ekin'in ardından bahçeden çıkmıştı. Derin bir nefes alıp sakin olmaya çalıştım. Ege, Ekin'i bulurdu doğru söylüyordu.

Aybars Sıla'nın arabanın ön koltuğuna oturmasına yardım etmiş ve kemerini takmıştı.

"Eve bırakacağım," dedi kapısını kapatıp sürücü kısmına ilerlerken. "Gelmek istersen..."

"Nora."

Babam bana doğru ilerlediğinde Aybars ile konuşmam havada kalmıştı.

"Hazal Hanım arada, ifade için bizi de merkeze çağırıyorlar."

Hazal Hanım babamın avukatıydı ve tek kelime etmeden peşine takılmam için özellikle adının altını çizmişti. Babam cümleyi kurduğu an peşine düşmemi beklediği için yüzüme hadi, ifadesiyle bakıyordu ama şu an bir krizin ortasındaydık.

"Sıla'yı tek bırakamam," demiştim ama babam beni dinlemek yerine Barış'ın açtığı kapıdan içeri girip arka koltuğa oturmuştu. Barış ise her zamanki gibi yüzüme, Nora Hanım, ifadesiyle bakıyordu.

"Ben hallederim," dediğinde Aybars ona güvenmek zorunda kalmıştım. Sıla zaten çoktan ön koltukta sızmıştı.

"Mecburen öyle olacak gibi görünüyor..." diye mırıldanarak siyah Porsche'nin yanından ilerleyip babamın adının ağırlığını bütünüyle ortaya seren, siyah Bentley'sinin arka koltuğuna yerleşmiştim.

🌸

Telefonum arka arkaya çaldığı için emniyet müdürünün odasından çıkıp koridorda kendime sakin bir köşe bulmuştum.

"Ege," dedim telefonu açar açmaz.

"Nora, neredesin?"

Ege, Ekin'i bulduğunu ve evde olduklarını yazmıştı ama bir türlü fırsat bulup cevap verememiştim. Ardından attığı mesajlara ve aramalara da dönemediğim için merak etmişi.

"İfade vermek için geldik. Çok fazla prosedür ve anlamadığım bir ton şey dönüyor. Daha buradayız," dedim tek nefeste açıklamaya çalışarak.

"İfade mi veriyorsun?" Gerilmişti, muhtemelen sesimden burada olmak istemediğim net bir şekilde hissediliyordu.

"Evet, babam yanımda merak etme. Zaten babam anlaşmış Anthea'yı yakalatmak için polisle, standart sorular soruyorlar sadece."

"Tamam... Gergin misin, nasıl hissediyorsun? Dur şöyle yapalım. Ekin uyur birazdan, ben yanına geleceğim."

"Tamam," dedim, Ekin iyiyse gelebilirdi. Gelirse ben de iyi olurdum. Sonra da evimize giderdik. Artık evimize gitmek istiyordum.

Telefonu kapattığımda tekrar içeri dönmüştüm.

🌸

Bir saat boyunca aynı şeyler tekrar tekrar konuşulmuştu. Üzerimde pembe elbisem ve başımda pembe taçla şu an buraya hiç ama hiç uymuyordum. Kollarımı göğsümde bağladım ve sandalyede biraz daha yayıldığımda bakışlarım cam kapının arkasına kaydı. Ege gelmişti. Yerimden kalkacaktım ama bir an için bunun doğru olup olmadığını düşündüm. Babama döndüğümde bir şey dememe fırsat vermeden başıyla çık, işareti vermişti.

Yerimden fırlayıp odadan çıktım. Ege'nin bileğini tutup koridordaki duvara sabit banklardan birine doğru çektim. Yan yana oturduğumuzda elinde tuttuğu siyah sweati alt kısımlarından tutup kıvırmıştı.

"Gel..."

Ona doğru eğildiğimde sweati başımdan geçirmişti, kollarımı da içine geçirdiğimde yumuşak ve sıcak hisle gülümsedim. Bahçeden hemen arabaya bindiğim için üzerime bir şey almaya fırsatım olmamıştı, Ege elbette bunu tahmin etmişti.

"Ekin nasıl?"

Yanaklarını şişirip sıkıntıyla ofladı. "Pek konuşmadı... Ben konuştum daha çok."

"Öfkeli mi üzgün mü?"

Kaşlarını kaldırdı. Hafifçe çenesini kaşımıştı. "İkisi de sanırım, bilmiyorum. Durgun."

Dudaklarımı büzdüm. "Sıla'nın yaptığı şeyi fark ettiğini bile sanmıyorum."

"Aybars ile arasında bir şey var mı, biliyor musun sen?"

Kaşlarımı çattım. Aybars ile arasında ne olacaktı? "Hayır tabii ki. Ekin'e öfkeliydi, Ekin de ona. Arkadaş kalalım falan dedi bugün Ekin'e, Ekin de esti tabii haliyle. Ay ne Aybars'ı ya, bir o eksikti?"

Ege başını yavaşça salladığında sıkıntıyla nefes verdim. "Senin işin bitmedi mi?"

"Hayır, biraz daha durmamız lazımmış."

Ege arkasına yaslanıp ayaklarını öne uzattığında göğsüne sokulup başımı omzuna koydum. Gözlerimi kapatıp kollarımı beline sardım. Şimdi daha sıcacık olmuştu, hem içim, hem dışım.

"Burada işimiz bitince Ekin'e gidelim," dedim mırıltıyla. "Evimize sonra gideriz."

Başımın üstünü öptüğünde "Tamam," dedi.

🌸

Titreyen ve cılız bir sesle çalan melodiyle gözlerimi açtım. Yüzümü buruşturup gözümün ışığa alışmasını bekledim. Ses devam ediyordu. Ege'nin omuzunda uyuyakalmıştım. Ege hafifçe yerinde yükselip cebinden telefonu çıkardı. Arayan Tunç'tu.

"Ne?"

Tunç'un sesini duymuştum ama ne dediği tam anlaşılmıyordu.

"Nasıl ya," dedi Ege sıkıntıyla. "Ne işi var orada? Tamam... Tamam tut bırakma."

"Ne olmuş?" diye sordum.

"Tunç içmesin," dediği an uzanıp telefonu elinden aldım.

"Ekin mi?" dedim telefonu kulağıma tuttuğumda.

"Evet," dedi Tunç sıkıntıyla. "Burada, biraz oldu. Deli gibi içiyor."

Boştaki elimle sertçe yüzüme vurdum. Başa dönmüştük. Daralan göğsümü konuşacak kadar rahatlatmak için gergin bir nefes aldım.

"Tunç, içmesini kontrol altında tutmaya çalış. Biz gelene kadar da onu orada tut."

"İkisine de söz veremem," dedi Tunç bütün ciddiyetiyle. "Birkaç kez elinden şişeyi almaya çalıştım, her seferinde başka bir yere gitmek için ayaklandı."

"Tunç," dedim sakin olmaya çalışarak. "Eğer Ekin o bardan çıkarsa ve yerini kaybedersek kontrol edemeyiz ve şu an kendini kontrol edebilecek bir noktada değil."

"Gelin o zaman... Ya da birini yolla."

Gergin bir nefes daha aldım. Bu gece biterse okulda donut dağıtacaktım.

İnsanlar beni sürekli olarak sert olmaya itiyorlardı. Oysa derdimi gayet net anlatmıştım.

"Bak," dedim sakin olmaya çalışarak. "Ekin o bardan çıkarsa, Kuzgun falan dinlemem içki ruhsatınızı iptal ettiririm. O bar-"

Susup kesik bir nefes vererek Ege'ye döndüm.

"Kuzgun'u yakabilir miyim?"

Ege burnundan nefes vererek gülmüştü. Sol elini yana doğru açıp omzunu kaldırdı. "Yak hayatım, yak."

"Teşekkürler," dedim başımı sallayıp.

Tekrar telefona döndüm. "Ekin o bardan çıkarsa o barı yakarım!"

Tunç bıkkınlıkla nefes verdi. "İçki içmesine engel olamam ama burada işte, gelsin biri alsın bunu buradan. İşim gücüm var benim."

Telefonu yüzüme kapatmıştı. Acaba Tunç'u da kovabilir miydim?

Derin bir nefes alıp aldığım nefesi sıkıntıyla dışarı bıraktım. Biri Ekin'i almalıydı. Biz buradan çıkamıyorduk ve bu işi Ekin'i gerçekten önemseyen biri yapmalıydı çünkü içmeye başladıysa birinin onu kendinden de koruması gerecekti.

Ege'nin telefonuna parmağımı okutup kapanan ekranı açtım. Mert'in adını bulup arama tuşuna bastım.

Telefon çalıp duruyor ama asla açılmıyordu. Mert ve Çisil tüm olanlardan önce ayrıldıklarından hiçbir şeyden haberleri yoktu. Mert dışında da Ekin'e gönderecek kadar güvendiğim kimse yoktu. Arama kapandığında bu kez Çisil'i aradım. Sonuç farksız olmuştu.

"Açmıyorlar mı?"

Başımı iki yana salladım. Barış kapıda babamı bekliyordu, ona söylesem o gidip Ekin'i alabilirdi ama Ekin'i kontrol etmek için sabırlı olmak yerine bayıltmayı ve etkisiz hale getirmeyi seçebilirdi. Bunu göze alamazdım.

Sıkıntıyla bir kere daha nefesimi boşluğa savurdum. Ekin'i, Ekin'i bizim kadar önemseyen biri almalıydı. Aklıma hiç kimse gelmiyordu.

Dudağımın kenarını kemirdim. Stresten başım ağrımıştı.

"Nora..."

Babam odadan çıkmış, kapının önünde duruyordu. "İçeri gelmen lazım."

Babamın bakışları Ege ile buluştuğunda yüzünde yine mi sen, bakışı vardı ve bu şu an sinirden gülmeme sebep olmuştu.

"İki dakika bekler misin?" dedim ayağa kalktığımda.

Hızlı olmalıydım. Ege'nin telefonunu tekrar açtım. Rehbere girdim.

"Sende şu kızın numarasının olma ihtimali ne?" diye sordum, daha çok kendi kendime konuşuyordum.

"Hangi kızın?"

"Ya şu bütün maçlarda sana bakıyor, yanında iki kız daha var. Üçü hep birlikteler. Neydi kızın adı?"

"Ekin'in kaza yaptığı kızı mı diyorsun?" Şaşırmıştı, ben de şaşkındım ama başka çarem yoktu.

"Ablasıyla kaza yaptı ama evet, onun numarası lazım. Arkadaşının numarasından ona ulaşırız diye düşünmüştüm."

"Nida mı ne öyle bir şeydi, dur."

Telefonu elimden alıp sosyal medya hesaplarından birine girdi. Dm kutusunu açtığında işte buradaydı, kızdan birkaç mesaj almıştı ve telefon numarası da vardı.

Ege mesajları görmüştü ama cevap vermemişti. Vermiş olsaydı zaten şu an elimdeki telefonla kafasına vuruyor olurdum.

"Ay resmen yürümüş," dediğimde güldü. "Gülme be, arsız."

"Ara hadi ara," dedi, o da ayağa kalkmıştı.

Telefon numarasını aradığımda tek bacağımı sallamaya başlamıştı. Üçüncü çalışta açıldı.

"Ege!"

Telefonu kulağımdan çekip Ege'ye baktım. "Yuh numaranı bulup bir yerden kaydetmiş manyak."

"Ne?" dedi Ege, o da benim gibi şaşırmıştı.

"Ege, alo..."

Derin bir nefes aldım. Sakin olmalıydım.

"Benim, Nora." Karşı taraftan kesik bir nefes alış sesi geldiğinde gülümsedim. "Bana Göksu'nun numarası lazım, verebilir misin?"

Bir süre beklemişti. Muhtemelen ne diyeceğini düşünüyordu. "Yanımda," dedi, düşük bir sesle.

"Telefona verir misin?"

Birkaç saniye sonra bir ses "Efendim?" demişti.

"Göksu... Biraz manasız olacak ama sana ihtiyacım var. Ekin'i kuzgundan alıp evine götürür müsün?"

"Bir şey mi oldu?" Sesi paniklediğinde "Hayır, hayır," demiştim ama olabilirdi de, emin değildim.

"Sadece içmemesi gerekiyor ama şu an barda ve kendini kontrol edebilecek bir durumda değil. Ben buradan ayrılamıyorum. Birinin acilen ona ulaşması lazım."

"Tamam," dedi Göksu. "Ben giderim.

"Sana konum göndereceğim şimdi, teşekkür ederim."

Telefonu kapatıp mesajlar kısmına girmiştim. Kuzgun'un konumunu yollayıp telefonu Ege'ye verdim. Babamın bir kere daha çıkıp bana seslenmesine gerek kalmaması için beklemeden içeri geri döndüm. Bir an önce buradaki işimizin bitmesini ve Ekin'in yanına gitmeyi istiyordum. Bir de gecenin artık bitmesini... Gerçekten tarihe kazınacak bir düğün olmuştu. Bülent İlgen'e de daha azı yakışmazdı. 

___________________

*İlhan Berk


Continue Reading

You'll Also Like

SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

1M 73.1K 6
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
34.5K 1.4K 14
Dile kolay olan bazı sözler kalp için de geçerli değilmiş . Ben bunu er ya da geç öğrenecektim. Şimdi bütün çıplaklığıyla bütün ihtişamıyla karşımda...
63.7K 3.5K 4
🫀🫀 Kalp... her kalpte dört odacık bulunur derler. O odaların hepsi ise doğduğumuz ilk andan itibaren dolmaya başlar; ailemiz, arkadaşlarımız, onlar...
600K 62.4K 28
Bugün tam bir ay oldu buraya geleli. Dört duvarın arasındayım. Küf kokuyor burası, biraz da is. Derin bir koku çekiyorum içime, işte diyorum kendime;...