İLKYAZ

By iremmipelin

1.2M 69.6K 30.7K

Geri döndüm. Tek tek söküp attığım ne varsa, üstüme bir bir diktim de döndüm. Kalbime geri döndüm. More

Öndeyiş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bonus 1
Bölüm 7
Bonus 2
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bonus 3
Bölüm 13
Bonus 4
Bölüm 14
Bölüm 15
Bonus 5
Bölüm 16
Bonus 6
Bölüm 17
Bonus 7
Bölüm 18
Bonus 8
Bölüm 19
Bölüm 20
Bonus 9
Bonus 10
Bölüm 21
Bölüm 22
Bonus 11
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bonus 12
Bonus 13
Bonus 14
Bölüm 26
Bölüm 27
Bonus 15
Bölüm 28
Bölüm 29
Bölüm 30
Bonus 16
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bonus 17
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bonus 18
Bonus 19
Bölüm 44
Güz Geçer
Bonus 20
Bölüm 45 • Final

Bölüm 31

13.8K 810 611
By iremmipelin

Fırtına ruhumda eseli yıllar olmuştu. Şiddetine, savurmasına, üşütmesine, tüylerimi diken diken etmesine alışalı çok zaman olmuştu. Ege'nin gözlerinin karardığı anları bilirdim, güneş ışığında başka bir renge büründüğü anları bildiğim gibi. Ege'nin çenesinin kasıldığı anları bilirdim, çenesinin kahkaha atmaktan ağrıdığı anları bildiğim gibi. Şakağındaki damarı, ellerini sıktığında eklerimdeki beyazlıkları, omuzlarındaki kasılmayı... Her bir zerresini ezbere bilirdim. Ege benim için keşfedilmesi heyecan duyulan bir şehirdi, onun sokaklarında kaybolmak hayatım boyunca başıma gelen en güzel eylemdi. Denize çıkan yokuşlarını da, rüzgarlı tepelerini de, çıkmaz sokaklarını da severdim. Şu an karşımda sakin olmamasına rağmen sabit dururken söylemek istediğim tek bir şey vardı. Ben hala onun sevdiği kadındım. Öyle olmalıydım... Değilsem, o şehre bir daha adım atamazdım.

Ege'nin gözleri giderek daha koyu bir renge büründü. Ela yoktu artık, sarı lekeler benden gizleniyordu. Kasılmış çenesi, şakağında belirginleşen damarı, çatılı kaşları, hayrete düşmüş bakışları ve iki yanında sıkılı halde duran yumrukları... Her bir zerresi daha koyu bir renge bürünüyordu. Ege birden bire kıyafetleri, odası, arabası, baterisi hatta çorapları kadar siyah olmuştu. Herkes bir gün en sevdiği renge mi dönüşürdü? Oysa ben onu sarı lekeli, güneş tonunda seviyordum. Siyah saklanmak istememe neden oluyordu. Biraz daha güneş rengi olamaz mıydı?

Yumruk olan sağ elini çözerek ensesini sıkıca kavradı, parmaklarını derisinde iz bırakacak kadar bastırdığında emin oldum, olamazdı.

"Sana sadece iki soru soracağım," dedi boğuluyormuş gibi. Boğuluyor muydu?

"Arabanın ve bankadaki paranın kaynağı kim Nora?"

Yutkundum. Gözleri, gözlerimi deliyordu. Bu sorunun cevabını biliyordu. Bu sorunun cevabını biliyordu bilmesine ama bir şeyin farkına varmamı sağlamaya çalışıyordu. Neyin?

"Babamın." dedim, fısıltı kadar bile çıkmayan sesimle.

"Senin baban kim Nora?" diye sordu bu kez, sesi biraz daha güçlenirken adıma yaptığı baskı artmıştı.

Babam mı kimdi? Bu sorunun da cevabını elbette biliyordu, öyle değil mi? Terleyen sırtımdan vücuduma yayılan ürperme hissini bastırmaya çalışsam da belli belirsiz hissettiğim titreme bu konuda başarısız olduğumu hatırlatıyordu. Her konuda olduğum gibi...

Ege kirpikleri kırpma işlevini yitirmiş gibi gözlerini bir saniye olsun gözlerimden ayırmazken hala bir yerlerde sarı lekeler bulmayı umuyordum.

"Bülent İlgen..." dedi benden bağımsız, ezbere bildiği bilgileri paylaşma yetkisini beynimden alan dudaklarım. Çünkü ben demiş olamazdım. Neden Ege bana kopkoyu bakarken sarı lekeleri aramak yerine babamın adını aramıza set olarak koyacaktım ki? Koymazdım.

Gözleri zaten ortada olan ama benim görmeyi reddettiğim gerçeği anlamamı beklercesine açıldığında sırtımdan aşağı yayılan ürperti hissi arttı. Bedenimin kesik kesik sarsılmaları titremeye dönüştü. Tırnaklarım derimi aşıp etime ulaşmayı hedeflercesine bacaklarıma baskı uyguluyordu. Tüm bunlar benim dışımda ve benden bağımsız olurken zihnim kepenk indirmek ile meşguldü.

Görünür gerçeğin üzerindeki sis perdesi kalktığında ortaya çıkan pürüzsüz farkındalık ile sarsılan bedenimdeki kan akışı durdu.

Bülent İlgen... Babam... Ege'nin babasını yerle bir eden adam... Vural Amcanın bir suçlu, bir hırsız, bir hain gibi ülkeyi terk etmesine sebep olan adam... Ege'nin sahip olduğu her şeyi elinden alan adam... Babam!

Dudaklarım alamadığım nefesi alabilme umuduyla aralandığında gözlerim kararıyordu. Sanki biri içimden bir şey çekiyordu, bu ruhum olmalıydı. Uyuşma parmak uçlarımdan ayaklarımın altına ulaştığında Ege'nin bakışlarındaki hayal kırıklığı bir anlama ulaştı.

"E... Ege."

Aralanan dudaklarım yok olan algım ve hafızamdan bile sağ çıkabilecek tek ismi düşürdü dilimden.

"Sen," Sakinleşmeyi umarak ama asla başaramayarak arka arkaya derin nefesler aldı. "Sen bana ne yaptığının farkında mısın?"

Sesi eski bir zamandan çıkıp gelmiş gibi asılı kalmıştı üç adımlık bir çağ uzaklığımızda. Sesi hesap sormuyordu. Sesi bir yakarış taşıyordu. Ben... Ben Ege'ye bir şey mi yapmıştım? Gözlerindeki hayal kırıklığı benim yüzümden miydi? Ben sadece işleri yoluna koymayı çalışmıştım. Babasını kurtarmak için evi, babamın ofisini, şirketini, odasını didik didik etmem ile aynıydı bu da. Değil miydi?

Ege bana neden bir çağ uzaklıktan bakıyordu. Yaklaşsaydı...

Boynunda belirginleşen damar, artık kendini tutamayacağını bildiğim noktaya ulaştığını gösteriyordu. Derin bir nefes daha aldığında gözlerini kapattı. Kirpikleri örtülüyken de bir çağ uzaktaydı.

"Sen benim hayatımın içine sıçan adamın parasıyla mı kurtardın bu barı?" Gözleri etrafta gezdiğinde ensesindeki eli havalanıp boşlukta savrulmuştu.

Kaşlarını havaya dikti. Nerede duracağını bilemiyor gibi gözleri bir kere daha turladı barın içini.

"Bu barı." dedi, fırtına tonunda.

Sol elinin arkasında duran, masalardan birini alıp yana doğru savurduğunda yerimde sıçradım. Dudaklarım korkuyla, kepenk indiren zihnimden açıkta kalan bir kelime bulmayı umarak aralandı. Fırlattığı masa gürültüyle yere çarpmış ve kırılan birkaç parça tahta sahneye doğru sıçramıştı. Ege başka bir masayı arkasındaki masaların arasına savurup boş mekanın içinde gürültü ve toza dönüştürdüğünde yapabildiğim tek şey giderek artan titrememi bastırmak için tırnaklarımı bacaklarımın derisine geçirmeye devam etmekti.

Artık bütünüyle siyahtı bedeni, güneş tonundan geriye parıltı bile kalmamıştı.

Mekanın ortasındaki kargaşaya baktığımda Ege'nin bakışları üzerimdeydi. Barı mı parçalara ayırmak istiyordu yoksa beni mi, emin değildim. Bana yaklaşmayacak kadar kontrolünü elinde tutuyordu hala, masalar ise bedenim kadar şanslı değillerdi. Sağlam kalan birkaç masayı daha etrafa savurduğunda artık sınırı geçtiğimizi görebiliyordum.

Bar tezgahının üzerindeki tepsiyi sertçe çektiğinde içinde dizili duran bardaklar yere savruldu. Kırıklar etrafa saçıldığında artık söyleyecek bir şey bulmam gerektiğini biliyordum. Bilmek, kelimelerimi geri getirmiyordu.

"Ege." Korkuyla kısılan sesim bedenim gibi titrediğinde kasılan bedeni bana dönmek yerine tezgahın üzerindeki diğer bardaklara ve şişelere uzandı.

"Neyim ben senin gözünde?" diye bağırdı, yere saçılan kırıklardan sağlam kalan tek şişeyi elinde tutarak bana döndüğünde. "Acınası, aciz biri mi?"

Acınası... Aciz... Ege?

"Değilsin." dedim, olmadığını anlatmak için sıralamak istediğim cümleler benden kaçmıştı.

"Bir kere bile bana saygı duymamış o adamın... Babamı hileyle saf dışı bırakıp kendi gücüne güç katan adamın... Ailemi bir sığıntı gibi başka bir ülkeye kaçmak zorunda bırakan adamın... Abimin içindeki kötüyü körükleyen adamın... Parasıyla..."

Sustu. Öfkesi gözlerini aşmıştı, öfkesi bedeninden bağımsız yer kaplıyordu boşlukta.

Sıkılı yumruklarından birini ahşap tezgahın üzerine geçirdiğinde korkuyla bağırdım. "Ege, dur."

Yumruğunu bir kere daha geçirdiği yerde cam kırıkları vardı. Elini göremiyordum, kanamadığını ummak düşünebildiğim tek şeydi. Canı yanacaktı.

"Ege." Öne doğru tedirgin bir adım atıp tekrar durduğumda bana dönmemişti. "Canın yanacak."

Ellerini tezgahın üzerine yasladı. Cam kırıkları şimdi avuç içlerine batıyordu. Öptüğüm avuç içlerine...

"Bir kez olsun." dedi, kendini sıkarak. Konuşmak istemiyordu, susmak şu an yapmak istediği tek şeydi biliyordum. Kasılan omuzları, göğsünü tekmeleyen hızlı nefesleri, camların üzerine baskı uygulayan elleri ve içini yakan öfke susmasına engel oluyordu. "Düşünemezsin değil mi?"

"Ben sadece Kuzgun'u kurtarmak istedim. Ege, o araba benim." Öne doğru bir adım attım. Öfkesinin geçmesi için ne yapabilirdim? "Duruyordu öyle garajda, kullanmıyordum bile. Benim arabam. Senin için gözden çıkartamayacağım bir şey değildi. Araba işte, satılır alınır ne var bunda?"

Sol elini kaldırıp sertçe tekrar tezgaha vurduğunda yerimde bir kere daha sıçradım.

"Yeter!" Hızla bana döndüğünde avuç içlerindeki kırmızılık gözlerimi kapatmama neden oldu. Elleri kanıyordu.

"Yeter, bıktım senin şımarıklıklarından. Bıktım, bitip durmayan düşünmeden attığın adımlardan. Bıktım beni küçük düşürmenden."

"Bıktın?" diye sordum, gözlerim korkuyla açıldığında. Ağlamamam gerekiyordu. Gözyaşlarımdan da bıkmış olmalıydı.

"Babanın kim olduğunu mu unuttun Nora, babanın bana ve aileme ne yaptığını mı unuttun?"

"Benim arabamdı..." dedim, tutunabileceğim tek gerçeğe tutunmaya çalışarak.

Bana doğru atıldığında eli kolumun üstünü kavrayıp beni sertçe sarstı. "Sus artık." dedi, kopkoyu gözleri bir yabancıymışım gibi bakarken. "Bir kere olsun fark et, bir kere olsun sorumluluk taşı. Bir de sabah başka bir ülkede uyanmamaya çalış, olur mu?" Beni arkaya doğru itip kolumu serbest bıraktığında dudaklarım panikle aralandı.

Kimdi karşımdaki adam? Ege değildi...

"Söz verdim, unuttun mu?" diye sordum, hala bir yerde bulunan Ege'mi bulma umuduyla gözlerine bakarken.

"Tutarsın ya sözlerini..."

Yüzündeki alay yakıcı bir gülüşe dönüştüğünde Ege'mi bulmayı umduğum gözler kızardı. Kopkoyu bir kızarıklık...

Ege bana el gibi bakarken, dünyanın hala beni çiğneyip tükürmemesi büyük kabalıktı doğrusu. Tam şu an yok olsaydım, bir anlamı kalmamıştı var olmamın. Ege'nin beni tanımayan gözleri, bana da kendimi unutturuyordu. Ege bakmazken bana Nora gibi, kimdim ben?

Hiç...

Olsam olsam, Güz gibi ayrılık taşıyan olurdum...

"Bıraksaydın ben halletseydim ya da batsaydım olmuyordu değil mi? Çünkü Nora olmak her şeye burnunu sokmayı gerektirir, Nora olmak bütün boşluklardan sızmayı gerektirir, Nora olmak sınır ne demek bilmemeyi gerektirir."

Öfkesi fırtınayı mı körüklüyordu, fırtınası öfkesini mi çözemiyordum ama bildiğim bir şey vardı Ege şiirleri de unutmuştu. Unutmasa bilirdi... Aşk bir sızma halidir.* Nasıl sızmayacaktım ki boşluklarından, ben aşıktım, o değil miydi?

Öylece duruyordum, boşluklardan sızması men edilmiş bedenim ile. İki adımlık yer kaplayarak boşlukta, dünyada, Ege'de... Öylece duruyordum ve Ege devam ediyordu eline geçen her şeyi etrafa fırlatıp parça parça etmeye. Beni de fırlatmıştı, parçalanmıştım ama hala duruyordum işte yerimde. Demek ki parçalar içime dağılmıştı, dışım derli toplu kalmıştı. Bana derli toplu olmayı kimse öğretmemişti. Kimse odamı toplamam için bağırmamıştı, babam hep aklımı toplamam için bağırırdı. Toplayamazdım. Belki de odamı toplamadığım için dağınık kalıyordu aklım da... Keşke ben büyürken odamı toplamamı söylemek için orada olan bir annem olsaydı.

Bir önemi yoktu, Ege bana böyle bakarken zihnimin, bedenimin, kalbimin darmadağınık olmasının bir önemi yoktu. Benim bile bir önemim yoktu...

Söyleyecek bir şeyim de kalmamıştı, karşı duracak gücüm de. Başarabilecek olsaydım önce titreyen bedenimi durdururdum.

Kırmızılık artık sadece gözlerinde ve avuç içlerinde değildi. Bileğinde yoğun bir kırmızı vardı... Bileği mi kanıyordu?

"Ege..." dedim, telaşla. Söyleyebilecek başka hiçbir şeyim yoktu. Tek bir kelimem kalmıştı, üç harflik, o da adıydı.

Ege'nin gözleri benim dışımda her yerde konaklarken ona doğru hızla ilerledim. Adımlarımı bulabilmiştim, bu da bir şeydi...

Kanayan bileğini dikkatle avuçlarımın arasına aldım. "Kanıyor..." dedim, ilk kez fark ediyormuşum gibi ürkekçe.

Kanıyordu...

Ege bileğini sertçe çekerek parmaklarımın arasından aldığında kaşlarını çattı. Elimin içini kendime döndürüp parmaklarıma baktım. Kırmızılık bana bulaşmıştı.

Bahçe kapısı sertçe açıldığında "Ekin dur." dedi bir ses. Kapının açıldığında içeri doğru esen rüzgarla titreyen bedenime yeniden ürperti yayıldı.

"Nereye dur..." diye karşı çıktı sese başka bir ses. "Baksana şu ortalığın haline, darma duman olmuş etraf. Durayım da geri dönüşü olmayan laflar mı edilsin?"

Geri dönüşü olmayan laflar... Onlar çoktan edilmişti. Kontrol altına alınması gereken tek şey ise Ege'nin gözlerinde beliren, avuç içlerinden ve bileklerinden taşan kızarıklıktı. Biri akışkan kırmızıyı durdurmalı, kasılan bedenini tutmalı ve öfkesini dindirmeliydi. Ben yapamazdım, ben hiçtim. Kapı açıldığında rüzgar ile birlikte içeri giren iki kişi yapmalıydı. Ben ise... Ben ne yapmalıydım?

"Ege." dedi, endişe bulanmış sesle Ekin, tam karşısına geçtiğinde.

Kopkoyu gözler, görmesem de bildiğim kahverenginin bal tonuna öfkeyle döndüğünde "Suçsuzmuş gibi bakma yüzüme." dedi.

Bedenim kontrolden çıkmış gibi sarsılırken Sıla biraz daha yaklaşıp kolunu omzuma sarıp beni durduğum yerden ayırmadan kendine çekti. "Ekin," dedi korkuyla. "Buradan çıkması lazım..."

Ekin, yumuşak bir ifadeyle bakmasını umduğum gözlerini bana çevirdiğinde kahverengi hiç de bal tonunda değildi. Kızgın kahve tonundaydı.

Geriye doğru hızla bir adım attım. Sıla, Ege'nin kırmızılığını yeni fark etmiş olacak ki omzumu serbest bırakıp öne doğru atıldı.

"Kolun kanıyor." dedi, akışkan kırmızıya ellerini bastırmadan etrafından tutmuştu. "Cam mı? Ege bırak bakayım."

Ege'nin bakışları benim üzerimdeydi. Belki de parçalara ayrılmamış bir nokta bulmaya çalışıyordu. İşini yarım bırakmak mı istemiyordu? Bırakmamıştı. İçimde taş taş üstünde kalmamıştı. Merak etmesini gerektirecek bir durum yoktu. Sağlam tek nokta kalmamıştı.

Sıla elinde beyaz bir havlu bez ile Ege'nin yanında durduğunda bileğini yavaşça kavrayıp havluyu etrafına sardı. "Derin mi bir bakayım?" dedi, Ege'nin üzerimde duran bakışlarına dönerek. Ege kolunu çevirmese de Sıla, sardığı havluyla tutarak kendine doğru çevirip dikkatle inceledi.

Ege tanımadığım gözlerini gözlerimde tutarken "Çıkart onu buradan." dedi.

Onu...

"Kendini de..."

"Fırtına."

Ekin'in sesindeki uyarıyı anlayacak kadar aklım yerindeydi hala. Nasıl olmuştu da orası paramparça olmamıştı? Korktuğum ne varsa karşımdaydı işte. Kafamın içindeki sesler bile mi ürkmüştü Fırtına'dan? Kaç şiddetindeydi? Şehirde, geriye dönülecek yer kalmış mıydı? Ege'nin gözleri bir kere daha bakar mıydı bana huzurlu ve aşık? Bakmazdı...

İşte şimdi fazlalıktım dünyada. İşte şimdi haybeyeydi her şey.

Ege, hala Sıla'nın ellerinin arasında olan bileğini sertçe çektiğinde Sıla şaşırarak bir adım geriledi.

"Hadi Nora, Nora..." dedi omuz silkerek Ekin'e döndüğünde. "Bir gün olsun önünü arkasını düşünmedi attığı adımın. Bu tam onun yapabileceği boyutta bir sınır ihlali. Peki, sen?"

"Sıçtığımın barını abin olacak dangozdan kurtarmamız gerekiyordu, kurtardık Ege. Dönelim günler önceye, ne gerekiyorsa yine yaparım. Ben yapamıyor muyum, kim yapabilirse onu bulurum. Senin şerefsiz abin, belinde silah olan adamlarla mekanı basacak, bar diye tutturacak biz de seni onlara yem mi edeceğiz?"

"Siktir git Ekin."

"Olur giderim. Senin barın elinde, evin güvende olsun. Ben siktir olup giderim."

"Barım..." dedi Ege bağırarak. "Benim barım."

Tezgahın kenarından hızlı adımlarla ilerleyerek yanıma ulaştığında Sıla kolumu tuttu. "Nora, çıkalım."

Nereye çıkacaktım? Ayaklarımın sabitlendiği bu iki adımlık yer dışında, dünya üzerinde bulunabileceğim başka bir yer mi vardı. Çarpma ve kırılma sesiyle irkildiğimde Sıla "Ege." diye bağırdı. Tepki vermeyi tam olarak hangi noktada bıraktım bilmiyordum ama artık dudaklarımdan adı bile dökülmüyordu. Ege içkilerin olduğu rafı yere saçarken Ekin yanına ulaşıp onu çekmeye çalıştı. Çalışmamalıydı... Ekin'i tezgaha doğru ittiğinde Ege'nin artık öfkesinin kontrolü yitirdiğini onların da anlaması gerekiyordu. İçimden bir yerden bir çığlık yükseliyordu, keşke dudaklarım bu kadar kenetli olmasaydı da onlar da haykırsaydı aynı sesi.

"Herkes unuttu," dedi Ege, Ekin'in tişörtünün yakasını kavrayıp tezgaha sırtını iyice bastırırken yumruk yaptığı elini havada tutuyordu. "Sen de mi unuttun? O herifin parasını burayı kurtarmak için kullanırken, sen de mi unuttun kim olduğunu? Babama ne yaptığını? Bana ne yaptığını?" Yumruk yaptığı eli çözülüp o da Ekin'in yakasından tuttuğunda öne doğru eğilip "Sen de mi unuttun?" diye bağırdı.

Sıla kolumu bırakıp önümden geçerek onlara doğru yürüdü, o sırada bahçe kapısı bir kere daha açıldı. İçeri girenin kim olduğunu tezgahın arkasına ulaşana kadar görmemiştim. Tunç Ege'yi kollarından tutarak geri çektiğinde bir an için bana döndü.

"Ekin," dedi sakin bir sesle. "Kızı çıkart."

Ekin sırtını tezgahtan kaldırdığında Ege'ye baktı. "Unutmadım." dedi. "Senin unuttuğun bir şey var ama en yakın arkadaşının başı dertteyse bazen şeytanla anlaşma yaparsın. Bazen, bazı sonuçları göze alırsın. Gururun incindi, öfkelisin, sinirini çıkartmak istiyorsun anladık. Kır dök, öfken dinsin ama sakın, sakın bu kez kendinle sınama Ege."

"Çıkın dışarı." dedi Ege kırık şişelerin olduğu rafa Sıla'nın havlu ile sardığı elini savurarak. Elini rafa sertçe çarpmıştı. Sıla'nın çığlık atan sesini duyduğum an eli görüş açımdan çıkıp aşağı inmişti. Ekin, öne doğru atılıp Ege'yi tuttuğunda dudaklarından süzülen küfürü duymamıştım, bir şeyler mırıldanmaya devam etti.

"Ekin." diye bağırdı Tunç, gözleri üzerimde sabitken. Neden bağırıyordu?

Ekin'in kızgın bakışları bana döndüğünde gözleri açıldı. "Siktir." Sıla'nın dudaklarından benzer bir kelime ve minik bir çığlık daha duyulduğunda Ekin bana doğru ilerledi.

"Nora bana bak." dediğinde ona bakıyordum zaten.

"Nora..." dedi Sıla panikle. "Nora, canım..." Kolunu bu kez iki yandan omuzlarıma yaslamıştı. "Bir şey yok, korkma, bir şey yok."

Korkuyor muydum? Etraftaki ışık neden bu kadar yoğundu? Gözlerim yanıyordu. Sıla hemen yanımda durmadan bir şeyler söylüyordu, duymuyordum. Nasıl duymazdım? Ekin bana doğru yaklaştı. Bakışlarım etrafta hızla gezinmeye başlamıştı. Midem bulanıyordu? Midemin bulanması için doğru bir anda mıydık ki, neden midem bulanıyordu? Bu kez ruhum değildi benden çekilen, yerdi. Yer ayaklarımın altından çekiliyordu. Kapladığım iki adımlık alan bile fazlalık yapmıştı işte dünyada. Yer bile sakınıyordu kendini benden. Sığacak, sığınacak bir noktam kalmamıştı. Bir ses duydum. Çarpma sesi. Sağ kolumun dirseğinde bir sızı, başımın arkasında bir ağrı. Adımı bağırdı bir ses. Sonra bir kez daha... Gözlerim ışığı seçiyordu hala, yüzler neden birer kimliğe bürünmüyordu? Biri beni daha sert sarstı, boşa uğraşıyordu, bedenim dakikalardır şiddetle sarsılıyordu zaten.

🌸

Ayaklarım havuzun içinde bir öne bir arkaya sallanıp su sıçratırken Sıla yanıma oturup elindeki renkli koktleyli bana uzattı.

"Güneşin en tepede olduğu bu saatte burada oturmuş ne yapıyoruz demiştin Nora?" dedi, oyuncu bir sitemle. Burada ne yaptığımızı çok iyi biliyordu. Üstelik daha Mayıs ayındaydık, o kadar da sıcak değildi.

Ege, Ekin ve Mert ile havuz voleybolu oynuyordu. Ege'nin yanında olma şansı yakaladığım an fırsatı kaçırmıyordum. Kendime engeller koyuyor, geri durmaya çalışıyordum ama asla başaramıyordum. Ne zaman yanıma gelse, gözlerinin içinde beliren diğer renkleri çözmeye çalışıyordum. Öğlen güneşinde başka bir renk oluyordu, akşam güneşinde başka... Kapalı alanda bambaşka... Gözleri çok güzeldi, güldüğünde kısılan kenarlarında oluşun minik çizgilerde henüz parmak uçlarım hiç gezinmemişti. Bunu yapmak kesinlikle notlarım arasındaydı. Ege'nin ailesi bir süreliğine yurt dışına çıkmıştı ve ev bütünüyle bize kalmıştı, tabii havuz da. Ekin fırsat bu fırsat diyerek, lisede adını bilen ne kadar insan varsa bahçeye toplamıştı. Sıla ve ben de o kişilerin arasındaydık... Samimiyetimiz günden güne ilerlemiş ve artık beş kişilik bir grup olmuştuk. Sıla çoğu zaman bu duruma somurtsa da Mert ile filmlerden konuşmayı sevdiğini biliyordum. Ege ile ise daha çok felsefe, mitoloji, edebiyat konuşuyorlardı. Ege'nin ağzından çıkan her ismi, her kitabı sonra Sıla'ya didik didik soruyor, hepsini tek tek öğreniyordum. Babam görse gözleri yaşarırdı. Çok sevgili babamın beni gördüğü olmadığı için yeni arkadaş grubumdan henüz sadece Sıla'yı tanıyordu ve yaptığı tek yorum aklı başında bir kız olduğu üzerineydi. Muhtemelen 16 yıldır yanımda gördüğünde takdir ettiği tek insan Sıla'ydı.

Plastik top ayaklarımızın hemen önüne düştüğünde ayağımla itmek yerine eğilip kucağıma aldım.

"Fırlat topu." diye bağırdı Ekin.

"Gel de al." dedim, topu Sıla ile aramızdaki boşluğa bırakarak.

"Kızım atsana topu." diye huysuzlandığında keyifle güldüm.

Sıla oyuncu tavrımı görmezden gelip içeceğinden uzun bir yudum alarak dirseklerinin üzerinden arkaya yaslandı.

Ege, batmak üzere olan güneş ışığının aydınlattığı ıslak saçlarını karıştırıp başını eğerek gülümsedi. Ben ona böyle bakarken, beni nasıl görmüyordu? Mert, oturduğumuz kısma doğru yüzdüğünde elimdeki bardağı bırakıp topu alarak ayaklandım. Ekin, ellerini beline koymuş bana kızgın bakmaya çalışıyordu ama gülümsediğim için o da dayanamayıp gülmüştü.

"Keseceğim ama artık topunuzu." diye bağırdım Mert yanımıza ulaştığında Ekin ve Ege'ye de duyurmak isteyerek.

Ekin de öne doğru biraz yüzüp yaklaştığında dudaklarını sarkıttı. "Nora, hadi at." dedi, sesini sevimli bir tona büründürüp.

Ekin'in bebek suratına gülerken bakışlarım birkaç metre arkasında, sırtını havuzun kenarına yaslayıp konudan kopmuş Ege'ye kaydı. Neden bana bakmıyordu? O isteseydi verirdim toplarını geri. Neden istemiyordu?

Yanına son sınıflardan bir kız yaklaştı. Ege kıza gülümsedi. Bana bakmadığı gözlerini kızın gözlerine dikti ve gülümsedi. Kız bir şey söylediğinde Ege kaşlarını kaldırdı. Kız biraz daha yaklaştı, Ege bulunduğu yerden ayrılmamıştı ama artık gülümsemiyordu. Kız ne söylüyordu? Ege'nin bakışları yukarı doğru kayıp beni bulduğunda kaşlarımı çattım. Başparmağı ile dudağının altını yavaşça kaşıdı. Havuzun içinde duran elini çıkartıp ensesindeki saçları dağıttı.

"Nora," dediğinde Ekin, elimde hala sıkı sıkı tuttuğum topu havuzun ortasına doğru fırlattım. Kıza ya da Ege'ye gelmemişti ama sıçrayan sudan nasiplerini aldıklarını umuyordum. Havuzun içine bir kez daha bakma gereği duymadan çıplak ayaklarımı sıcak zemine çarpa çarpa mutfak girişine ilerledim.

Aşağı inen merdivenleri hızlı adımlarla tamamlayıp Ege'nin odasına girdiğimde yatağın yanına yürüyerek girişe bakmayan kısmında yere oturdum. Bacaklarımı kendime çekip etrafına sarıldığımda Ege'nin yere uzanan siyah perdelerinin yarattığı karanlığın sağladığı gizlenmişlikle sakinleşmeye çalıştım.

Ben gözlerimi bir an olsun ondan ayırmıyordum ve o başka bir kıza gülümsüyordu. Ben o benden tarafa bir saniye bakacak diye her an tetikte duruyordum ve o başka bir kıza gülümsüyordu. Ben saçlarımı bugün üç kere bozup baştan yapmıştım ve o başka bir kıza gülümsüyordu.

Kollarımı göğsümde bağlayıp ayaklarımı perdelere doğru uzattım. Yokluğumu fark etmemişti bile...

Başımı yatağın kenarına yasladım, ellerimi karnıma bırakıp gözlerimi kapattım. Şarkı söyleyip kendimi sakinleştirmem gerekiyordu. Kimsenin fark etmediği yokluğuma bir anlam yüklemesini istemezdim, öyle değil mi? Alt tarafı güzel gözleri vardı, ne olacaktı sanki, hayatımın aşkı falan mı? Aşk... Birini terk etmeme yol açabilecek bir duyguydu, neyse ki şanslıydım, terk edecek kimsem yoktu. Annemin aksine...

"Bugün hava sıfırın altında on.

Seni düşündüm ama bence bu son.

Mesela... Sen hiç kardan adam yaptın mı?

Basılmamış kara bastın mı?

Ve üzülmek için çaldın mı bir kış şarkısı?"

Karnımda duran ellerimi kendime biraz daha sarıp, normalden daha da incelttiğim sesimle şarkıya devam ettim.

"Bugün moralim sıfırın altında on.

Seni özledim ama bence bu son.

Mesela... Sen hiç buza basıp kaydın mı?

Eldiven ve atlı aldın mı?
Ve üzülmek için çaldın mı bir kış şarkısı?"**

"Yaz şarkısı çalmamız daha doğru olmaz mıydı?" diye sordu, şarkımı bölen ses.

Kirpiklerim araladığında Ege tepemde dikilip kaşlarını kaldırmış bana bakıyordu. "Ne yapıyorsun burada?" diye sordu, gülümsemesi dudaklarını kıvırırken. Onu eğlendiriyor muydum şimdi de? Ne hoş.

"Saklanıyorum." dedim, ondan saklandığım gerçeğini yok sayarak.

"Bulunmak için mi şarkı söylüyordun?"

Kaşlarım kıvrılırken dudaklarım aralandı. Öyle mi yapıyordum? Gülümsemesi büyüdü, büyüdü, beni ele geçirdi. Bulunmuştum. Beni bulmuştu... Artık her şarkı söylediğimde, beni bulacak mıydı?

Öne doğru uzattım bacaklarımın üzerinden geçerek sol tarafıma oturup sırtını yatağa yasladı. "Sesin güzelmiş."

"Senin de gözlerin güzel," dedim tepkiyle. "Ben fikir belirtiyor muyum?"

Kaşları haylaz bir ifadeyle havalanırken dudağımın içini ısırdım. Evet, biraz önce belirtmiştim.

Dudakları araladığında yüzündeki haylaz ifade kocaman bir gülümsemeye dönüştü. Dili üst dişinin altında belli belirsiz gezinirken bakışlarımı dudaklarından çektim. O dudaklar biraz önce başka bir kıza gülümsüyordu.

"Neden burada saklanıyorsun?" diye sordu gözlerini yüzümden ayırmadan.

"Neden o kıza gülümsüyordun?" diye sordum, gözlerimi ışığın sızmadığı ortamda hangi renge büründüğünü incelemek için gözlerine dikerek.

"Kaba biri olmamaya çalıştığım için. Senin sıran." Gülümsemesi biraz daha büyürse, dayanamayıp gözlerinin kenarlarında beliren minik çizgileri öpecektim.

Omuz silktim. "Sadece merdivenlerden indim ve hop, buradaydım."

Etrafa bakındım. Burada daha önce bulunmamıştım. Alt kat bütünüyle onun odasıydı. Yatağın olduğu kısım, diğer yerlerden ayrılıyordu. Yatağın en karşısındaki duvar boydan boya kitaplıktı. Ona birleşen duvara ise çalışma masası yaslıydı. Kitaplığın yanında, pencerenin önünde büyük siyah deri koltuk duruyordu. Merdivenlerin bağlandığı kısımda ise bateri ve kum torbası vardı. Tek katlı bir ev gibiydi odası.

"Sana ne söyledi?" diye sordum asıl konuya dönerek.

"Yarın doğum günü varmış," dedi, başını yana doğru eğdiğinde yüzündeki haylaz gülüşün kırıntısı dudağının kenarında kalmıştı. "Bir davet veriyorlarmış. Onunla gitmemi istedi."

"Sen de odana geldin çünkü takım elbise seçmen gerekiyor?" dedim kaşlarımı kaldırarak.

"Şarkı söylüyordun, geldim..." dedi, koyu bir kıvam alan gözlerinin içi gülerken.

"Hadi oradan," diye karşı çıktım. "Havuz başından sesimi mi duydun?"

Bir bacağını diğerinin üstüne yasladığında üzerindeki siyah şort mayoya baktım. Kurumuş görünüyordu. Üzerine giydiği tişörtünün göğsü ve sırtı nemli olmalıydı. Üşür müydü? Henüz daha yaz gelmemişti, hava o kadar da sıcak değildi aslında. Üşürse üşüseydi... Neydim ben, annesi falan mı?

"Sıla seni merak etti." dedi, omuzlarını bana döndürerek. "Ben de bakmaya geldim."

"Sıla merak etseydi mesaj atardı..." dedim telefonu bulmak için elimi parkenin üzerine attığımda. Kaşlarım çatıldı. Hızla etrafa bakındım. Telefonum yoktu.

"Neyse..." dedim, nefes vererek. Neden o etraftayken sürekli aptalca tepkiler veriyordum?

Dirseğini yatağa dayayıp yumruk yaptığı eline yanağını yasladı. Yüzünde hoşnut, rahat, huzurlu bir ifade vardı. Gülümsemesi yüzünde asılı kalmıştı, sanki dudakları düz dururken bile gülümsüyordu. O da biliyor muydu acaba, gülünce ne kadar bakılası olduğunu? Hakkında çok az şey biliyordum. Adı zihnime, kalbime, içime düşeli birkaç ay olmuştu alt tarafı. Daha gözlerinin gün ışığına ve kapalı ortamlara göre değişen renklerini saptamaya uğraşıyordum. Hep böyle mi bakıyordu acaba tasasız, rahat, sığınak gibi?

Telefonunu şortunun cebinden çıkartıp karnına ekranı silerek kuruladıktan sonra bana uzattı. Muhtemelen cepleri tamamıyla kurumamıştı, ekranın üzeri de bu sebeple nemlenmişti. "Sıla'ya seni bulduğumu yazabilirsin." Dudakları kıvrılmış, kıvrılmış, elmacık kemiklerine taşan bir gülüş ile kaplanmıştı.

"Hoşuna mı gidiyor?" diye sordum, kollarımı göğsümde bağlayarak.

Kaşlarını kaldırıp telefonu ikimizin arasındaki boşluğa bıraktı. "Ne, hoşuma mı gidiyor?"

"Beni bulduğunu söyleyip durmak?"

"E ama buldum." dedi, takdir edilmeyi bekliyormuş gibi.

Hızla yerimden kalktığımda bunu bekliyormuş gibi o da ayaklandı.

"Sen kendine takım elbise mi seçiyorsun, o son sınıftaki kızın doğum günü için hediye mi bakıyorsun internetten ne yaparsan yap, ben gidiyorum."

Yatağın kenarından dolanmak için öne doğru bir adım attığımda eli bileğimi kavradı.

"Nora..." dedi, adımı sesinde ilk kez duyduğum bir ton ile.

Beyaz elbisemin uçuş uçuş olan etek kısmına indirdim bakışlarımı. Bileğimi saran parmaklardan içime sızan sıcaklık hissi ile gözlerimi kapattım. Göğsüme çarpıp duran kalbim olamazdı değil mi? Alt tarafı güzel gözleri vardı, neden bu kadar dengemi bozuyordu?

Bir adım yaklaştığında bileğimi saran parmakları avuç içlerime kaydı. Dudakları saçlarıma değiyordu. Derin bir nefes aldığında nefesimi tuttum. Bana dokunmaktan çekiniyormuş ama bir yandan da bana çekiliyormuş gibiydi.

"Bir şey daha öğrendim." dedi, nefesi elbisemin açık bıraktığı sırtıma değerken. "Sümbül kokuyorsun."

Tuttuğum nefes göğsüme tekleyerek dışarı vurduğunda elimde olmadan gülümsedim. Aslında sümbül, süsen, biraz pembe meyve ve yanlış hatırlamıyorsam yasemin kokuyordum. Teşekkürler, Chanel Chance.

"Hakkımda bilgi topladığını bilmiyordum." dedim. Parmakları avuç içlerimde, burnu saçlarımın arasında ve göğsü hemen sırtımın arkasında durmuyormuş gibi.

"Biz tanışalı ne kadar oldu?" diye sordu, göğsü hala sırtıma değmiyordu, kendimi geriye doğru itmemek için zor tutuyordum.

"Dört." dedim fısıltıyla.

"Aklım dört aydır başımda değil yani..." dedi, gülümseyen sesiyle.

Ve yaptım, kendimi ona doğru ittim. Avucumun içinde durmayan eli belimi sardığında dudakları saçlarımın arasında kayboldu.

Hızla ona doğru döndüğümde bir an için afalladı. Belimdeki kolu aramıza düşmüştü, avcumun içindeki parmakları ise yeni bir yerleşke bulmuşçasına bulundukları yeri işaretliyorlardı.

"Bu," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Bu ne demek?"
Benden çözmemi bekleyemezdi, söylemek zorundaydı. Belirsizlik kırışıklıktan başka bir şey yapmazdı. Bana söylemek zorundaydı. Parmak uçlarının neden avuç içlerimde minik dokunuşlar bıraktığını söylemek zorundaydı. Şu an tenimde olan parfümü hayatımın sonuna kadar kullanmak zorunda bırakmıştı beni, bana neden böyle sarı lekeli baktığını da o söylemek zorundaydı. Sarı lekeli... Gözlerinin içindeki minik noktaların rengini çözmüştüm işte. Sarıydı...

"İlkyaz kendiliğinden,

Sana hiç sormadan gelir.

Dokunsan uçar gider."

İkimizin arasında duran eli, boşlukta kalan elimi kavradığında, avuç içlerimin ikisi de ona teslim olmuştu. Dudaklarından dökülen şiiri hafızama kazımayı umarak nefesimi tutarak onu dinledim.

"Az önce buradaydı,

Bir kelebeğin kanadında,

Bir demet çiçek gibi,

Dalın üstündeydi gördüm.

Bir yapraktan süzüldü,

Dağıldı suyun parlak yüzünde,

Sonra yayıldı yere,

Az önce buradaydı.

Aşk da ilkyaz gibidir...

Yaşadığın yerde vardır,

Aradığın yerde yok."***

Gözleri, gözlerime ilk kez böylesine yoğun bakarken ben şiiri ruhuma iliştirmek ile meşguldüm.

"Sen," dedi parmak uçları avuç içlerimde minik dokunuşlar bırakırken. "Sen ilkyazsın Nora."

Gözlerimi kapattım. Bu anı unutmak istemiyordum. Belli ki o sonbahar anlamına gelen ikinci adımı unutmuştu. Ben de unutmak istiyordum. Güz olmak soğuktu, soluktu... İlkyaz olmak istiyordum. İlk aşk gibi... Ege, güneş tonundaydı. Ona ilkbahar yakışırdı, güz değil. Işıltılı bir bahar olacaktım ona.

Parmak uçlarımda yükseldim. Dudaklarına ilk öpücüğümü bıraktım. İlk aşkın mührünü taşısın, bana ilkbahar olmayı öğretsin, ilkyaz olayım diye...

🌸

"Ege." dedim mırıltıyla.

Kirpiklerim havalanmak için fazla mı yorgunlardı, gözlerim açılmıyordu.

"Uyandı." dedi tanıdığıma emin olduğum bir ses.

"Doktora haber vereyim." dedi aynı tanıdıklıkta olan bir başka ses.

"Canım." dedi biri koluma dokunup. "Serum takılı kolunda, bittiğinde gideceğiz eve."

Ev... Ne güzel kelimeydi. Keşke sahip olsaydım o anlama gelen bir yere.

Kirpiklerim yavaşça açıldığında beyaz ışık gözlerimi sızlattı. Koluma dokunarak benimle usulca konuşan kişi Sıla'ydı. Keşke şimdi ona her şey için teşekkür ederim, anlamına gelen bir gülümseme sunabilseydim.

"Serum bitince gidebilirmişiz." dedi duygudan arınmış diğer ses. Ekin olmalıydı...

Gözlerim ışığın verdiği huzursuzluk hissi ile kısıldı. Midem kasılıyordu. Kusmak istemiyordum. Kusmak beni her şeyin başına götürecek diye korkuyordum. İlaç kokusu, dört duvar, seanslar, seanslar, seanslar... İstemiyordum.

Sıla yatağın kenarına oturduğunda gözlerim sonunda odağını sağlayabilmişti. Yatağın iki kenarında duran avuç içlerimi yüzüme çevirip ellerime baktım. Sanki yıllar öncesine değil de şimdiye aitti parmaklarından sızan dokunuşlar. Rüya mıydı gördüğüm? Anılarım ile mi vedalaşıyordum yoksa? Beni bırakıp gitmeye mi hazırlanıyorlardı?

"Aklından ne geçiyordu?" diye sordu uzağımda duran ses.

"Ekin." diye uyardı onu yakındaki ses.

Gözlerimi avuç içlerimden çektim, Ege'nin parmak uçları çok uzaktaydı.

Yerimde doğrulmaya çalıştım. "Gitmek istiyorum."

Nereye gidecektim?

"Serum bitsin, sonra." dedi Sıla, koluma yavaşça dokunarak. "Yat hadi."

"Dışardayım ben."

Ekin kapıya doğru yürüdüğünde dudaklarımı birbirine bastırdım. O da vazgeçmişti benden, en yakın arkadaşı gibi.

Yerimden kalktım, kolumdaki serumun girişini sabitleyen bandı çekerek çıkarttım. Ayaklarım taş zemine değdiğinde Sıla da kalktı. "Canım, bir doktoru görelim."

Çantam, ayakkabılarım, ceketim neredeydi bilmiyordum. Elbisemin toplanan kısmına avuç içlerimi bastırıp aşağı çekerek düzelttim. Eşyalarımı bulmaya çalışmak yerine çıplak ayaklarımı sürüyerek odadan çıktım.

Ekin kapının önünde yoktu, dışarıda olmalıydı.

"Nora..." dedi topuk sesleri bana yaklaştığını kanıtlayan Sıla. "Çıkışını yaptırıyorum Ekin'in yanında bekle beni."

Otomatik kapı iki yana açıldığında yüzüme vuran soğuk hava belki biraz olsun aklımı odaklanmamı sağlardı. Ne yapacaktım, nereye gidiyordum?

Ekin'in kırmızı arabası girişin çaprazında diğer arabaların yanında duruyordu. Ekin, arabanın arkasına yaşlanmış telefon ile konuşuyordu. Ege'nin kırmızı bulaşmış ellerini ve kolunu hatırladığımda kaşlarımı çattım. Onu neden hastaneye getirmemişlerdi?

"Ege?" dedim hızlı adımlarla Ekin'e doğru yürürken.

"Arabaya bin." dedi sadece. Gözlerini yüzüme çevirmemişti, telefon ekranına bakıyordu.

"Ege iyi mi?" diye sordum birbirine vuran dişlerim yüzünden titreyen sesimle. Çenem neden sallanıyordu? Üşüyor muydum?

"İyi, yok bir şeyi. Bin arabaya bekle, Sıla gelince seni evine bırakırız."

Evime...

Kendi evine değil, Sıla'ya değil, Ege'ye değil... Evime.

"Senin derdin ne?" diye sordum yenilmiş bir sesle.

"Derdim falan yok, geç bin şu arabaya."

"Binmiyorum." diye bağırdım nedenini asla kestiremediğim bir şekilde.

"Nora, şu an kendimi gerçekten zor tutuyorum. Sus bin şu arabaya."

"Tutma. Ne söyleyeceksen söyle işte duruyorum karşında."

Yerinden dikleşti, ellerini yüzüne kapatıp sertçe bastırdı. Derin derin nefes alsa da hala ağzından tek kelime dökülmemişti.

"Sen Aybars'tan nasıl para istersin Nora?" diye sordu, ellerini ensesinde birleştirerek. "Sen bana o adamdan nasıl çek aldırırsın. Farkında mısın ne yaptığının?"

Bu muydu derdi? Aybars'tan para almak zorunda kaldığı için zedelenen gururu muydu?

"Orada değilmişsin gibi konuşma. Yağız, belinde silah olan adamlarla geldi. Silah Ekin, silah. Sen hiç dolu silah gördün mü daha önce?"

"Ne yapacaktı, kardeşini mi vuracaktı, saçmalama. Şov peşindeydi her zamanki gibi, aldı parasını gitti tıpış tıpış."

Ona doğru bir adım attığımda çıplak ayaklarımı yeni fark etmiş olacak ki yere bakarak kaşlarını çattı.

"Aldı parasını öyle gitti. Durduğumuz yerde 100 Bin bulamazdık değil mi? Aybars ya da bir başkası... Yağız söz konusuyken sizin saha kavgalarınızın peşine mi düşecektik Ekin?"

Kaşlarını kaldırdı, bana doğru yürüyerek boynunu eğip boy farkımızı azalttı. "Bu kadar mı körsün, basketbol mu sanıyorsun mevzuyu ya da gururum? Ege diyorum, Ege! Bunu duyduğunda ne olacak hiç mi düşünmüyorsun? O bar yansa Aybars izlerken içkisini yudumlar, yardım etmek istediğine mi inanıyorsun? Yarın bir gün hisse talep etmeyeceğini nereden biliyorsun?"

"Hisse?" Kaşlarımı kaldırdım. "Asıl kör olan sensin. Behçet Börklüce adamın dedesi, Kuzgun'dan ne hissesi talep edecek? Adlarını bar ile anmayalım diye bir 100 Bin daha verirler."

"Baban gurur duyar ama soyadının Kuzgun ile anılmasından?"

Kollarımı göğsümde bağladım. Başım dönüyordu, sabit durmak için dikleştim. "Bunu mu yapacaksın Ekin? Buradan mı vuracaksın?"

"Aklım mantığım almıyor Nora. Aybars'ı bu işten nasıl temizlersin bilmiyorum ama temizleyeceksin. Ege haklı, artık yaptıklarının sorumluluğunu almak zorundasın. Sürekli arkanı toplayamayız. Sürekli arkanı toplamak için yanında ola..." Birden sustuğunda bakışlarını benden çekip başını yana çevirdi.

Gün ağırmak üzereydi. Güneş doğacak ama bu kez iyileştirmeyecekti. O kadar çok düşüp duruyordum ki Ekin kanayan dizlerime üflemekten yorulmuştu. Haklıydı. İki seçenek vardı ya artık düşmeyecektim ya da kanayan dizlerimi kendime saklayacaktım. Artık gitmeliydim, artık evime -orası neresiyse- kendim gitmeliydim. Babam haklıydı, Ege haklıydı, Ekin haklıydı... Üçü de benden bir bütün edememişlerdi. Eksik kalmıştım, tamamlanmamış gibi de değil, üzerimde başarısız olunmuştu. Kimsenin artık benimle uğraşacak sabrı kalmamıştı.

"Nora Hanım," dedi Ekin ile aramızda büyüyen mesafeyi bölen ses.

Başımı çevirmeme gerek yoktu. Omuzlarıma bir ceket bırakılmıştı, kokusunu tanımadığım birine ait olan. Sıla yanıma ulaştığında gözleri benim ve Ekin'in üzerinde gidip geldi. "Nora, ayakkabıların." dedi elinde tuttuğu eşyalarımı göstererek. Barış benim yerime Sıla'nın elinde duran poşeti ve çantayı aldığında tekrar "Nora Hanım." dedi. Doğru ya, benim yakın korumam vardı. Kimsenin beni evime götürmesine gerek yoktu, o bu iş için gerekli talimatları babamdan alıyordu. Bülent İlgen'den...

Sıla'ya döndüm, ona doğru bir adım atıp sarıldım. "Teşekkür ederim." diye fısıldadım.

Neden diye soran gözlerine bakarken gülümsemeyi umdum, nasıl yapıldığını unutmuş olmalıydım. "Ege'nin evlerindeki partiye benimle geldiğin için, teşekkür ederim."

Bir şey söylemek için dudaklarını açsa da şaşkınlıkla kapattı. Bakışları Ekin'e döndü, benden tarafa bakmamak için başını yana çevirmişti. Ona da teşekkür etmek isterdim, sadece Ege'ye en yakın arkadaş olmadığı için.

"Görüşürüz."

"Seninle geliyorum ben." dediğinde Sıla, öne doğru attığı adım elini kavrayan el ile yarım kaldı.

"Gerek yok," dedim sonunda gülümsemeyi başararak. Her ne kadar bunu yapmak akmak için bekleyen yaşları tetiklese de, gülümsemeyi başarmıştım. "Konuşuruz sonra."

Sıla kaşlarını kaldırıp Ekin'e baktığında bir soruna daha yol açmayı kaldıramayacağım için hızla arkamı dönüp ben hareketlendiğim an önümden yürümeye başlayan Barış'ı takip ettim.

Siyah, uzun arabanın yanına ulaştığımızda Barış ön kapıyı açıp binmem için bekledi. Koltuğa oturduğumda kapıyı nazikçe kapatıp elindeki eşyaları arka koltuğun kapısını açıp içeri bıraktı. Sürücü koltuğuna yerleşmesini beklerken zihnimde yükselmek için bekleyen sesleri geri püskürtmeye umarak radyoyu açtım. Barış arabayı çalıştırdığında başımı koltuğa yaslayıp camdan dışarı bakarken hiçbir şey düşünmemeyi umdum.

*Meral Okay
**Nil Karaibrahimgil, Kış Şarkısı
***Afşar Timuçin, İlkyaz Gibi

Continue Reading

You'll Also Like

OĞLANCI | BXB By Lord

General Fiction

2.9M 215K 51
{Tamamlandı} {texting-düz metin} Ablasına asıldığını düşündüğü adama atar mesajı atan liseli bir çocuk en fazla ne kadar absürt fakat bir o kadar da...
RUH-U REVAN By İ.

Teen Fiction

6K 372 5
Her yeni şehir, aynı zamanda yeniden doğuş anlamına gelir. Savcı Dilşah Sancak, yıllar önce babasını kaybetmesine sebep olan, çocukluğunun geçtiği M...
4.4K 289 44
Kalbi Al Bayrağın ufkuyla battığı yönde doğmuş bir Nebula. Yüreği aşık, yüzü ak, elleri nasır, gözü keskin... Vatan için doğmuş bir üniforma aşığı...
32.2M 1.9M 39
Yaşıyorduk, işkence çekiyorduk, idam ediliyorduk, köle gibi çalıştırılıyorduk, susuyorduk, çığlık atıyorduk ama hepsinin sonunda sesli ya da sessiz b...