İLKYAZ

By iremmipelin

1.2M 69.6K 30.7K

Geri döndüm. Tek tek söküp attığım ne varsa, üstüme bir bir diktim de döndüm. Kalbime geri döndüm. More

Öndeyiş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bonus 1
Bölüm 7
Bonus 2
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bonus 3
Bölüm 13
Bonus 4
Bölüm 14
Bölüm 15
Bonus 5
Bölüm 16
Bonus 6
Bölüm 17
Bonus 7
Bölüm 18
Bonus 8
Bölüm 19
Bölüm 20
Bonus 9
Bonus 10
Bölüm 21
Bölüm 22
Bonus 11
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bonus 12
Bonus 13
Bonus 14
Bölüm 26
Bölüm 27
Bonus 15
Bölüm 29
Bölüm 30
Bölüm 31
Bonus 16
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bonus 17
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bonus 18
Bonus 19
Bölüm 44
Güz Geçer
Bonus 20
Bölüm 45 • Final

Bölüm 28

16.8K 884 198
By iremmipelin

Kasanın olduğu dolabın önüne geçtiğimde kapıya doğru hızla bir kez daha baktım. Babamın evde olmadığı herhangi bir saat diliminde odasını karıştırmak çok daha mantıklı olurdu. Mantık... Biz kendisi ile pek yakın tanışmıyorduk. Daha Mert ile buluşup galeriye gidecektim ve mantıklı olacak vaktim yoktu. Dolabın kapağını açtığımda dizlerimi yere yaslayarak oturdum. Şifreyi biliyordum, doğduğum gün, ay ve yılı içeren sayılardan oluşuyordu. Ne ironi ama! Kasanın üzerindeki yuvarlağı 18021996 sayılarına tek tek gelecek şekilde çevirdim. Kasanın açılacağına dair çıkması gereken klik sesi çıkmamıştı. Ne yani, artık şifre doğum tarihim değil miydi? Sıfırı atıp sayıları tekrar denedim ve sonuç değişmedi. Göğsüme dolan nefesi sıkıntıyla dışarı savurdum. Ne olabilirdi, ne olabilirdi... Babamın doğum gününü, babaannemin doğum gününü, dedemin doğum gününü hatta halamın doğum gününü denedim ve sonuç değişmedi. Dolabın önünden kalkıp odanın içinde bir yukarı bir aşağı yürümeye başladım. Annemin doğum günü olacak değildi, değil mi? Kasanın önüne ilerleyip yere tekrar oturdum ve beni dünyaya getirmek dışında benimle en ufak bağı olmayan kadının nedense hafızamda zamk gibi duran doğum tarihi girdim. Kasanın mucizevi bir şekilde açılması ve babamın acınası bir romantik olması gerekiyordu. Olmadı. Vural Amca'nın suçsuzluğunu ispatlayacak herhangi bir şey bulma umuduyla kaldırdığım her taşın altı boş çıkıyordu. Pes etmeyecektim, Ege'nin ayağına dolanan her sorunu bir bir çözecektim. Pes etmek için fazla inatçıydım. Kasanın şifresinin ne olduğu kısmı ile sonra ilgilenecektim. Dolabı kapatıp babamın güvenlik şirketine kasa için talimat vermemesine şükrettim. Aksi takdirde şimdiye kadar alarm on kere çalmıştı ve babam tepeme dikilmişti. Bu kasada genelde manevi şeyleri saklardı. İş yerindeki odasındaki kasası ise kaşıkçı elması ile eş değer bir korunmaya sahipti. Yine de bu odadan herhangi bir şey çıkma ihtimalini göz ardı edemezdim. Masanın çekmecelerinden birini açtığımda odanın kapısı açıldı. Yerimde sıçradığımda babam kapının hemen ardında gözlerini kısmış şaşkınlıkla açtığım gözlerime bakıyordu.

"Güz..." dedi her zamanki gibi standart bir tonla. "Burada ne yaptığını öğrenebilir miyim?"

"Kalem!" diye bağırdım.

Neden bağırıyordum?

"Kalem arıyordum... Okula gideceğim, dersim var, çok önemli bir ders kaçırırsam mezun olamam o kadar önemli bir ders. Önemli olduğu için not almam lazım, not almam için ne lazım?" Cevap bekleyerek kaşlarımı kaldırdığında kollarını göğsünde bağladı. Olduğu yerde bütün sakinliği ile duruyordu ve soğukkanlılığı kanımı daha da kaynatıyordu. "Kalem lazım... Kalem olmazsa yazamayız öyle değil mi? Yani tabii tabletime, telefonuma, olmadı notebookuma yazabilirim ama kalemin verdiği güveni verir mi? Vermez. Tek bir hata ile puf, yok oldu. Defter öyle mi? Sonsuza kadar saklayabilirsin."

Nefesim tükendiğinde durup soluklandım babam hala aynı ifade ile bakıyordu. Ne diyecekse deseydi de şu odadan düşüp bayılmadan çıksaydım. Ege'yi kurtaracağım derken zindanlarda çürüyecektim. Babamda tam kızını kapatmak için denizin ortasına kule yaptıracak adam tipi vardı. Eyvahlar olsun! Ege, denizleri aş da gel kurbanın olam!

"Bu döndüğünden beri benimle yaptığın en uzun konuşmaydı."

Kasılan yüzüm saçma bir gülümsemeyle genişledi. "Aa, öyle mi? Daha sık kalem aramalıyım öyleyse."

Babamın sakin adımları odanın içinde ilerleyip yanıma ulaştığında masanın ortasındaki bölmeyi çekip dizili kalemleri görünür kıldı. Dolma kalemleri pas geçip siyah bir pilot kalem aldım.

"Teşekkür, hayatımı kurtardın." dedim samimi olduğuna inanmasını umduğum bir gülüşle. "Ben gideyim artık."

Masasının önünde duran yüksek siyah deri koltuğuna oturduğunda "Kapıda araç bekliyor." dedi. Masanın kenarından çekilip önüne geçtiğimde masasının düzenini ayarlıyordu. "Okula gidiş dönüşlerinde sürekli kendini birilerine bıraktırmaktan yorulmuşsundur. Araç seni okula bırakacak ve olduğun yerden ayrılmayacak, eve döndüğün süre boyunca seninle olacak."

"Ne?" diye bağırdım. "Başıma adam dikmen Londra ile sınırlı sanıyordum?"

"Döneli 3 hafta oldu Güz. Derslerine gerekli özeni göstermedin. Seanslarını ayarlamadın, hepsinden önemlisi ilaçlarını içmeyi ihmal ettin. Gereksiz arkadaşların sana şoförlük yapmaktan mutluluk duyuyor olabilir lakin ben duymuyorum. Araba kullanmak için henüz yeterince sağlıklı değilsin. Bugünden itibaren Barış Bey istediğin her yere seni ulaştırmak ile görevli, tabii sadece bu değil yakın koruma uzmanlığı var. Anlayacağın, kendisi artık senin en yakınında sürekli duracak olan kişi."

"Bana. Tam. Şu. An. Dalga. Geçiyorum. De." Masanın tam karşısında durup avuç içlerimi üstüne bastırdım.

"Dalga geçmek? Güz, daha önce böyle bir ana şahit oldun mu?"

"Şoföre, korumaya ya da adı her neyse ihtiyacım yok. Barış Bey'ciğin mümkünse senin peşinden ayrılmasın. Ben derse gidiyorum."

Kapıya dönüp çıkmak için hızla ilerlediğimde babamın gür sesi durmamı sağladı. "Güz!"

"Yağız'ın borcu olan şu adamlar." dedi durmamla normale dönen tonuyla. "Ege'nin barını yıkıp yerine otopark yapmak ile çok ilgilenirler. Hele de iki katı bir para teklif ettiğimde..."

"Elindeki tek koz bu baba." dedim sıkıntıyla. "Elindeki tek koz Ege... Bir de onu sevmediğini söylersin."

Ona bir kere daha bakmadan odama yürüdüm. Telefon cebimde titrediğinde çıkartıp ekrana baktım. Mert'in bahçede olduğuna dair mesajı okuduğumda yatağın üzerinde duran çantamı alıp aynada omuzlarıma dökülen dalgalı saçlarımı düzeltim... Şifon beyaz gömleğimin siyah eteğimin içindeki duruşunu düzelttim. Siyah dizimin üstünde biten çizmelerimi yukarı doğru çekip onların da duruşunu düzelttim ve hazırdım. Siyah ceketimi ve çantamı alıp babam ile tekrar karşılaşmamak için hızla merdivenleri indim. Kapıdan çıktığımda bahçenin tam ortasında siyah uzun bir Volvo duruyordu. Babamın kontrol manyaklığı güneş gören yerlerle kalmıştı belli ki, giderek büyüyordu. Kendisi ya da yakını olan biri herhangi bir araç kullanacaksa bu elbette Volvo olacaktı. Aksi teklif dahi edilemezdi. Bir gün o arabaların birinde kaza yaparsa ancak o zaman anlayacaktı hiçbir demir yığının onu korumak için üretilmediğini.

Mert arabanın hemen arkasında elindeki telefon ile ilgileniyordu. Adımlarımı ona yönelttiğimde beni fark edip telefonunu cebine attı. Başındaki kapüşonu çıkartıp bana gülümsediğinde ona sarıldım.

"Günaydın canımın içi."

"Günaydın Nora'ların en güzeli."

Mert'e yakın bir mesafede durup sırtımı muhtemelen siyah arabanın içinde durmaya devam eden –biri kibarlık mı dedi?- Barış Bey'e dönerek çantamdan arabamın anahtarını çıkarttım.

"Babam başıma cehennem zebanisi dikti. Araba garajda, kolay çıkart diye dün gece kapının önüne çektim, sen alıp Hasan Abi'ye götür. Ben Ekin'e haber verdim, orada olacak."

Mert elimdeki anahtarı aldığında bakışlarını arkamdaki bir noktaya çevirdi.

"Cehennem zebanisi dediğin şu arkandaki Best Model'dan fırlamış olan arkadaş mı?"

Omzumun üstünden dönüp Mert'in baktığı yere çevirdim gözlerimi. Simsiyah takım elbisesinin içinde abartılacak kadar olmasa da iri, uzun boylu ve çatık kaşlı biri bize bakıyordu. En fazla 30 yaşında ve kumraldı. Bülent İlgen yapmadığını savunsa da hayatında ilk kez dalga geçiyordu. Çatık kaşlı, sert duruşlu ve keskin çeneli yakın koruma ön adlı Barış Bey "Nora Hanım." dedi. Ve, evet... Sesi de kendisi kadar sertti.

"Mert sen arabayı al kaç, zebaniyi ben oyalarım."

Mert minik bir kahkaha attığında parmak uçlarımda yükselip yanağından öptüm. Bahçenin yan tarafına dolanıp garaja doğru ilerlediğinde saçlarımı arkama atıp hala bana kaşları çatık halde bakan adama döndüm. Bir romantik komedi filminde olsaydık, bu ona geri dönülmez bir şekilde aşık olacağımı seyircinin anladığı sahne olurdu. Neyse ki bir romantik komedi filminde değildik ve ben de Ege'ye aşıktım. Ege ve aşk düşünceleri ile yüzüme yayılan gülümsemeyi görünmez kılıp 'patron benim' yürüyüşüm ile ön koltuğun kapısını açıp yerleştim.

"Arka tarafta oturmanız saygınlığınız için daha doğru olmaz mıydı?" dedi, arabayı çalıştırmadan hemen önce.

Gerçekten böyle düşünüyorsa arabayı çalıştırmadan, yer değiştirmemi beklemesi gerekmiyor muydu?

"Saygınlığımın da mı yakın korumaya ihtiyacı varmış?" diye sordum öne doğru eğilip onu görmek için başımı çevirdiğimde.

Sessizliğini koruyarak arabayı bahçe kapısına doğru sürdüğünde tekrar arkama yaslandım.

"Şimdi," dedim çantamı ayaklarımın arasına yerleştirip kemerimi takarken. "Okula bırakıp alma kısmı tamam ama sürekli yanımda olma işinin üstünü direkt çiziyoruz." Bakışlarını yoldan ayırmıyordu. "Babam seni peşime sürekli ensemde olduğunu hatırlatmak için taktı, Londra'da da aynısını yapmıştı. Her neyse... Doktor randevularıma da birlikte gidebiliriz elbette ama sonrasını ben kendim hallederim, anlaştık mı? Hem sen de gün içinde kendine vakit ayırmış olursun."

"Talimatları babanızdan alıyorum."

Sert sesi krem rengi koltukların üzerinde dağıldığında gözlerimi kıstım. "İyi aman Kuzgun'un kapısında beklersin saatlerce keyfin bilir."

Telefonumu çıkartıp mesajlaşma uygulamasına girdiğimde Ekin'in adının üstüne tıkladım.

"Mert arabayı aldı Hasan Abi'ye götürüyor, onunla orada buluş. Babam tarafından geri püskürtüldüm, başımda zebani var. Ben vuruldum, siz devam edin stop"

Mesajı gönderdikten birkaç saniye sonra okundu ve hemen ardında ekranda Ekin'in gülen suratı belirdi. Başımda zebani var, cümlesinin hangi kısmını anlamamıştı? Aramayı meşgule atıp mesaj kısmına geri döndüm.

"Ekin babam tepeme adam dikti diyorum, konuşamam, her şeyi babama yetiştirmek için maaş alıyor bu adam. Mert ile buluş, arabayı biran önce satmamız lazım."

Ekin'in yazdığına dair uyarı belirdiğinde gözümün ucuyla yolu kontrol ettim. Okula yaklaşmıştık.

"Arabaya ne kadar isteyeceğiz?"

Dudağımın kenarını kemirirken cevap yazmaya başladım. "3 ay ancak kullandım ben o arabayı, en az 120 falan etmeli. 10 günümüz kaldı. Yağız tepemize dikilmeden parayı toplamamız lazım."

"Tamam, Volvo olmasa işimiz daha kolay olurdu da neyse. Araba sürüyorum şimdi dersten sonra görüşürüz."

Öpücük, kalp, gülen surat ne bulursam gönderdikten sonra telefonu çantamın içine attım. Okulun bahçesine inen yola girmiştik.

"Şimdi," dedim yanında Hollywood filmlerindeki ajanlar gibi oturan adama dönerken. "Benimle derse mi geleceksin?"

Araba bahçeye girdiğinde birkaç kişi dönüp bakmıştı. Uzun, siyah ve filmli camları ile her dilde 'dikkat' anlamına gelen bir arabanın, Güzel Sanatlar Fakültesi'nin bahçesinde ne işi vardı? Bülent İlgen'in kızı olmak neden bu kadar zordu?

Araba durduğunda kemerimi çözüp inmek için hamle yapmama fırsat kalmadan Barış -resmiyet kısmı beni fazlasıyla yoruyordu- yan taraftan fırlayıp arabanın önünden dolanarak kapıyı açmıştı. Yeterince burnu havada görünmüyorduysam şimdi tam olmuştu. Bilseydim 25 gün önce döndüğümde böyle bir giriş yapardım...

Barış arabayı kilitleyip üç adım geriden adımlarımı takip ederken çiseleyen yağmurun bıraktığı kokuyu içime çekip gülümsedim. Dersimin olduğu derslik üçüncü kattaydı ve derse girmeden birkaç tanıdık yüz görmek için etrafa bakındım. Ege bugün bar ile ilgilenecekti, Ekin ve Mert de galerideydi, Çisil muhtemelen ders için hazır olarak sınıfta oturuyordu. Sıla'nın ise oyun provası vardı.

Kahve almak için kafeteryaya doğru ilerlediğim sırada birinin bana seslendiğini duydum. Bu fakültede benden başka Nora olduğunu düşünmüyordum ama duyduğum ses hiç de tanıdık gelmemişti.

"Nora." dedi aynı ses bu kez daha yakından.

Olduğum yerde geriye döndüğümde Akın'ın bana bakan parlak kahverengileri ile karşılaştım.

Çatık kaşları ile iki metre gerimizde duran Barış'a baktı. "Takip mi ediliyorsun?"

Omzumu umursamaz bir tavırla kaldırıp indirdim. "Yakın koruma." dedim başımı abartıyla yana eğip kelimeleri büyük büyük söylerken.

"Ne zaman ünlü bir kişilik oldun?" diye sordu gülerek.

"Doğduğumdan beri." Saçımı hafifçe savurup dalga geçerek. 

Akın kahkaha attığında gülüşünün ona yakıştığını fark ettim. Bana doğru bir adım yaklaştığında başımı kaldırıp gülüşünün asılı kaldığı yüzüne baktım. En az takımın geri kalanı kadar uzundu. Sahiden, boyun evrimi geçirecektim.

"Bu akşam, bizim evin bahçesinde parti var. Aramızda ünlü birini görmekten büyük keyif duyarız. Gelir misin?"

"Parti mi? Ekin bana bir şey söylemedi..."

Akın'ın yüzünde anlık bir gerginlik gördüğümü düşünsem de ifadesini hemen toparlamıştı. "Haberi yok, aslında gizli bir parti. Şifreli."

Gözlerimi biraz daha kısarken ağırlığımı sol bacağımdan sağa kaydırdım. "Şifreli mi? Nesiniz siz öğrenci birlik evi üyeleri mi?"

Akın geniş bir kahkaha attığında ilk kez ona dikkatlice baktım. Esmerdi. Esmer, koyu tenli insanlar beni iterdi. İçimi karartıyorlarmış gibi hissederdim ama Akın öyle değildi, koyu teni ona yakışıyordu. Beyaz dişleri kahkahası ile parladığında daha önce ona hiç otuz saniyeden fazla bakmadığımı fark ettim. Ege dışında hiçbir erkeğe inceleyerek bakmazdım. Dünyanın geri kalanı ile ilgilenmiyordum, benim dünyam tastamamdı.

"Göründüğünden daha fazlasısın." dedi sessiz bir ton ile, bana duyurmak istemiyormuş gibi.

Kaşlarımı çattım. Bu ne demekti? İltifat gibiydi ama göründüğüm kısım yerilmiş miydi?

"Nasıl görünüyorum ki?"

"Sarışın, zengin, şımarık, okulun popüler çocuklarıyla takılan popüler kız."

Çattığım kaşlarımı hayretle havaya kaldırdım. "Buradan bakınca da siz kendinize kocaman bir Amerikan dizisi evreni yaratmışsınız gibi görünüyor."

Bu kez bir öncekinden daha yüksek kahkaha attığında etraftaki birkaç bakışın bize döndüğünü fark ettim. İlk kez yanımda kendi arkadaşlarım dışında birini gördüklerinden yüzlerinde oluşan şaşkınlık garip hissettirmişti.

"Gelecek misin?" diye sordu gülüşünün bir kısmı hala dudaklarının kenarında dururken.

"Ege, Ekin, Mert davetli değil öyle mi?" Başını olumsuz anlamda salladı. "Sıla ve Çisil'in haberi bile yoktur?" Başını bir kez daha salladı.

"Öyleyse, hayır. Gelmeyeceğim."

"Onlar dışında insanlar olduğunun ve bu insanlarla da arkadaş olup eğlenebileceğinin farkındasın değil mi?" Hesap soran bir ifadesi yoktu daha çok keyifli bir sohbetin ortasındaymışız gibi gülümsüyordu.

"Dünyada birçok insan var Akın, eminim bir kısmı kafa dengi ve eğlenceli kişilerdir. Pek arkadaş canlısı olduğum söylenemez, hayatımdakiler ise arkadaşım değil, ailem."

Akın'ı gülüşü yavaşça silindiğinde geriye ciddi bir ifade kaldı. "Haklısın, ben kabalık etmek istemedim. Sadece..." Gözleri gözlerime sabitlendiğinde bir süre doğrudan baktı. "Neyse." dedi başını iki yana sallarken. "Kahve mi alacaktın?"

"Aa, evet. Derse girmeden enerjimi yükseltmem lazım."

Akın tezgaha yaklaşıp görevliye gülümsedi. "Ne haber Ertan?"

Konuştuğu genç çocuk gülümsediğinde hemen büyük karton bardağa Americano doldurdu ve Akın'ın önüne bıraktı. "İyidir, senin nasıl gidiyor."

Akın arka cebinden cüzdanını çıkartırken "İdare eder." dedi. Başını bana çevirdiğinde beklediği bir hamle varmış da yapmamışım gibi baktı. "Nora?"

Kahve! "Filtre, lütfen."

Çocuk Akın ile kısa sohbetine devam ederken önüne bir bardak daha bıraktı. Akın bana fırsat vermeden ödemeyi yaptığında kaşlarımı çattım. Bu durumdan hoşlanmazdım. Akın'ın durduğu yerde duran Ekin olsaydı şu an ıvır zıvır bulduğum her şeyi tezgaha yığıp onu sinir edip ödetirdim ama Akın Ekin değildi. Akın hiç kimse değildi. Kahvemi ödeyemezdi. Kahvenin ücretini çıkartıp tezgahın üzerine bıraktığımda kaşlarını kaldırdı.

"Bunun kavgasını yapmayacağız değil mi?"

Gülümsedim. Tabii ki yapmayacaktık.

"Ertan," dedim gülümseye devam ederek. "Akın biraz önce askıya kahve bıraktı." Parayı çocuğun önüne doğru ittiğimde şaşkın bakışları Akın'ı buldu. Ondan onay alması falan mı gerekiyordu? Akın'ın sol elinde duran kahvemi alıp ikisine de son bir kez gülümseyerek yanlarından ayrıldım.

"Nora!"

Yanlarından ayrıldım kısmındaki çoğul ek bana göz kırptığında Akın hemen arkamda yeniden belirdi. Onun da hemen arkasında Barış duruyordu. Bugün biter miydi?

"Sınırlarına saygı duyacağıma söz verirsem..."

"Partiye gelmem Akın." dedim pat diye. "Zaten herhangi bir partiye ayıracak vaktim yok. Aklım yeterince yoğun bir de Ekin'in kaptanı olduğu takımın basketbolcularından birinin takımda olan 3 kişiyi çağırmadığı bir partiyi düşünemeyeceğim."

"Ekin değil de kaptan ben olsaydım?"

Yüzümü buruşturdum, konu bu muydu? Hem ne fark edecekti? "Ekin'in oynadığı bir takımda Ekin istemedikçe onun dışında biri kaptan olamaz."

"Bu sonsuz güveni hak etmek için çok uğraşmış olmalı."

Duruşumu düzelttim, yüzümdeki sakin ifadeyi silip kaşlarımı kaldırdım. "Akın." dedim doğrudan gözlerinin içine bakarken. "Bana ne istediğini net bir şekilde söylersen birbirimizi daha iyi anlayabileceğimize inanıyorum."

"Kim olduğunu görmek istiyorum."

Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında ilk kez köşeye sıkışmış hissettim. Derdinin Ekin, Ege ya da takım olduğunu düşünmüştüm... Kirpiklerimi hızla birkaç kez kırpıştırdığımda ne demek istediğini tam olarak anlamaya çalıştım. Sahiden, ne demek istiyordu?

"Fazla mı net oldu?" Bana doğru bir adım attığında biraz gerisinde duran Barış da öne doğru birkaç adım atıp bakışlarını benimle buluşturdu. Ona sorun olmadığını anlatmak için hafifçe gülümsedim.

"Ege ile birlikte olduğunun farkındayım ya da hayatına başka yakın arkadaş almak istemediğinin. Sadece neden azıyla yetindiğini anlamıyorum. Seninle flört etmiyorum Nora, sana karşı bir adım da atmıyorum. Seni sadece farklı bir ortama girmeye çağırıyorum. Sınırlarını genişletmeni söylüyorum."

"Kim olduğumu gördüğünde kalmak isteyeceğine inanman çok tatlı." dedim alayla. Şaşkınlığımı atıp çabasının sonuçsuz kalmasını sağlamalıydım. Sınırın tam önünde duruyordu. Aşmıyordu ama yine de bu tavrı anlamsızdı. Hayatımda ihtiyacım olan herkes vardı. Bu kadardı. Daha fazlasına gerek yoktu ki... Başka insanlar tanımak istemiyordum. Başka insanlar gereksizdi. Benim arkadaşlarım ve Ege'm vardı.

"Eskiden çok güzel şarkı söylerdin..." dedi yönelttiğim cümleden saparak. "Döndüğünden beri durgunsun, üstelik birden ortadan kaybolman. Fazla ayaküstü ve arka arkaya oldu, farkındayım. Bu yüzden gelmeni istedim, nasıl olduğunu merak ediyorum ve konuşma fırsatımız olmadı."

"Daha önce var mıydı?" dedim kaşlarımı bir kez daha kaldırarak. Dersin başını kaçırdığımı biliyordum ama burada hakkında pek de fikre sahip olmadığım biri ile oluşan kördüğümü görebiliyordum. Akın ne zamandır benimle konuşmanın bir yolunu arıyordu? Nasıl daha önce fark etmemiştim?

Gülümsemesi yanaklarını yukarı kaldırdığında başını eğip yeşil Polo yaka tişörtünün açıkta bıraktığı kısımdan elini geçirerek sıkıntıyla boynunu kaşıdı. "Sanırım doğru cümle şöyle olacaktı, seninle konuşma fırsatımız hiç olmadı."

İyi birine benziyordu, en azından öyle görünüyordu ama Ekin'in adı geçtiğinde yüzü gerilmişti.

"Ekin'i sevmiyor musun?" diye sordum bu kez de ben yönettiği kısmın kenarından dolanıp onu aklımdaki noktaya çekerek.

"Neden böyle düşündün? Biz takımız, birbirimizin arkasını kollar açığını kapatırız."

"Zeki birisin Akın ama sorduğum sorunun bu olmadığını bildiğin halde aptal olduğunu düşünmeme yol açmaya çalışıyorsun." Güldüm. "Her neyse... Teşekkür ederim. Kuzgun'a beklerim seni, orada ara sıra hala şarkı söylüyorum. Ege ile... Belki bir gün sen de denk gelirsin."

Ne dediğimi ve neye vurgu yaptığımı çok net anladığı için kahvesinden bir yudum alırken başını kaldırmadan gülümsedi. "Tabii ki gelirim. Görüşmek üzere Nora..."

Başımı eğip minik bir selam vermemin ardından üst kata çıkan merdivenlere yöneldim. Umarım Barış benimle derse girmeyi de düşünmüyordu. Onu atlatmanın da bir yolunu bulmam lazımdı, birine yapışık halde gezeceksem bu Ege olurdu, elin Best Model kılıklı yakın koruması değil.

Dersin başını kaçırdığım kısmını önemsemeden kapıyı tıklatıp içeri girdim, cam kenarından oturan Çisil'in yanına ilerleyip elimdeki kahveyi masaya bıraktım. Çisil bana dönüp gülümsediğinde ben de yüzüme yayılan büyük bir gülümseme ile karşılık verdim.

"Selam." dedim fısıltıyla.

"Selam, notları tuttum ben fotoğraf çekersin ders bitince."

Başımı sallayıp çantamdan çıkarttığım telefonu da masanın üzerine koydum. Ekranı kontrol edip ışını tekrar kapattım, Ekin'den hala ses yoktu.

**

Çisil ile dersten çıktıktan sonra Sıla'nın da oyun provası bitince hep birlikte Kuzgun'a gelmiştik. Ekin ve Mert antrenmandan sonra gelecekti. Ege ne olduğunu bilmediğim bir iş için dışarıdaydı ve Tunç yine bütün huysuzluğu ile barı akşam için hazırlıyordu.

"Tunç," dedi Berrak tezgahın altından bir koli çektiğinde yüzünü buruşturmuştu. "Burada bir sorun var."

Tezgahın üzerinde sarkarak kutuya baktım, renkli bir sıvı her yeri boyamıştı.

"Kırılmış mı?" Tunç kutunun yanına eğilip şişeleri ayıklamaya başladı.

"Köpürmüş mü onlar?" dedim yüksek bir sesle. "Bozuk mu o içkiler?"

Tunç bana dönmeden yüzünü buruşturdu. "Öyle görünüyor."

Ayağa kalktığında kutuya minik bir tekme atıp telefonunu çıkarttı. Telefonu kulağına dayayıp biraz bekledi. "Patron, son gelen kolideki içkiler hatalı. Depoyu kontrol ettin mi sen yükleme yapılırken?"

Ege her ne dediyse Tunç başını salladı. "Oğlum, sadece bu koliyse mevzu değil, hepsi batıksa biz de öyleyiz."

"Sen gelince bakarız o zaman başkan, kapatıyorum."

Tunç telefonu cebine koyduğunda kısık gözlerim ile bakışları buluştu. İfadesindeki ciddiyet ile gözlerimi kaçırıp sandalyeye yerleştim.

Yerimden hızla kalktım, sahiden para bulmam lazımdı bulduğum parayı da bir kılıfa uydurmam. Telefonumu alıp barın iç kısmına ilerledim. Birkaç kez çaldıktan sonra Melissa'nın neşeli sesi kulağıma doldu.

"Nora, Karadeniz gezisi harikaydı aşık oldum. Kızım, aşık oldum!"

Cıvıldayan sesine gülümsediğimde "Döndünüz mü?" diye sordum.

"Evet döndük, keşke biraz daha kalsaydık. Dayımın işleri vardı. Of, işlerden ve sorumluluklardan nefret ediyorum. Hep gezelim hep. Yaşasın genç olmak."

"Melissa." Gülüşümü toparlayıp konuya girmek için hazırlandım. "Sana ihtiyacım var, Kuzgun'da bir etkinlik düzenleyip para toplamamız lazım."

"Nasıl?" dedi Melissa.

"Buraya gelebilir misin?"

"Tabii ki gelirim güzeller güzeli, sen iste İzlanda'ya bile gelirim."

"Bekliyorum o zaman, kaybolma bu kez."

"Öpücükler güzel suratına."

Sıla ve Çisil'in yanına ilerledim. "Kızlar, arka bahçede kahve içelim mi?" Sıla ses tonumdan bir şey söylemek istediğimi anlamıştı. Başımı kaldırıp barın arkasında bardakları dizen Berrak'a baktım. "Berrak." dedim yumuşak bir ton ile. Onunla aramızda olan her şey şu an odak noktasında olamazdı, şu an önemli olan Kuzgun'u kurtarmaktı. Bakışları beni bulduğunda Sıla ve Çisil yerinden kalkmıştı. "Arka bahçede kahve içeceğiz, gelir misin sen de?"

Berrak onu normal bir anda kahve içmeye çağırmayacağımı biliyordu, bir şey söylemek istediğim bariz bir şekilde ortadaydı. Başını salladı, elindeki bezi tezgaha bıraktı. "Kahveleri yapalım o zaman." dedi.

"Ben yaparım." Sıla mutfak tarafına ilerlediğinde bize siz çıkın işareti yaptı.

Arka bahçede ağaçların altında tahta bir piknik masası vardı. Daha önce burada hep birlikte oturma fırsatı bulamamıştık, belli ki onlar dinlenme anlarını burada geçiriyorlardı.

Çisil ve ben aynı tarafa oturduğumuzda Berrak karşımıza geçmişti. Sıla gelene kadar beklemek daha uygun olurdu. Aklımda birkaç plan vardı, Melissa'nın bana yardım edeceğinden emindim. Kızlardan da fikir alırsam aynı anda hareket edebilirdik. Sıla kapıda göründüğünde bir taksi toprak kısımda durdu. Melissa içinden inip yanımıza doğru ilerlerken Sıla elindeki kahveleri masaya bıraktı.

"Bilseydim fazla yapardım." dedi Berrak'ın hemen yanına otururken.

"İçeceğini sanmıyorum." diye mırıldanım bana doğru hızlı adımlarla ilerleyen Melissa'ya sarılmak için yerimden kalktım.

"Merhaba..." dedi herkese doğru, geniş gülümsemesiyle.

"Hoş geldin." dedim.

Yanıma oturup pembe çantasını tahtanın kenarına astı.

"Olay ne, ne yapıyoruz?"

"Kuzgun için para topluyoruz." dedim, konuya girmenin en net şeklini seçerek. "525 Bin gibi bir rakama ihtiyacımız var ama önemli olan kısım etkinlik ve barın önümüzdeki 10 gün içinde tıklım tıklım olması."

Berrak ve Sıla kaşını çattığında soracakları soruyu bildiğim için devam etti. "Ekin benim arabayı satıyor, bağımsız hesabımdan babamın haberi olmadan aşağı yukarı arabanın getireceği kadar bir para çekebilirim. Ekin de ayarlamaya çalışıyor, bir şekilde tamamlayacağız ama önemli nokta şu."

"Ege bilmiyor?" dedi Berrak kaşlarını kaldırarak.

Başımı salladım. "Evet, önemli nokta o. Ege bir süre paranın etkinliklerle toplanmaya çalışıldığını düşünsün istiyorum. Hep birlikte bir şeyler düşünelim... Parti, konser, Kuzgun temalı ürünler satarak en azından bir miktar para kazandıralım kasaya."

"Ege aptal değil Nora," dedi Sıla elindeki kupayı masaya bırakırken. "O kadar paranın bu işlerden toplanmayacağını anlar."

"Biliyorum biliyorum." Nefesimi sıkıntıyla dışarı verdim. "Sadece paranın toplanma aşamasından haberdar olmasını istemiyorum. Para toplansın, Yağız belası başımızdan gitsin o zaman öğrenir."

"Kredi çeksek?" dedi Çisil yüzünü buruşturarak. O da bu fikri çok destekliyor gibi görünmüyordu.

"Babamın saniyesinde haberi olur. Şu anda da var ama muhtemelen sadece minik çaplı zarara uğrayacağını düşünüyor. Kredi çekersem prestijini sarstım diye beni yeniden ülke sınırının dışına itebilir."

"Baban beni ürkütüyor." dedi Çisil bakışlarını kahve bardağına çevirirken.

"Kuzgun kupaları yaptıralım, maskotlar, anahtarlıklar." Melissa heyecanla yerinde zıpladığında Berrak ona döndü.

"Bira ve shot bardağı daha mantıklı olur sanki. Müşteri kitlesini düşünürsek..."

Doğru söylüyordu, üniversite öğrencileri geliyordu çoğunlukla ama sonuçta onlar da buraya maskot almaya gelmiyordu.

"Karaoke partisi?" diye sordum emin olamayarak.

"Biletli olması lazım tabii..." dedi Sıla.

"Evet, giriş ve bir yerli içki, temalı biletler satarız."

"Ve şarkıyı kendileri söylerler..." Sıla bu fikri pek benimsemişe benzemiyordu.

"Çisil çello çalıyordun değil mi?" Berrak'ın sorusu ile Çisil başını salladı. "Çisil çello dinletisi yapsın. Ardından Ege bateri çalsın, Ekin de gitar..."

"Nora da şarkı söylesin." diyerek araya girdi Sıla.

"İşte bunu biletli olarak satabiliriz."

**

"300 tane bira ve shot bardağı gelecek. 200 tane de kupa ve bez çanta. Hepsinin üstünde Kuzgun logosu ve yazısı olacak."

Melissa birkaç saat önce verdiği siparişleri teyit etmek için söylediğinde başımı salladım.

"Harikasın." dedim Melissa'ya sarılırken. "Hepsini de yarı fiyatına yaptırıyoruz. Bayılıyorum dayımın arkadaşlarına."

"Dayın da harika..." Göz kırptığımda gülümsedi.

"E Nora'cığım bunun şerefine bana bir limonlu su ısmarlarsın."

"Cık, bunun şerefine sana Ege'lerin şaraplarından ısmarlayacağım. Tabii önce babasının adını temize çıkartıp üretimin yeniden onların eline geçmesini sağlamam lazım."

"Araştırıyorsun." dedi Melissa bana doğru kayarak.

Barın ortasındaki masaların birindeydik. Diğer herkes bar tezgahında olsa da sessiz olmakta fayda vardı. Müşteriler yavaş yavaş gitmeye başlamıştı. Hala birkaç masa vardı, onlar da son içkilerini içiyor olmalılardı. Ege'nin morali fazlasıyla bozuktu ve birkaç kere sormama rağmen inatla beni yanıtsız bırakmıştı.

"Sessiz ol." dedim Melissa'ya tekrar döndüğümde. "Evet, sabah babamın odasında yakalandım ama araştırmaya devam ediyorum. Şirkette çalışan bir arkadaşım var, ondan da yardım isteyeceğim. Herhangi bir şey ispat edebilir miyim bilmiyorum ama babamın bu işte olduğunu kanıtlayacak en ufak bir belge bulursam Vural Amca'ya göndereceğim."

"Ya," dedi Melissa dudaklarını sarkıtarak. "Canım arkadaşım. Nasıl da uğraşır Ege'si için."

Yanaklarını sıkıp gülümsedim. "Ben gidip bir ona bakayım, belki yüzünü azıcık güldürebilirim."

Melissa başını salladığında ona elimi uzattım. "Gel sen de bizimkilerin yanında otur."

"Ekin'in yanına oturayım." dedi Melissa gözlerini süzerek.

"Sıla limonlu suyuna siyanür katabilir, bence sen Çisil'in yanına otur."

"Aa sonunda başardılar yani çift olmayı. Dağlara taşlara, ulu ulu ağaçlara..."

"O ne be öyle?"

Melissa başını iki yana salladı. "Nora iyisin hoşsun da çok sosyetiksin balım ya."

"Ekin de Bağcılar ağzı yapıyorsun diyor, bir karar verin."

Melissa başını tekrar sallayıp güldü.

"Ben artık gideyim, uykum geldi. Alışık değilim bu saatte kadar ayakta kalmaya."

"Daha sabaha var," dedim dalga geçerek. "Nasıl gideceksin?"

"Taksi çağırırım."

Mert yerinden kalkıp bize döndü. "Sıla'nın arabası bende, Çisil'i bırakacağım seni de bırakayım mı?"

Melissa bana dönüp bir şey söylemem için bekledi. "Çok iyi olur."

Melissa'ya sarıldığımda Çisil de yerinden kalktı. Sırayla Çisil ve Mert'e de sarıldım. Çisil Sıla'ya da sarılıp sarı sırt çantasını omzuna taktı.

"Görüşürüz." dedi ortaya el sallarken.

Berrak işi bittiği için eve dönmüştü. Tunç her zamanki gibi fazlasıyla Tunç'tu ve Ege görünürde yoktu.

Ekin çizim defteriyle ilgilenen Sıla'nın omzuna yanağını yaslamış onu izliyordu. Sıla başını ona doğru döndürdüğünde fırsatı değerlendirip dudaklarına uzun bir öpücük bıraktı.

"Ege nerede?" diye sordum ortaya doğru, elbet bir kişi nerede olduğunu biliyordur diye umarak.

"Yukarı çıkmıştı." Ekin bana döndüğünde ona gülümseyip arka tarafa ilerledim.

Bar açıldıktan birkaç saat sonra Barış'ı burada kalacağımı söyleyip yollamıştım. Gitmeyi önce kabul etmese de uyuyacağım yere geldiğimi, burayı da bir nevi ev kabul etmesi gerektiğini uzun uzun açıklamıştım. Hatta öyle uzun açıklamıştım ki sırf daha fazla konuşmamam için gittiğine emindim. Henüz babamdan eve dönmem için bir talimat gelmediğine göre rahattım. 

Merdivenlerin darlığı ve ayağımdaki yüksek topuklular yine birbirleriyle hiç anlaşamıyorlardı. Yavaş adımlarla demir merdivenleri bitirdiğimde Ege yatağın olduğu kısımda değildi, birkaç adım daha atıp deri koltukların karşısına geldiğimde sehpanın üzerinde duran telefonunu gördüm. Banyoya doğru ilerlediğimde kapı aralıktı.

"Ege."

Kapıyı ayağımla itip içeri girdim. Ege küvete sırtını dayamış siyah pantolonunun sarmaladığı bacaklarını öne uzatmış ensesini küvetin kenarına yaslamış halde gözleri kapalı duruyordu.

"İyi misin?"

Kapının önünde öylece kalmıştım. Banyonun boşluğunda asılı duran havayı hissedebiliyordum. Kapalı kirpikleri aralanmasa da yüzü sessizliği bölen sesimle kasılıp gevşemişti.

"İyiyim." dedi pürüzsüz bir yumuşaklıkta.

İçeri doğru birkaç adım atıp bacaklarının üzerine oturarak ona sarılmak istiyordum ama buna engel olan his tam karşımda duruyordu. Ege saklanıyordu. Bensiz. Şu an yanına gidip zihnini susturduğu anı bölmek istemiyordum ama işte bölmüştüm. Bazı anları geriye sarmak ve dondurmak istiyordum. Çok fazla sorun ile uğraşıyordu. Omuzları üstündeki yüklerden dolayı yeterince düşüktü, birkaç saatlik sessizliği ve huzuru hak ediyordu.

"Gel." dedi aynı ton ile.

Tek kelime ayaklarımdaki bağı çözdü. Tek kelime birkaç adım atıp öne uzattığı bacaklarının üzerine oturmama yetti.

Gözleri hala kapalıydı. Kucağında oturduğumda sol kolunu belime sarıp beni biraz kendine çekti. Sağ eli banyonun fayanslarının üzerinde ters bir şekilde seriliydi ve parmaklarının arasında yarısı içilmiş bir sigara tutuyordu.

Sigarayı sabitleyen parmaklarını dudaklarına yaklaştırıp derin bir nefes çektiğinde gözlerini açtı. Kenarları kızarık, yorgun bakan elaları endişeli kahverengilerimde sabitlendiğinde dudaklarından sigarayı yavaşça çekip başını biraz daha arkaya eğdi. Duman havaya dağıldığında nefesimi tuttum. Kolu tekrar fayansların üzerine uzandığında gözleri gözlerimde durdu.

Nasıl edecektim de iyi edecektim onu? 

Aklını, düşüncelerini, sorunlarını kısa süreli olsa da durdurabilirdim. Üzerinde biraz daha kaydığımda gözlerini kıstı. Bir şey söylemesine fırsat vermeden dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Dudakları hafif bir boşlukla aralandığında bir elimi omzuna yaslayıp ona doğru daha fazla eğildim. Yan tarafta uzanan eli yanağımı tuttuğunda biraz önce parmaklarının arasında duran zehri söndürdüğünü anladım. Güzel...

Sırtını küvetin kenarında kaydırıp yükseldiğinde beni kucağına daha da çekip öpücüğün hakimiyetini aldı. Dudakları dudaklarıma bütün sesleri susturmak istercesine karıştı. Yanağımda duran avuç içi dünya üzerinde ait olduğum tek yerin orası olduğunu kanıtlarcasına sıcak ve güven vericiydi. Diğer eli belimden kayıp eteğimin altından geçerek bacağımın üstünü tuttuğunda aynı sıcaklık oradan tüm vücuduma yayıldı.

Dudakları dudaklarımdan çekildiğinde kızarık gözlerini araladı. Gözlerine yoğun, aşık, arzulu, mutlu, huzurlu baktım. Gözlerine sahip olduğum bütün hislerle, her birini tek tek göstermek isteyerek baktım. Aralık dudakları dudaklarımın hemen önünde dururken onu yarın yokmuşçasına bir kere daha öptüm. Sonra bir kere daha, bir kere daha ve bir kere daha... Nefesim dudaklarında tıkanana kadar öptüm.

Üzerindeki siyah gömleğin açık olan kısmına işaret parmağımın ucunu değdirdim. Dudaklarım çenesinden boynuna, boynundan köprücük kemiklerine, oradan da göğsüne kaydığında bir bir gömleğin düğmelerini açtım. Gömleği tamamen çıkartıp bedenini özgür bıraktığında, sırtımı hafifçe geriye doğru itip buğday tenini süzdüm. Parmak uçlarım yavaşça tenine değdi. Parmak uçlarımdan ayak bileklerime kadar her zerrem her zerresini kavrulmuştu özlemekten. Öne doğru eğilip boynundan başlayarak göğsüne ardından karnına inen öpücükler bıraktığımda tenine, parmak uçları saç diplerimde gezindi.

"Nora..."

Adım şiirlerden alıntıydı dilinde.

Üzerimdeki gömleği eteğin içinden kurtarıp düğmelerini açmakla uğraşmadan çıkartarak kenara bıraktığımda sırtını küvetin kenarından ayırıp bana yaklaştı. Dudakları çeneme değdiğinde başım başının hemen üzerinde durduğundan ona yukarıdan bakıp gülümsedim. Ellerim ensesini iki yandan kavradığından bacaklarının üzerinde iyice kayıp aramızdaki boşlukları yok ettim.

Dudakları çenemden boynuma oradan göğsüme ulaştı, öpücüklerinin ardından yanağını tenime yaslayıp kollarını belime sıkıca sardı.

Saçlarının arasında küçük öpücükler bırakırken kollarımı sıkıca omuzlarına sarılıp sarılışına karşılık verdim.

"Ne gitmek istiyorum, ne kalmak..." diye mırıldandı tenimin üzerine doğru.

Dudaklarımı saçlarına daha uzun bastırdım. Benimle gitsin ya da kalsın istiyordum. Yanında ben olayım... Yine de sustum. O böyle yıkık dökükken kelimelerim de saklanıyordu tozun talazın ardına.

"Yağız haklı, burası onun barı. İster satar, ister geri döner işletir. Bırakalım. Bu barın üzerinde adından başka hakkım yok."

"Ege..." Saç diplerine doğru fısıldadığında başını göğsüme biraz daha yaslayarak ona iyice sarıldım.

"Hiçbir şeyi tutamıyorum Nora, bırakamıyorum da. Son bir yıldır yaptığım tek şey durmak. Söz hakkım olamayan her şeyin ortasında, durmak... Durmaktan, beklemekten, araftan yoruldum. Eskiden nasıl biri olduğumu hatırlayamıyorum çoğu zaman. Buradan önce, anne ve babamın gitmesinden önce, Yağız'ın başını sürekli belaya sokmalarından önce..." Bir şey daha söyleyecekti ama sustu. Cümledeki eksiği ben tamamlayamazdım, o da başı göğsüme sığarken söylemezdi. İçimden tamamladım yarım kalanı...

Benden önce...

Başını boynuma kaydırıp burnunu kulağımın aldığına bastırıp derin bir nefes aldı.

"Kayboldum." dedi fısıldayarak.

"Ben buradayım Ege," dedim sonunda biraz olsa bulduğum kelimelerle. "Gittim biliyorum. Seni bir kere bıraktım." Omzu kasıldığında başımı eğip alnımı alnına dayayarak sarı lekelerin banyonun ışığında görünmediği gözlerine baktım. "Her şeye rağmen. Bütün gidişlere, dönüşlere, kalışlara ve bekleyişlere rağmen... Bana tutunsan?"

Başını kırık, üzgün, dağınık ifadesi ile iki yana salladı. "Tutunamam."

Gözlerindeki netlik kalbimi teklettiğinde gözlerimi kapattım.

"Beni bir kere terk ettin Nora, bir kere daha bir kapının önünde nerede olduğunu bilmeden durmak istemiyorum. Sana tutunursam ve sen gidersen, bu kez döneceğin biri olamam."

"Etmem." dedim kırık sesimle. Etmezdim değil mi? Kalbim bu düşüncemi sonuna kadar desteklerken aklım cama avuç içlerini ardı ardına vurup 'büyük sözler verme' diye bağırıyordu.

"Seni terk etmedim." dedim daha sessiz bir ton ile. "Sana dönebilmek için gittim."

Ege başını geriye ittiğinde gözlerimi açıp gözlerine bakmak zorunda kaldım.

"Beni terk ettin Nora."

Midem kavruluyordu. Buradan gitmek istiyordum. Bu konuşmaya devam etmek istemiyordum. Korkuyordum. Gözlerime yeniden duvarların ardından bakarsa diye çok korkuyordum.

Onu terk etmemiştim. Etmiş miydim? Neden gözlerime bu kadar kayıp bakıyordu? Onda da yeterince o kalmamış mıydı? Doğru söylüyordu... Onu eskiden tanıyan kim görse bu haline şaşırdı. Eski neşesi yok olmuştu, gülmekten kısılan gözlerini artık kimseler göremiyordu, şakalar yapmıyordu, yüksek oktavlı kahkahaları odanın duvarına çarpıp orada izler bırakmıyordu. Eksilmiştik...

Beni kucağından indirmeden küvetin kenarından destek alarak ayağa kalktığında konuşmanın bir şekilde son bulduğunu anlamıştım. Havada asılı kalmıştı yine tamamlanmamış cümleler. Gömleğini ve gömleğimi yerden almadan banyodan çıkıp ışığı kapattığında üst kat tamamen karanlığa büründü. Barın altından yansıyan ışık sayesinde belli belirsiz seçiliyordu etraf. Ege beni yavaşça yatağa bıraktığında dolaba yönelip büyük, uzun kollu, çok kalın olmayan bir sweat çıkarttı. Bana dönüp çıplak ayakları topuklu ayakkabılarımın sarmaladığı ayaklarımın önünde durana kadar yürüdüğünde başını eğip kollarımı kaldırmamı beklediğini anlatan bir ifade ile baktım. Kollarımı kaldırdığımda üzerime siyah pamuklu üstü geçirdi. Belimde toplanmıştı ama biliyordum ayağa kalktığımda eteğimi kapatacak kadar uzun kalacaktı. Eteğin düğmesini açıp oturduğum yerde yükselerek bacaklarımdan çıkarttığımda Ege olduğu yerde eğilip ayakkabılarımı çıkarttı. Tekrar doğrulduğunda belimden tutup beni yatağın üzerinden kaldırdı. Yorganı açıp beni tekrar yumuşak yüzeye bıraktığında gözlerimi gözlerinden ayırmadın.

"Sen uyu, ben Tunç'a kapanışta yardım edeyim."

Benden kaçıyormuş gibi hissetsem de bir şey söylemeden yatağa uzanıp gözlerimi kapattım. Gittiği hiçbir anı izlemek istemiyordum. Bu alt kat olsa bile... Yanağıma değen dudakları hissettiğimde gözlerimi daha sıkı kapattım. Ege üstümü örtüp dolabın önüne adımladı. Muhtemelen üzerine bir şey giyecekti. Alt kata üstsüz bir halde inecek hali yoktu. Gözlerimi açma isteğime direnmek için daha sıkı kapatırken yorganın kenarına tutundum. Dolabın kapağı kapandıktan birkaç saniye sonra Ege'nin adımları odanın içinde ilerledi. Oda sessizlik ile dolduğunda gözlerimi açtım. Karanlık artık daha baskındı. Ege dönene kadar Kuzgun için yapacağımız etkinlikleri düşünecektim. Her detayı hesaplayacak, o parayı bulup Yağız sorununu çözecektim. Vural Amca'yı kurtarmak için gerekli olan belgeleri bulmak için yarın şirkete gitmeye karar verdiğimde gözlerimi tekrar kapattım. Bütün sorunları bir bir çözecektim. Yapabilirdim, biliyordum. Yapmalıydım.

Alt kat giderek sessizleştiğinde kapanışa geçtiklerini tahmin ettim. Ege dönmeden uyumak istemiyordum ama ağırlaşan göz kapaklarım, ilgiyi üzerine çekmeye çalışan aklım ve kelimelere dökmek istemediğim bir nedenle sızlayan kalbim bana karşı çıkıyordu.

Uykuya teslim olmaktan başka çarem yoktu. 

Continue Reading

You'll Also Like

32.2M 1.9M 39
Yaşıyorduk, işkence çekiyorduk, idam ediliyorduk, köle gibi çalıştırılıyorduk, susuyorduk, çığlık atıyorduk ama hepsinin sonunda sesli ya da sessiz b...
RUH-U REVAN By İ.

Teen Fiction

6K 372 5
Her yeni şehir, aynı zamanda yeniden doğuş anlamına gelir. Savcı Dilşah Sancak, yıllar önce babasını kaybetmesine sebep olan, çocukluğunun geçtiği M...
243K 10.7K 49
Biraz fazla içki içtikten sonra birinin yanında uyanmak bu çağda yeni ve sürükleyici bir hikaye değildi. Ama Korkut Mirzan'nın çarşaflarında uyanmak...
17.6K 6.9K 46
Bütün sırlar ve yalanlar gün yüzüne çıkmaya mahkumdur, büyük günahların kefaretleri de büyük olur. Babası tarafından altı yıl önce hiç bilmediği bir...