İLKYAZ

By iremmipelin

1.2M 69.6K 30.7K

Geri döndüm. Tek tek söküp attığım ne varsa, üstüme bir bir diktim de döndüm. Kalbime geri döndüm. More

Öndeyiş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bonus 1
Bölüm 7
Bonus 2
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bonus 3
Bölüm 13
Bonus 4
Bölüm 14
Bölüm 15
Bonus 5
Bölüm 16
Bonus 6
Bölüm 17
Bonus 7
Bölüm 18
Bonus 8
Bölüm 19
Bölüm 20
Bonus 9
Bölüm 21
Bölüm 22
Bonus 11
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bonus 12
Bonus 13
Bonus 14
Bölüm 26
Bölüm 27
Bonus 15
Bölüm 28
Bölüm 29
Bölüm 30
Bölüm 31
Bonus 16
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bonus 17
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bonus 18
Bonus 19
Bölüm 44
Güz Geçer
Bonus 20
Bölüm 45 • Final

Bonus 10

15.8K 1K 389
By iremmipelin


  ●SILA ASLAN●

Ekin elindeki birayı ayağımı uzattığım sehpanın üzerine bıraktı. Evine geldiğimizde Ege gelmeyeceklerini mesaj atmıştı. Nora'yı evine bıraktığını ve bara döneceğini yazmıştı. Öfkesi medcezirliydi. Ruh hali gibi... Patlamaya hazır bir bombayı andırıyordu. Fitili tutuşsa bile patlayamayan bir bomba.

"Limon istiyor musun?" diye sordu, yanıma oturmak için bacaklarımın üzerinden atlayıp kenara geçmesi gerekiyordu. Bu durum beni garip bir şekilde eğlendirdiğinden gülümsedim.

"İstemiyorum."

İki bacağımın üzerinden tek hamleyle geçip koltuğun kıvrılan köşesine oturdu. Bu koltuğu seviyordum salonun ortasını dolduruyordu, rahattı ve hepimizi birden sığdırabiliyordu.

"Uykun yok mu?" diye sordum, benim gibi yarı uzanır halde bacaklarını sehpanın altına uzattığında.

"Var." dedi, elindeki biradan uzun bir yudum almadan önce.

"Erken söyleselerdi gelmeyeceklerini ben de eve geçerdim."

Birasından bir yudum daha aldı ve altını dizine dayadıktan sonra başını çevirip bana baktı. "Neden?"

Halsizdi. İçmişti, ayılmıştı ve tekrar içiyordu. Hafif bulanık bakan gözleri, kırışan alnı ve öne doğru belli belirsiz sarkan dudakları bu yüzdendi.

Sabaha karşıydı, yorgundum, yorgundu. Yine de bu koltuğun üstünde öylece oturuyorduk. Aramız iyi değildi ama garip bir şekilde kötü de değildi. O andan sonra, çarpıştığımız ve çarpıldığımız o andan sonra hiç korktuğum gibi bakmamıştı bana. Bakma demiştim, o da bakmamıştı. Ekin böyleydi işte, bazen söylemek gerekiyordu. Bazen, farkında değilsin ama beni parçalara ayırıyorsun, demek gerekiyordu. En azından sıradan insanlar için. Ben ise ne kadar sıkarsa sıksın canım yanmıyormuş gibi bakardım gözlerine. Çünkü yanmamalıydı. İnsan bundan daha güçlü olmalıydı. Ben bundan daha güçlüydüm. Birkaç kalp kırıklığı ve sancısı ile baş edebilirdim. Saçlarım dökülmezdi, derim soyulmazdı, halsiz ve bitkin hissetmezdim. Aşk, ölümcül bir hastalık değildi. Aşk biz ona ne anlam yüklersek oydu.

Sustum... Sessizliğimi paylaşmak istediğim tek insanın yanındaydım. Nefes alış verişinin garip bir şekilde beni dinginleştirdiği tek insanın...

Ekin, deniz manzaralı yüksek bir tepeydi. Rüzgar saçlarımdan geçerken, serinlikle buluşan tenimin verdiği rahatlıkla sonsuza uzanan maviliği izleyebiliyordum onunlayken. Bazen dalgalanıyordu deniz, rüzgar şiddetleniyordu, üşüyordum. Bazen kaçıp ormanın içine saklanmak istiyordum. Bazen ise toprağa karışsın istiyordum tenim. Hepsinden önemlisi orada olduğunu bilmek güvende hissetmeme neden oluyordu. Oradaydı, hep orada kalacaktı. Hiçbir yere gitmeyen bir kara parçasıydı. Hiçbir erozyon, hiçbir deprem onu benden alamazdı. Olduğu yerde öylece duruyordu, sorun şuydu ki olduğu yerde duruyordu. Onu alıp evime götüremezdim, benimle gelmesini sağlayamazdım. Onun toprağının aşerdiği iklim benim evimdeki ile zıttı. İklimi iklimim ile uyumsuzdu. Tenindeki parlak sarı, tenimdeki koyuluğa karşıydı.

Bal rengi gözleri... Bunu hep biliyordum, gözlerinin tonunu ama hiç dışarıdan söylememiştim. Kendime bunu söyleme izni vermemiştim. Ona, güzel olduğunu düşündürecek hiçbir söz söylememiştim. O kız yapmıştı. Pembeye yakın saçları, kocaman açtığı hangi renk olduğu ile ilgilenmediğim gözleri ve arsız tavrıyla Ekin'e bal rengi gözlerinden bahsetmişti. O kız hesapsızca gözüm kapalı çizebileceğim bir suratın sanat eseri olduğunu söylemişti. Öyleydi... Eskiz defterlerim, dosyalarda saklı sayfalar dolusu kağıtlar şahitti. O bir sanat eseriydi...

Titreyen telefonum ile daldığım düşüncelerden sıçradım. Ekin'in gözleri kapalıydı, başını koltuğun sırtına yaslamıştı. Uyumuyordu, uyumadığını nefes alışından anlayabiliyordum.

Cebimden telefonu çıkartmak için biraz yükseldim. Dar pantolonum bana pek yardımcı olmasa da sonunda başarmıştım. Ekrandaki isme şaşırmıştım çünkü saat oldukça alakasız bir konumdaydı.

Aybars, yarın konuşup konuşamayacağımızı soruyordu. Ben de ona rüyasında beni görüp görmediğini sormak istiyordum ama Ekin'in bana dönen bakışları cevap yazmama engel olmuştu.

"Kim?" dedi, uykulu sesiyle.

"Aybars." dedim.

Tamam bu biraz bir kova dolusu buzun üzerine dökülme etkisi yaratacaktı ama yalan konusunda keskin kurallarım vardı.

"Sabah bile olmadı daha..." dedi.

Oturuşunu düzeltti, elindeki şişeyi sehpaya koymak için eğildi, bıraktıktan sonra ise bakışlarını bana çevirdi. Harika, geliyordu gelmekte olan.

"Sana hangi sıfatla bu saatte mesaj atıyor?"

"Arkadaşım..." dedim, gündelik bir sohbetteymişiz gibi sakince.

Tartışmak istemiyordum, rüzgar şiddetleniyordu farkındaydım ama ben usul esen meltem tenime değerken uyuklamak istiyordum.

"Ne yazmış?" diye sordu kaldırdığı kaşları ile yüzüme bakarken.

"İstersen telefonumu telefonuna senkronize edeyim, daha kolay olur?"

"Sıla..." dedi, gözlerini bu kez fazlasıyla açarak. "Cevap verir misin?"

"Verecektim, sen bölmeseydin." Telefonu görebileceğim hizaya getirip ekranı açtım.

Ekin elini telefonun üzerine kapattığında tekrar ona baktım. "Ona değil, bana."

"Mesajı okumanı istese sana da atardı diye düşünüyorum Ekin." Kaşlarımla telefonun üstünde duran elini işaret ettim. "İzin verirsen..."

Telefonu elimden çekip ayağa kalktı. Sehpanın kenarından dolanıp hızla diğer tarafa geçtiğinde bakışlarını üzerime dikmişti.

"Ekin," dedim yerimden kalkmadan. Sabırlı ve sakin olup rüzgarın yumuşamasını bekleyecektim. Sinirlenmeyecektim, sinirlenmeyecektim... "Lütfen telefonumu verir misin?"

"Sıla," dedi hala bir şekilde sakin çıkan sesiyle. "Bu adam sana neden mesaj atıyor?"

"Çünkü atabiliyor..."

"Atabiliyor." Başını hızla aşağı yukarı salladığında yerimden kalktım.

"Bir şey mi var aranızda?"

"Olamaz mı?" diye sordum. O değil miydi, eğer istediğim buysa aralarındaki çatışmayı bitireceğini söyleyen? Şimdi ne olmuştu?

"Olabilir..." dedi, hala sakin tuttuğu sesiyle. 

"Telefonumu ver Ekin."

Elini cebine atıp arabasının anahtarlarını çıkarttı. Bana doğru birkaç adım attı, sol kolumun bileğini kavrayıp elimi kaldırdı ve avucumun içine anahtarı bıraktı.

"Al."

Çatılan kaşlarım ile baktığım avucumdaki anahtardan gözlerimi ayırıp başımı kaldırdım. "Ne bu şimdi?"

"Maçı sen kazandın. Anlaşma anlaşmadır."

Ne yapmaya çalıştığını çözememiştim. Meydan mı okuyordu, teslim mi oluyordu? Kızmıştı, sakinliğini korusa da gözlerini kısışından bunu anlayabiliyordum. Anahtarları ondan zaten alacaktım ama şu an avucuma öylece bırakmalarını gerektirecek ne olmuştu onu anlayamıyordum.

Aybars'a karşı Melissa...

Bir adım atıyordu, bir adım atmam için. Atacak mıydım? Asla!

Avucumun içindeki anahtarı arka cebime sıkıştırdıktan sonra gülümsedim.

"Aybars yarın görüşmek istiyor," dedim tekrar elimi ona doğru uzatarak. "Şimdi telefonumu verirsen, uygun olduğumu yazacağım."

"Yazmayacaksın." dedi telefonumu cebine koyarken. "Çünkü uygun değilsin."

"Öyle mi? Benim neden haberim yok?"

"Şimdi oldu, yarın işimiz var."

"Hadi ya... Ne işimiz varmış bizim?"

"Barda olacağız, Ege yalnız kalamaz."

"Doğru, barı basarlarsa falan benim kesin orada olmam lazım, adamları kim dövecek yoksa." dedim alayla.

Gözlerini kısıp yüzüme bakmaya devam ettiğinde artık dayanamayacağımı düşünüyordum. Beni sınıyordu, her anı her davranışı ile sınıyordu üstelik. Durduğu yerde duruyor oluşunu kabullenmiştim, bununla yaşamayı öğrenmiştim ama durduğu yerden rahatsızmış gibi davranıp hiçbir bir şey yapmamasına dayanamıyordum.

"Ekin," dedim sabrımın son kırıntıları ile. "Ver şu telefonu."

"Sıla," dedi, derin bir nefes almadan önce. "Ege'nin sana ihtiyacı var."

"Evet," dedim ciddi ifademle. "Benim de telefonuma ihtiyacım var."

"Niye taktın sen bu herife bu kadar?"

"Ekin..." dedim, uyarı niteliğinde olmasını umarak.

Aybars tartışması yapmak için saat fazlasıyla alakasızdı. Üstelik uykum vardı, beynimin bir kısmı kapalıydı.

"Arkadaşın mı yok senin?"

"Belli bir sayıya ulaşınca daha fazla arkadaş edinilmiyor mu? Yabancı sınırı mı bu?"

Ekin odanın içinde bir ileri bir geri gitmeye başladığında tekrar kalktığım yere oturdum.

"Hem ben sana arabanı yabancılarla paylaşman hakkında karışıyor muyum?"

"Anahtarları sende olanan arabamın..."

İki elini birden ensesine koyup boynunu esnetti.

"Bunun için verdin değil mi? Telefona karşı anahtar... Kendini zeki falan mı sanıyorsun?"

"Yok," dedi omuzlarını kaldırıp indirirken. "Ne haddime benim zeki olmak falan, onlar başkasının özellikleri."

"Aybars'a takan ben değilim biliyorsun değil mi? Sensin."

Bir aşağı bir yukarı seyreden bedeni durduğunda başını bana çevirdi. Gözleri kıpkırmızı olmuştu. Bu kadar sinirlenmesinin hiçbir manası yoktu.

"Sana sordum," dedi yükselen sesiyle. "İstiyor musun, istemiyor musun, dedim."

Derin bir nefes aldı. "Sana sordum Sıla."

"Evet..." dedim, "Sordun, ben seni öpmeden önce."

Gözlerini kapattı.

Öfkeden deliren bedeni sakinleşti. Öylece salonun ortasında gözleri kapalı bir halde duruyordu. Belki zihnini susturmak için belki de anılarına kendine ulaşma iznini vermek için. Bilmiyordum, bildiğim tek bir şey vardı; onu öpmüştüm ve bu eylem boşlukta kaybolarak yok olmuştu. Onu öpmüştüm... Tüm itmelerim ve çekmelerim gibi bu öpücük de evren tarafından yutulmuştu. Biz onunla farklı dillerde aynı anlama gelemeyecek kelimelerdik. Biz onunla aynı dilde ortak bir cümlede bile duramayacak kelimelerdik. Eylemlerimiz evrende yok olmaya meyilliydi. Gitmek ya da kalmak birer seçenek değildi. Onun toprağı benim bahçemde durmuyordu işte, duramıyordu.

Yerimden kalktığım an kirpikleri aralandı. Bana bakan gözlerinde görmekten korktuğum anlam vardı. Onu öpmüştüm ve şimdi gözlerime tam da öyle bakıyordu. Tarafımdan öpülmüş gibi, öpüşüme karşılık vermiş gibi. Sanat eseri o değil de benmişim gibi. Bana böyle bakmamalıydı. Bana böyle bakması tenimin altındaki şelaleyi harekete geçiriyordu.

O sustukça su dalgalanıyordu. O geri durdukça rüzgar derimi deliyordu. O kaçtıkça ayağımın altındaki toprak çekiliyordu. Varlığım olduğu gibi olduğu haliyle yerinde duruyordu. Sorun şuydu ki, varlığım varlığına hasret kalıyordu. Buradaydı, üç belki dört adım ötemde. Bana bakıyordu, ben ona bakıyordum ama küçücük boşluktan uçurumlar açıyordu aramızda.

Bir adım attı, sonra bir adım daha... Son bir adım daha attı ve karşımdaydı.

Üç adım, üç adımlıkmış mesafemiz.

Gözleri gözlerime kenetliydi. Bir çağ kadar uzun, aldığım soluk kadar yakın bakıyordu bana. Gözleri, gözlerime yeni anlamlar ördü. Mesafeleri kısaltan anlamlar. Uçurumlar da yok olabilirdi, birden bire. O bana bakarken öğrenmiştim.

"Sanıyorsun ki," dedi nefesi kirpiklerime değerken. "Senden uzak durmak, beni yok etmiyor."

Gözlerimi kapattım. Gözlerindeki anlamlar üzerime çullanıyordu, taşıyacak kadar gücüm yoktu.

"Sanıyorsun ki," dedi nefesi biraz daha yakınıma geldiğinde. "Seni kavuran ateş, beni kül etmiyor."

İki yanımdan öylece sarkan kollarımı kendime sarmak istedim ama bedeni buna engel olacak kadar yakınımdaydı.

"Sıla, ben sana çok uzun bir yoldan yürüdüm de geldim."

Aniden gözlerimi açtığımda, çok yakınımdaydı.

"Geldin mi gerçekten?"

Gözlerinde binlerce kelime vardı. Sustuklarından taşan. Gözleri ile gözlerim artık pes etmişti. Bize, ikimize inat onlar birbirlerine saklanmadan bakıyordu. Onlar birbirlerinden kaçmıyordu. Bize benzemiyordu gözlerimiz, aynı tonda değillerdi ama aynı rengi taşıyorlardı. Gözlerimiz birbirine uyuyordu, bizim aksimize.

Ellerini kaldırıp avuç içlerini bastırarak boynumu iki yandan kavradı. Alnını yavaşça başımın üzerine yasladı. Kirpiklerim tekrar örtüldüğünde derin bir nefes aldı saçlarımın arasından.

"Kaybolup gitmesinden korkuyorum. Parmaklarımın arasından kaçıp gitmesinden..."

Kaybolup gitmesi için artık çok geçti. Bizim kadar uzun süre yan yana durup karışmamak için mücadele eden bedenlerden sızan hikayeler kaybolup gitmezdi. Bitse bile, gitmezdi.

"Bak," dedim gözlerimi aralarken. Geri çekilse de gözlerini açmadı. "Buradayım Ekin, bak."

Kirpikleri usulca kıpraştığında yeni doğan güneşten sızan ışık ile aydınlanan gözleri bal rengine büründü.

Beni birden kendine doğru çektiğinde alnım göğsüyle buluştu. İki yanımdan sarkan kollarım hasretle beline dolandı. Omzumu sıkı sıkıya saran kolları beni göğsüne daha çok bastırıyordu.

Denizden esen rüzgar melteme dönmüştü, ben hiçbir yere gitmeyeceğinden emin olduğum kara parçasının üzerinde uzanırken topraktan sızan sıcaklık tenimle buluşuyordu.

Öylesine kuvvetli, öylesine yoğun sarılıyordu ki. Boğazımdan yükselen sızı ile gözlerim dolmuştu. Yanağımı göğsüne iyice bastırdım.

Bitene kadar bizimdi.

Hiçbir şey sonsuza dek sürmezdi, evet ama şu an içinde bulunduğumuz ana sahiptik.

Kollarını etrafımdan çektiğinde yanağımı istemeyerek göğsünden ayırdım. Başımı kaldırıp ona baktığımda benden farksız olmadığını gördüm. Onun da gözleri buğuluydu. Varlığımı kendine kanıtlamaya çalışırcasına dikkatli bakıyordu yüzüme.

Baş parmağı çenemin altından dudaklarıma kaydı. Gözlerimi, gözlerinden ayırmıyordum. Onun gözleri ise dudaklarım ve gözlerim arasında gidip geliyordu. Bakışlarındaki buğu giderek yok olurken bana doğru eğildi. "Sıla," dedi baş parmağı hala dudağımın kenarını okşarken. "Seni öpebilir miyim?"

Minicik bir gülümseme ile kıvrılırken dudaklarım başımı yavaşça aşağı yukarı oynattım.

"Lütfen," dedim fısıltıyla. "Lütfen beni öp."

Dudakları dudaklarıma kapanmadan önce beni kendisine biraz daha çekti. Tek elim ensesine kaydığında parmaklarım saçlarına kavuştu. Diğer elim ise göğsünde konaklıyordu. Tek kolu belimi sıkı sıkı tutarken, biraz önce dudağımın kenarında olan eliyle çenemi kavrıyordu.

Dudaklarımın üzerine kapanan dudakları beni giderek artan bir şiddetle öpüyordu. Açlıkla, hapsoluşla, yok oluşla ama en çok teslim oluşla kıvrılıyordu dudakları dudaklarımda.

Benim iklimim onun iklimine karışıyordu. Deniz yumuşak bir rüzgarla dalgalanırken, güneş giderek daha da parlak bir hal alıyordu.

Dudakları dudaklarımı ele geçirmeye, bedeni bedenimi kendine katmaya çalışıyordu.

Şehir yeni bir güne uyanırken Ekin Göksoy beni öpüyordu. Bazen her şey bu kadar yalındı. Belki de güneş bu kez bizim için doğuyordu.

Dudaklarını dudaklarımdan zorlukla ayırdığında uykusuz gözleri, ona teslim olmuş bakışlarım ile buluştu.

Gülümsedi, gülümsedim.

Belimdeki eli bileğimi kavradığında, geriye doğru adımlayarak koltuğa oturdu. Beni yanına çekmeden önce uzandı, gözlerini benden bir saniye bile çekmeden yanına uzanmamı sağladı. Kolu ile belimi sarıp bedenimi bedenine bastırdığında, yanağım tekrar göğsü ile buluştu.

"Uyandığımda," dedi mırıltıyla. "Burada ol."

Dudakları saçlarıma değerken gülümsedim. Başımı yavaşça kaldırıp kapanan gözlerine baktım. Gözlerini açmadan tekrar mırıldandı.

"Kaybolup gitmesine izin verme..."

Continue Reading

You'll Also Like

4.4K 290 44
Kalbi Al Bayrağın ufkuyla battığı yönde doğmuş bir Nebula. Yüreği aşık, yüzü ak, elleri nasır, gözü keskin... Vatan için doğmuş bir üniforma aşığı...
OĞLANCI | BXB By Lord

General Fiction

2.9M 215K 51
{Tamamlandı} {texting-düz metin} Ablasına asıldığını düşündüğü adama atar mesajı atan liseli bir çocuk en fazla ne kadar absürt fakat bir o kadar da...
1.6M 51.3K 17
Bir evin bir kızı değilim ama bir evin üç kızının en küçükleriyim. Bu sebeple küçük numara olmanın avantajını sonuna kadar kullanmaktan geri durmadım...
1.6M 113K 28
Onların kaderi yıllar önce yaşanmış tek bir gece sayesinde birleşti. Bir anda karşısına çıkan ve peşini bırakmayan Atmanlı aşireti genç kızın bütün s...