İLKYAZ

By iremmipelin

1.2M 69.6K 30.7K

Geri döndüm. Tek tek söküp attığım ne varsa, üstüme bir bir diktim de döndüm. Kalbime geri döndüm. More

Öndeyiş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bonus 1
Bonus 2
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bonus 3
Bölüm 13
Bonus 4
Bölüm 14
Bölüm 15
Bonus 5
Bölüm 16
Bonus 6
Bölüm 17
Bonus 7
Bölüm 18
Bonus 8
Bölüm 19
Bölüm 20
Bonus 9
Bonus 10
Bölüm 21
Bölüm 22
Bonus 11
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bonus 12
Bonus 13
Bonus 14
Bölüm 26
Bölüm 27
Bonus 15
Bölüm 28
Bölüm 29
Bölüm 30
Bölüm 31
Bonus 16
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bonus 17
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bonus 18
Bonus 19
Bölüm 44
Güz Geçer
Bonus 20
Bölüm 45 • Final

Bölüm 7

21.1K 1.3K 477
By iremmipelin


"Love will remember you, love will remember me.
I know it inside my heart.
Forever will, forever be ours...
Even if we try to forget, love will remember."

Aşk seni hatırlayacak, aşk beni hatırlayacak. 
Bunu kalbimin içinden biliyorum.
Daima; daima bizim olacak...
Unutmaya çalışsak da, aşk hatırlayacak.


🌸

Küçük bir kızken eşyalarıma normalden daha fazla bağlanırdım. Gözleri açılıp kapanan, karnına basıldığında sesler çıkartan ve mama yedirilebilen neredeyse yeni doğmuş bir bebek boyutunda olan bebeğimi artık onunla oynayamayacak kadar büyüdüğümü düşünerek iş arkadaşının benden iki yaş küçük kızına vermişti babam. Henüz 9 yaşımdaydım ve benim yaşımdaki çocuklar eşyalara bu denli bağlanmamalıydı çünkü gerçek değillerdi ama öyle değildi işte, bebeğimin elimden alındığı günü asla unutmadım. Benim olan, bana ait olan ve bana ait olmaktan memnun olduğuna inandığım bir şey benim iznim olmadan başkasına verilmişti. Üstelik o başkasının onu hak ettiğini asla düşünmüyordum. Hak etmiyordu da. Babam sınırı aşmıştı, 9 yaşımda olmam bunu fark etmeyeceğim anlamına gelmiyordu. Bebeğimin artık o kızda olması gerektiğini belli ederek davrandığında içimde yükselmeyen başlayan tüm seslerin nasıl olup da dışa vurmadığına hayret etmiştim. Sessizliğimi koruyarak o kızın teşekkürlerini ve mutluluk cümlelerini dinlemiştim. Bu konuda bir şey yapmam gerektiğini düşündüğümde ise henüz intikam kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyorum. İntikam çocukken öğrendiğim bir oyundu benim için. Her zaman bu konu adaletli olmuştum. Canım ne kadar yandıysa o kadar yakıyordum, nereden yanmışsa oradan... Sınırı da sınırın geçilmeyeceğini de böyle böyle öğretmiştim kendime. O bebek bana babamın ailesindeki belki de tek sevdiğim kişiden hediyeydi, babamın kuzeni Betül abladan. Babamın arkadaşı ve elinde benim bebeğimi tutan kızı evden ayrıldıktan sonra, babamın çalışma odasına girip üniversiteden arkadaşı Rıfat abinin hediye ettiği babamın adının yazılı olduğu camı alıp duvara fırlatarak kırmıştım. Odaya girdiğinde tüm kanıtların ortasında ona gözlerimi dikerek bakıyordum. O zaman büyük cümleler kurabilecek olsam ona 'eşitlendik' derdim ama sadece bunu açıklayan gözlerimle karşısında durdum. O günden sonra bu benim için bir kural, bir yasa haline geldi. Biri benden bir şey aldığında ben de ondan aynı derece önem taşıyan bir şey alırdım.

Aybars Atahan ise tam olarak ihtiyacım olan kişiydi.

Ne derler bilirsiniz, intikam her zaman soğuk yenmez.

"Biraz konuşalım mı?" diye sordu, Aybars mavi gözleri sayesinde uğraşmadan edindiği büyülü bakışlarını gözlerime diktiğinde.

Biraz önce indiği siyah arabaya doğru iki adım atıp sırtımı arkasına yasladım. "Dinliyorum."

Beni baştan ayağa kibarlığını koruyan bir önlemle süzdüğünde dudağının sol kenarı hafifçe yükseldi.

"Tahmin ettiğimden daha güzelsin."

Dudaklarımı öne doğru uzatıp başımı sabit bir ritimle salladım.

"Bildiklerim hakkında konuşacaksak..." Kaşlarımı çattığımda minik bir kahkaha attı.

"Beni karşında gördüğüne şaşırmadın?"

Kollarını göğsünde bağladığında bacaklarını hafifçe iki yana açarak karşımda durdu. Açık mavi gömleğinin kolları geniş omuzları dolayısıyla sıkışmıştı. Sporcu olduğunu baştan ayağa haykırıyordu, duruşu bile yıllarımı bu işe verdim der gibiydi.

"Kötü haberlerin erken yayılmak gibi bir huyu vardır."

Gözlerini kıstı, oyuncu bir ifadeyle gülümsedi. "Kötü mü, işte şimdi kalbim kırıldı."

"Hadi ya," dedim, yüzümü buruşturup onun gibi oyuncu bir ifade edinerek. "Neyse artık, Ekin'in çıkamadığı maça sayarsın."

"Ekin Göksoy..." Başını havaya kaldırıp güldü. "Fazla dişli bir rakip."

"Rakip?" Kaşlarımı çatıp gözlerimi kıstım. "Bak bunu ilk kez duyuyorum işte. Birinin Ekin'i rakibi olarak görebilmesi için, cidden iyi olması lazım."

"Bir gün gelirsin izlemeye, kendin karar verirsin."

"Nasıl olsa Ekin'in takımı ile maça çıkmayacak mısınız? O zaman en önden izleyeceğim zaten..." Son anda bir şey hatırlamış gibi yüzümü buruşturdum. "Gerçi gözümü bizim çocuklardan ayıramam, malum top hep onlarda olacağından."

Başını hızla iki yana sallarken bir adım daha yaklaştı. "Bence basketboldan anlamıyorsun."

Kollarımı çözüp ellerimi arabanın güneşten dolayı ısınan yüzeyine yasladım. "Bence karşındakini fazla küçümsüyorsun."

"Öyle olsaydı burada olmazdım."

Niye burada olduğunu ikimiz de biliyorduk. Kafamdaki sesler duygularım ile çıkmaza girmediği zamanlarda gereksiz sorular sormazdım. Aybars'a neden buradasın, diye sorarak zaman kaybedecek değildim. Neden burada olduğunu bilecek kadar Aybars gibilerini tanırdım. Ben onun oyununa eklenecek içeriden bir kaynaktım, beni yanına çektiği an Ege'ye karşı öne geçecekti. Bir şeyler planladığı her halinden belliydi ama atladığı bir nokta vardı, ben başkalarının planlarına göre oynamazdım.

"Sonuca doğru ilerlerken bölmeyeyim ben, devam et."

"Seninle ortak bir çıkarımız var," dedi, konuya girerek. "Sana ne kadarı anlatıldı bilmiyorum ama bu hikayede kullanılan taraf benim. Ve kanımı yerde bırakmak gibi bir niyetim yok."

Gözlerimi kısarken başımı arkasında bir noktaya çevirdim. "Birazdan kadraja fedailerin mi girecek?"

"Genelde tek çalışırım." dedi, oyunuma devam ederek.

"Bak," dedim, yaslandığım yerden ayrılıp tam karşısında durduğumda. "Kafanda ne var bilmiyorum, anladığım kadarıyla beni oyuna dahil edip Berrak'ı geri almak istiyorsun..."

"Yanlış." dedi, cümlemin devamını beklemeden. "Onu geri istemiyorum, ona duyduğum aşk benim içimde çözeceğim bir sorun ama beni rezil etmesi... Bak işte bunu herkesin gözü önünde çözmem gerekiyor."

"Benden ne istiyorsun?" dedim, ne istediği açıktı ama ayrıntılara ihtiyacım vardı.

"İş birliği istiyorum. Sana arkadaşlarını sat demiyorum, satmazsın da zaten." Durup mavi gözlerini açarak kahverengilerime baktı. "Satar mısın?"

Güldüm. "Ege ile düşmanlığını anlıyorum... Yani hak vermiyorum da sebebini görüyorum ama Ekin?"

"Nora," dedi, böyle bir şeyi sormuş olmama şaşırır bir hali vardı. "Sadece görünüşten ibaret olmadığını biliyorum. Güzelsin, gerçekten güzelsin."

Bunu öyle bir yavaşlıkta, kendine kabul ettirerek söylemişti ki... Takdir için teşekkür etmem mi gerekiyordu?

"Ama seni özel yapan güzelliğin değil."

"Neymiş?" diye sordum, gerçekten bunu merak ediyormuşum gibi. Beni özel yapan birçok şey vardı ve benim bunların hiçbirini Aybars'ın ağzından duymama gerek yoktu.

"Sen sıradan bir kız değilsin. Sen Ege'nin kızısın."

Güldüm. Ona doğru bir adım attığımda kollarımı göğsümde bağladım. "Bu size haz veriyor değil mi?" diye sordum, kaşlarımı kaldırarak. "Sevdiğiniz ve sizi seven kadınları iyelik ekleri ile prangalamak?"

Öyle güçlü bir kahkaha attı ki bir adım uzaklaşmam gerekti.

"Berrak hiç benim olmadı," dedi, bir önceki iğnelememe cevap verme gereği duymadan. "Onun gözleri hep Ege'yi aradı. Bunu biliyordum, söylememişti ama işte biliyordum. Sonra bana gelip söyledi, ona kızmamamı rica ederek, başka birine aşık olduğunu söyledi. Sorduğum ilk şey neydi biliyor musun?"

Duraksadığında araya girmem gerektiğini anladım. Oysa ben araya girmek istemiyordum ben artık sadede gelmek istiyordum.

"Ne?" diye sordum, alaycı bir merakla.

"Aşık olduğu kişinin ona aşık olup olmadığı. İşte senin adını ilk orada öğrendim. Berrak senin gibi değil. Hiç alakanız yok."

"Teşekkürler." diye mırıldandım.

"Ege sana aşıksa Berrak'a olamaz, Berrak'a aşıksa da sana hiç olmamıştır."

"İnsanlar bazen birbirinden farklı kişilere de aşık olur... Genellemelere gönlünü kaptırmanın özel bir nedeni var mı yoksa hoşuna mı gidiyor?"

"Anlamıyorsun," dedi başını eğip gözlerimin içine bakarak.

Başımı kaldırıp yerimde dikleştim. Kısa boylu sayılmazdım, boyum oldukça kararındaydı ama çevremde boynumun evrimleşmesine neden olabilecek boyutta uzun boylu erkek vardı.

"Sen güzelsin, akıllısın, çekicisin ve kendinin farkındasın. Berrak öyle değil. O güzelliğinin farkında bile değil, özgüveni ise senin karşında sönmüş bir balon."

"Çok üzüldüm gerçekten, bunu uygun bir anda kendisi ile konuşmamı ister misin? Hatta babamın kütüphanesindeki eski kitapları başının üstüne koyup yürümesini de sağlarım, ne dersin?"

"Ege... O Berrak'ı kullanıyor. Berrak'ın ona olan zaafının farklında, seni kendisinden uzak tutmak için belki, canını acıtmak için belki de, bilmiyorum. "

Cümleye devam etmeden önce elimi kaldırıp susmasını sağladım.

"Ege'yi tanımıyorsun."

"Tanımak da istemiyorum. Ben Berrak'ın gözünü açmak istiyorum bunu yaparken de canı yansın istiyorum."

Anlamamıştım. Buraya kadar her şey bir şekilde yerine oturuyordu ama can yakmak? Ege'nin değil, Ekin'in değil, benim hiç değil... Berrak'ın? İntikam konusunda tavrım 9 yaşımdan beri bir gün bile değişmemişti. Benden ne alındıysa, ne kadar alındıysa... O, o kadar.

Benden Ege alınmıştı ama alındığı yerde onu bırakıp giden bendim. Bugün yaptığımız konuşma düşünülürse belki de gerçekten alınmamıştı. Berrak'a aşık değildi bunu biliyordum ama bana aşık mıydı hala işte bu bilinmeyen kısımdı. Aybars'ın planı da bilinmeyen kısımdan bana gülümsüyordu. Üstelik can yakmaktan bahsediyordu. Ben can yakmak istemiyordum, en azından Ege'nin canını yakma bahsi benim yanımda konuşulamazdı dahi. Ege'nin canı benim canımdan öteydi, gerekirse kendi canımı yakardım. Ama Ege'nin... Asla.

"Benimle misin?"

Yüzüne baktım, mavi gözleri hevesle parlıyordu belli ki içinde bulunduğu durumdan zevk alıyordu.

"Öyle görünüyor..."

Biraz önce kestiği yoluma devam etmeden önce omzumun arkasından bakıp gülümsedim.

"Telefonlarımızı alıp saatlerimizi ayarlamamız gerekmiyor muydu?"

Gülüşüm biraz daha büyüdü. "Akşam Ege'nin barında ol, minik bir şov yapalım."

"Çabuk girdin havaya..." dediğini duydum ondan birkaç adım daha uzaklaştığımda.

Taksi durağına ulaştığımda sıradaki taksiye binip İstanbul'dan gitmeden önce alışveriş yapmayı en çok sevdiğim yerin adresini söyledim.

Taksi ana yola çıktığında hafif sesle bir şarkı çalıyordu. İstanbul'un yoğunluğu henüz yola dökülmemişti. Telefonumu çıkartıp mesaj kısmına girdim. Ekin Göksoy, yazan yere tıklayıp bir saat sonra Ege'nin barında olmasını söyledim. Mesajlarıma genelde bir iki dakika içinde cevap yazardı bu kez görüldü dahi yapılmamıştı. Telefonu tekrar çantama bıraktığımda çalan şarkıya odaklanmak istedim, aklımdaki düşüncelerin bir nebze olsun rahatlaması için. Bu şarkıyı biliyordum, bu şarkıyı güzel bir günden biliyordum.

"Bir daha söyle..." diye mırıldandığımı hatırladım. Lisenin son senesiydi. Mezun olmak üzere ve aşıktım. Aşıktım ve ayaklarım yerden çok yüksekteydi. Üstelik öylesine birine de değil Ege Fırtına'ya aşıktım. Ege'nin son senenin baskısına inat kurduğu müzik grubunun provalarından birindeydik. Grup provadan sonra evlere dağılmıştı ben sahnenin zeminine oturmuş Ege'nin gözlerinin içine bakıyordum, tekrar çalsın diye.

Taksi şoförüne doğru hafifçe eğilip "Sesi biraz açabilir miyiz?" diye sordum. Anımın tadını çıkarmak istiyordum ama anımı hatırlatan şarkının sesi çok düşüktü. Şoför dikiz aynasından bana başını salladığında sesi biraz daha açtı.

"Tamam," demişti Ege baterinin taburesinden kalkıp eline gitardan birini aldığında. "Ama gitarla çalayım bu kez."

Ellerimi birbirine çarparken tüm dikkatimle onu izliyordum.

"Geceler boyu sesine uyandım, sen sandım ellere uzandım. Sana değil kendime kızardım ben. Sen giderken..."

Şarkıya minik bir mırıltıyla eşlik ediyordum, o ise tam karşıma oturmuş bağdaş kurduğu bacaklarının üstünde gitarını tutarken bile bir rock yıldızına benziyordu. Ege Fırtına her yerde ve her konumda parıldayan bir yıldızdı. Benim gökyüzümdeki en eşsiz, en yeri doldurulamayan yıldız.

"Aramadım ama elim gitti telefona, soramadım ama kalbim yine yan yana. Saramadım o belinden bir daha. Sen giderken..."

Radyodan yükselen şarkının zamanda yolculuk yapmama neden olmasının yanında şu anki halimize de gönderme olan sözleriyle gülümsedim.

Ege Fırtına, yine tüm yollarım sana çıkıyor.

"Saydım kaç gün oldu, saydım kaç geçe doldu... Saydım, her gün aynı. Dön, dön istersen."

Şarkı bittiğinde kafamın içinde lisedeki haliyle duran Ege'ye gülümsedim. O zamana dönmeyi öyle çok isterdim ki, belki bir şeyleri yoluna sokabilirdim. Bir şeyleri yoluna sokabilmek için çok daha eskiye gitmem gerekirdi ama Ege korkmadan, çekinmeden, bağıra bağıra onu sevdiğimi söylemek istiyordum. Bu şu an içinde bulunduğum konumda mümkün bile değildi. Bunu yapabilmek için birkaç yıl öncesine gitmem gerekiyorduysa da seve seve yapardım.

Alışveriş merkezinin önünde durduğunda araç hazırladığım parayı uzatıp indim. Etrafa hızla göz gezdirip binaya doğru ilerledim.

Önce bir kahve içip sakinleşmem ve aklımı toparlamam gerekiyordu, ardından işlerimi halletmeliydim. Telefonumu çıkarttım, Ekin'e attığım mesaj iletilmişti ama hala görülmemişti. En yakın zamanda görmesi gerekiyordu, geç kalmaması gerektiğini yazan bir mesaj daha yollayıp telefonu çantama attım. İlk olarak kahve dükkanına doğru ilerledim.


Alışveriş merkezinde harcadığım bir saat on beş dakikanın sonunda Ekin Göksoy mesajıma cevap vermekle kalmamış bizzat beni almaya gelmişti. Neyse ki hızlı hareket eden bir yapısı vardı. Bir şeyleri planlayıp planlarını yürürlüğe sokma süresi benim onda birim kadar falandı.

"Saçına bakım mı yaptırdın?" diye sordu arabaya bindiğimde.

"Göz değil sendekiler, mikroskop."

Ekin arabayı çalıştırıp yola çıktığında güldü. "Kadın ruhundan anlıyorum diyelim."

"Cık," dedim, kemerimi takarken. "Kadın ruhu üstüne doktora yapıyorsun sen, anlamak değil bu?"

Aklıma gelen fikir ile gülümserken yerime yerleştim. "Sıla'nın saçları mı uzamış, ayda bir kestirme takıntısı geçti mi?"

"İki hafta önce kestirdi." dedi, dikkatini yoldan çekmeden.

Gülümsedim. "Hadi ya, rengi de koyu geldi bana."

"Yok, aynı renk bu yaz çok denize girmedi, açılmamıştır."

Ekin küçük oyunumu fark etmeden keyfim kaçmıştı. "Annesi yüzünden mi?"

Yüzü hızla bana döndüğünden, tek eliyle tuttuğu direksiyonu sertçe sıktı. "Annesi ile ne alakası var?"

Ekin, kolay kolay ağzından laf alınmayacak olanlardandı. Zekası hep onu insanlardan birkaç adım önde tutardı. Asla gaza gelmez ve olaylara hiddetle girmezdi. Başka birisi olsa Aybars bugün o mesajı attığında anında kavgaya giderdi ama Ekin gitmezdi. Ekin zekasının tek seferde çözemeyeceği konular üstüne daha çok yoğunlaşır ve düşünürdü. Bileğine güvenmezdi ama güvenseydi de bu konuda da başarısız olmazdı. Söz konusu Sıla olduğunda ise gardını en yakınına bile gösterirdi. Bana bile... Nasıl ki benim için Ege'yi karşısına alıyorsa, Sıla için de beni alırdı. Kendine bile itiraf edemeyeceği şey ise, Sıla için kendini de karşısına aldığıydı.

"Ege söyledi."

Başını tekrar yola çevirdi. Kaşlarını çattı, bu kez iki eliyle birden tutup sıktı direksiyonu.

"Sıla bilmeni istemiyor Nora, bu konuda onunla o izin verene kadar konuşma."

Cümleleri o kadar keskindi ki, ürperdiğimi hissettim.

"Beni affetmeyecek." dedim, bu konuda bana asla izin vermeyeceğini belirtircesine.

"Hiç af dilemedin."

Sırtımdan yüklesen ürperti ile dizlerim uyuşmuştu. Başım hızla yola döndüğünde boğazımda bir sızı hissettim.

"Ekin..." dedim, gerilen atmosferin verdiği huzursuzlukla.

"Sıla ile konuş ama annesi konusunu açma. Anlatırsa anlatır. O Ege'nin de... Neyse."

"Ege'ye neden öfkelisin?" diye sordum, konuyu benden uzağa çekmeye çalışarak.

"Öfkeli değilim, yanlış adımlar atmasına kızıyorum."

"Ege senin yapışık ikizin değil, bazen senden farklı adımlar atabilir."

Güldü. Canımı yaktığını biliyordu. Canım yandığında aynı düzeyde can yakardım, bunu da biliyordu.

"Bunu Ege'yi barda Berrak ile gördüğünde tekrar söyle, olur mu?" dedi, barın olduğu ara sokağa girdiğinde araba.

"Söylerim, sen de kendine bir içki söylersin tam o anda." dedim, araba da aynı anda durduğundan kemerimi çözüp beklemeden kapıyı açtım.

Ön tarafa park etmişti bu kez. Büyük siyah harflerle Kuzgun yazısının kenarında duran kuzgun sembolünün olduğu tabelanın altındaki ikili kapıyı iterek içeri girdim. Bar henüz boştu, zaten iş çıkış saatinin gelmesine bile bir saat vardı. Barın dolmaya başlaması ise nereden baksak iki saati bulurdu. İki saat benim için yeterli süreydi neyse ki.

Ekin de ardımdan içeri girdiğinde tezgahın arkasında duran tanımadığım adama baktım. Uzun saçlarını ensesinde bağlamıştı, elindeki cam bardağı kurularken bütün dikkatini vermişti. Uzun sakalları vardı ve üzerine deri bir yelek giymişti. Deri yelek modasının ben doğmadan önce bitmiş olması gerekmiyor muydu?

"Tunç."

Ekin adama doğru seslendiğinde bardaktan bakışlarını kaldırıp bize baktı. Ekin kısa bir selam verdikten sonra barın arkasına geçip kurulanan bardaklardan birini alarak içine bira doldurdu.

"Ege nerede?" diye sordum tezgaha yaklaştığımda.

"Sen Nora mısın?" dedi, tezgaha yaslanmış beni süzüyordu. Bariz bir şekilde süzüyordu üstelik.

"Çok mu belli oluyor?"

"Gözlerin," dedi işaret parmağını bana doğru uzatarak. "Ben buraların sahibiyim, diye bağırıyor."

"Öyle bakar o, herkesin sahibi gibi bakar." dedi, Ege içerideki odadan çıkarken. Ya da depodan... O kapının arkasında ne olduğunu henüz bilmiyordum.

"Konuşmamız lazım." dedim, söylediği cümlenin ağırlığını şimdi düşünmeyecektim.

Odama ulaştığımda ve topuklularımı ayağımda çıkarttığımda gardımı indirme hakkım vardı ama savaş silahlarım hala üstümdeyken mızmızlanmayacak kadar kendime saygı duyuyordum.

"Ne konuşacağız?" diye sordu Ege kaşlarını kaldırdığında.

Oysaki iki saat önce takside onunla en güzel zamanlarımı hatırlarken gözlerinde gördüğüm sevgiyi hemen karşımdaymış gibi hissediyordum. Şimdi ise yine bir çift donuk ela ile karşı karşıyaydım.

Oysa ben de geceler boyu sesine uyanmıştım, o sanıp ellere uzanmasam da.

Ege'nin biraz önce çıktığı kapıya doğru ilerlediğimde bir el kolumu tuttu ve olduğum yerde kaldım.

"Nereye gidiyorsun?" diye sordu Ege gözlerini üzerime diktiğinde.

Birisi şu adama artık el gibi bakmamasını söyleyebilir miydi? Bu Sezen Aksu da olabilirdi elbette. Çünkü benim sana gülmeler yaraşır güzellemesine bile gücüm yoktu. Güz gibi ayrılık taşıyan da bendim zaten...

Gerçi şarkının başı beni suçlu çıkartırdı, neyse ne...

"Üçümüzün konuşması lazım, yalnız." dedim.

"Berrak uyuyor." dedi.

Aralık kapıya, kolumu tutan eline, bir de yüzüne baktım tek tek.

Vazgeçtim, el gibi baksındı lütfen, baksındı çünkü ben de gayet el hissediyordum. Sağ olsundu, iki günde silip atmıştı içimden bütün aitliği.

Ekin elinde bira dolu bardak ile yanımıza ulaştığında bakışlarımı hala gözlerinden çekmemiştim.

Kolumu bıraktı. "Yukarı çıkalım." dedi.

Yukarı?

"Fırtına yiyecek bir şey var mı dolapta?" diye sorarken Ekin biraz önce karşısında durduğumuz kapının arkasında bir yere ilerleyip yukarı doğru çıkan demir merdivenlere yöneldi. Ben de arkasından ilerlerken topuklu ayakkabının dar merdivenle pek anlaşamadığını bildiğimden yavaşladım.

Ege'nin hemen arkamda olduğunu biliyordum, geçmesi için kenara çekilmiştim ama geçmemişti. Buradan düşmem için dikkat etmediğim bir saniye yeterliydi. Bir an için bu sebeple geçmediğini düşündüm ama biraz önce gözlerime bir yabancıymışım gibi bakan birinin düşmemem için tedbir alacak olması fazla ironik olurdu.

Merdivenlerin bittiği yerden bir oda başlıyordu ve oldukça büyük bir odaydı, ortada iki kişilik bir yatak ve köşede minik bir mutfak vardı. Küçük bir dairenin odalara bölünmemiş haliydi.

Merdivenin bitiminin paralelinde duran siyah deri koltuğa oturduğumda Ekin de hemen karşıdaki koltuğa oturmuştu. Ege ikimizin de yanına oturmak yerine köşede duran sallanan okuma koltuğuna oturmuştu. Eşyalar birbirlerinden çok alakasızdı ama bir yandan birbirlerine uyum halindeydiler. Demek ki Ege burayı kendine ev yapmıştı. Öyleyse aşağıdaki oda neydi?

"Sevgilin..." dedim, biraz önceki cümlenin acısını çıkartırcasına bastırarak. "Neden buradaki yatakta uyumuyor?"

Yatağınızda demek için başladığım cümleyi son anda değiştirmiştim. O kelimenin Ege'den çok benim canımı yakacağını biliyordum.

"Aşağıda küçük bir oda var," dedi, gözlerinde açıklamaya çalışır bir hal vardı. Oysa biraz önce ne güzel de meydan okuyordu elalar.

Etrafa baktım. "Güzel olmuş." dedim.

Yokluğumda var ettiği evin ortasında olmak boğazıma bir düğüm daha eklemişti. Burada ilk anımız şu andı. Ağzımdan çıkan ilk cümle ise başka bir kadının sevgilisi olduğunu söylememdi.

Aşk affeder miydi? Aşk şu anı da affeder miydi? Peki ya, hatırlar mıydı, bizi? Biz unutsak, aşk hatırlar mıydı?

"Ne konuşacaktın?" diye sordu Ekin.

"Aybars." dedim, ne kadar çabuk konuya girersem o kadar çabuk dağılırdı hüzünlü atmosfer.

Ege'nin kaşları çatıldı. Ekin ne zaman aldığını fark etmediğim elmayı yemeyi bıraktı ve koltukta öne doğru kaydı.

"Senin evden çıktığımda karşıma çıktı. Benimle iş birliği yapmak istiyor."

"Canına susamış." dedi, Ege yerinden kalktığında.

"Yok," dedim, sakin olmasını bağıran gözlerimi üzerine dikerek. "İntikama susamış."

"Nasıl bir iş birliği yapacakmış seninle?" diye sorduğunda Ekin bakışlarımı ona çevirdim.

"Şöyle," dedim, bir bacağımı diğerinin üstüne atıp arkama yaslanırken. "İkimizin de ortak bir amacı olduğunu düşünüyor. Eğer iş birliği yaparsak bu amacı elde edebileceğimize inanıyor. Berrak'ın canını yakmak istiyormuş. Aklında ne var bilmiyorum ama kullanıldığına inanıyor ve Ege'nin Berrak'ı kullandığına."

"Siktirsin!" dedi Ege, kastığı çenesini kaşırken.

"Tabii ben de aynen öyle söyleyebilirdim, kabul ettiğimi söylemeseydim. "

"Ne?" Ege bana doğru eğildiğinde gözlerinden alev çıktığına yemin edebilirdim.

"Teklifini kabul ettim işte. Ne, ne?"

"Nora sen aklını mı kaçırdın?" diye bağırdı bu kez. Duvarların titreyip titremediğini merak ettim neyse ki bina taştı.

Tam olarak değil.

"Ege haklı," Ekin sakince konuştuğunda Ege duruşunu düzeltti. "Aybars yaklaşmanı isteyeceğimiz birisi değil."

Alayla güldüm. "Sen istemezsin, Ege bunu neden umursasın?"

Ege biraz önde kalktığı koltuğa oturup dirseklerini dizine yaslayıp yüzünü avuç içlerine kapattı.

"Aybars sandığından daha tehlikeli birisi."

Omuz silktim. "Tamam işte ben de size haber veriyorum, oyunu her neyse lehimize çevirebiliriz."

"Casus musun sen? Özel eğitim mi aldın, ne bu tavırlar? Oyunu lehimize çevirirmişiz. Nora ne oyunu?"

Ege yüzüme öylesine bir öfkeyle bakıyordu ki döndüğüm gün -yani dün- okulda beni ilk gördüğünde bile böyle bakmamıştı.

"Size haber vermeyebilirdim, bana neden kızıyorsunuz?"

"Haber vermeyebilirdin, haklısın ne çabuk unuttuk değil mi huyunu?"

Bacağımı indirip oturuşumu düzelttim, öfkeden kavrulan gözlerine baktım Ege'nin.

"Karışma bu işe Nora," dedi Ekin, araya girerek. "Lütfen, uzak dur."

"Duramam artık, buraya çağırdım."

Ekin'in gözleri büyürken ağzını açtığında Ege elini ona doğru uzatarak susturdu. Gözlerini gözlerime dikti, bakışlarındaki yoğunluk öylesine derindi ki. Suçlu olduğum her şey için dizimin üstüne çöküp af dileyebilirdim. 9 yaşımda kırdığım babama ait olan isimlik için bile.

"Çık git," dedi, Ege sinirle soluyarak.

"Ege." dedi, Ekin. Bağırmamıştı ama sesi sertti.

"Oyunmuş..." yerinden kalktı tekrar. "Aybars senin onunla oyun oynayabileceğin birisi mi Nora?" diye bağırdı bu kez.

"Sen o oyunlarını sadece bize oynayabilirsin, bu kadar mı safsın? Sadece bana söker o tavırların, Ekin'e işler. Biz seni gözümüzden sakındığımızdan o da. Sanıyor musun ki bir başkası seni parmağının ucuna batacak dikenden korur? Ne sanıyorsun dünyayı, senin oyun alanın mı?"

Yerimden kalktım. Tam karşısında durdum. "Ekin," dedim bakışlarımı Ege'den çekmeden. "Bizi yalnız bırakır mısın?"

Ekin yerinden kalktı, merdivenlere doğru ilerledi ve aşağı indi. Bakışlarımı gözlerinden bir an için ayırmadım. İtiraz etmedi, Ekin'e gitme demedi ama birkaç dakika önce beni kovmuştu. Ona da sıra gelecekti.

"Sana söker öyle mi?" diye sordum.

"Zor yoldan öğrenme diye, baştan uyarıyorum. Düştüğünde, sadece dizlerin kanamaz her zaman."

"Hani bugün bana sordun ya, kimsin sen, diye. Sen söylesene Ege Fırtına, sen kimsin? Kimimsin?"

Gözlerini kıstı, burnun üstü belli belirsiz kırıştı. Buğday sarısı teni loş ışıkta bile parlaktı. Saçlarının üstü karışıktı ama alnına dökülmüyordu. Dudakları sinirlendiğinde hep dişlediği için olduğundan kırmızıydı. Bir adım ötemde, bin adım uzaktı duruyordu. Aşılmaz değildi ama aşmama izin vermiyordu. Uzansam tutardım oysa...

"Hiç kimseyim."

Sesi aramızdaki boşluğa çarptığında görmeyi reddettiğim ve varsa etrafa saçılmıştı.

Onu terk etmiştim. Bırakıp gitmek gibi değil, arkada bırakmak gibi. Kaçıp gitmek hiç değil, onsuz gitmiştim. Onu hiç saymıştım, kendimden uzağa itmiştim. Oysa bilmiyordu kendimden uzağa düşen ilk bendim.

"Hayır," dedim bakışları hala tüm yoğunluğu ile gözlerimdeyken. "Sen benim sabitimsin."

Alayla güldüğünde gözleri gözlerimden çekildi. "Bari mesaj atsaydın gittiğin yerden. İngiltere'deyim stop, diye."

Dolan gözlerime inat gülümsedim. "O zaman telgraf olurdu, çağımıza pek uygun değil."

"Çağımıza, haber vermeden çekip gitmek uygun mu?"

"Değil," dedim bir damla yaş süzülürken sol yanağımdan. Keşke bir kere daha sarılsaydı, buradaydım işte, bir kere daha hissetseydi.

"Kaç şiirse öderim."

Lisedeyken Ege şiir okumayı çok severdi, ben ise şiirleri fazla duygusal bulduğumdan okumaktan hoşlanmazdım. Ne zaman tartışsak ya da ikimizden biri hata yapsa Ege'nin bulduğu ceza yöntemi uygulanırdı. Kim haksızsa, o diğerine ertesi gün mümkünse duruma uygun yoksa istediği bir şiir bulur el yazısı ile güzelce yazar getirirdi. Böylece ikimizde birbirimizin el yazılarını taşıyan şiirlerle özür dilemiş olurduk. İma ettiğim hatıra ile Ege'nin gözlerinde kısa süreli bir parıltı gördüğümde yaşaran gözlerimin aksine gülümsedim.

"Ödeyemezsin." dedi, önümden çekilip merdivenlere yöneldiğinde içine hapsolduğumuz duygu yoğunluğundan sıyrılmak istercesine hızla ilerledi.

Ödeyemezdim belki ama en azından denerdim. Deneyecektim de, hemen şimdi.

"Gitmek mi, yitmektir kalmak mı, artık bilmiyorum.

Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep

ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.

Bilemem, belki bu yüzden,

ben sana yanlış bir yerden edilmiş

bir büyük yemin gibiydim.

Beni hep aynı yerimden yaralayan o eve,

yine de döneyim döneyim istedim."**


*Birhan Kesin

Continue Reading

You'll Also Like

OĞLANCI | BXB By Lord

General Fiction

2.9M 215K 51
{Tamamlandı} {texting-düz metin} Ablasına asıldığını düşündüğü adama atar mesajı atan liseli bir çocuk en fazla ne kadar absürt fakat bir o kadar da...
7.4K 1.7K 49
Bazen aşk, çok karmaşıktır.
RUH-U REVAN By İ.

Teen Fiction

6K 372 5
Her yeni şehir, aynı zamanda yeniden doğuş anlamına gelir. Savcı Dilşah Sancak, yıllar önce babasını kaybetmesine sebep olan, çocukluğunun geçtiği M...
451K 26K 30
Şafak aydınlığa çok yakın! Şafak gökyüzünü sarıyor. Şafağın sardığı gökyüzüne kimse engel olamazdı. Babamdan, bana kalan bu kutsal aşkı tek bildim...