İLKYAZ

By iremmipelin

1.2M 69.6K 30.7K

Geri döndüm. Tek tek söküp attığım ne varsa, üstüme bir bir diktim de döndüm. Kalbime geri döndüm. More

Öndeyiş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bonus 1
Bölüm 7
Bonus 2
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bonus 3
Bölüm 13
Bonus 4
Bölüm 14
Bölüm 15
Bonus 5
Bölüm 16
Bonus 6
Bölüm 17
Bonus 7
Bölüm 18
Bonus 8
Bölüm 19
Bölüm 20
Bonus 9
Bonus 10
Bölüm 21
Bölüm 22
Bonus 11
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bonus 12
Bonus 13
Bonus 14
Bölüm 26
Bölüm 27
Bonus 15
Bölüm 28
Bölüm 29
Bölüm 30
Bölüm 31
Bonus 16
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bonus 17
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bonus 18
Bonus 19
Bölüm 44
Güz Geçer
Bonus 20
Bölüm 45 • Final

Bölüm 3

23K 1.5K 685
By iremmipelin

"İçinde aşk var, yüzünde kin...
Yüreğine sor, bu da kim?
Her sabah baktığın aynadaki,
Bana deliriyor hala."  


Ela gözlerinde görmeyi sevdiğim bir sürü kelime olurdu. Bana, beni sevdiğini haykıramadığı zamanlardan kalma bir alışkanlıktı gözlerini çözümlemem. Gözleri birer mektuptu, mührü üzerinden sökülmeyen. Gözleri çok sevdiğim şiirlerin son satırıydı, hep aklımda kalan. Gözleri beni çekip çıkartırdı, sesimi duyuramadığım kuyulardan. Gözleri beni eliyle koymuş gibi bulurdu, kaybolduğum kuytulardan.

Ama şimdi...

Öylesine kırgın, öylesine öfke doluydu ki bakışları. Onu gördüğümden beri durmamıştım. Çırpınıp durmuştum beni görsün, duysun diye. Durup sakince bakmamıştım, görememiştim ne kadar paramparça olduğunu.

Nora yine Nora'ydı işte.

Yerinden usulca kalktı. Bir adım geri atıp yüzünü net görebilmek için başımı kaldırdım. Kaşları çatıldı. Kirpiklerimi kırpıştırdım, keşke şimdi elimi uzatıp alnına yapışan saçlarını kaldırabilseydim.

Biraz önce herkesin önünde, ona meydan okumamışım gibi usulca baktım yüzüne. Tüm hırçınlığım beni görmüyor diyeydi, tüm öfkem bir kere sarılmamış olmasına sebepti.

Başını yavaşça eğdi, gözleri gözlerimi ele geçiriyordu.

Ah, sevgilim! Ah, sonsuz kabuslardan adını fısıldayarak uyandığım. Adına, ruhuna, var oluşuna bulandığım...

Yüzüme eğildi, parmak uçlarımda yükselmemim tam sıraydı... Gözlerindeki parıltı, sahip olduğum her şeyi yakmaya yetecek kadar kordu.

Şimdi burada, ağzından çıkacak tek kelime yönümüzü belirleyecekti. İki yol vardı. Ayakuçlarımdan, ayakuçlarına; ayakuçlarından, ayakuçlarıma uzanan... İki yol. Biri bizi yeniden Ege ve Nora, Nora ve Ege yapardı. Diğeri ise bizi iki yabancı kılardı.

Şimdi sen söyle sevgilim... Yıkalım mı tüm kalelerimizi, açalım mı kıyılarımızı herkese? Sen bana, ben sana hiç kimse olalım mı?

"Nora..." dedi.

Gözlerimi kapattım. Bir yıldan fazla olmuştu adımı sesinde duymayalı. Sanki ruhumda sürekli hava alan bir delik vardı ve tam şu an kapanmıştı.

Adım, sesinde yeniden var olmuştu.

"Ege..." dedim.

Kapattığım gözlerimi usulca açtım.

"Değilsin," dedi, yüzüme biraz daha eğildiğinde. Ne değilim sevgilim?

"İhtiyacım olan şey, sen değilsin."

Dudaklarım aralandı. Ruhuma yeniden hava sızmaya başladı, üstelik bu kez çok daha büyük bir delikten.

Değildim, öyle mi?

Öyle olsun...

Bir adım geriledim, bir adım daha. Sahneden inip doğrudan bar kısmına ilerledim.

İki yol vardı, Ege çıkmaz olanı seçmişti. Bana iki seçenek kalmıştı. İlki girdiğim arka kapıya tezat olarak, buradan herkes gibi ön kapıdan çıkıp gitmek... İkincisi, yıkılan bütün kalelerimi yeniden inşa etmek...

Düşünmek için kendime dört saniye verdim.

Bir...

Şimdi bu kapıdan çıkıp gidersem, hiç kimse olurum. Nora Güz İlgen, birçok şey olabilir ama hiç kimse? Asla.

İki...

Şimdi bu kapıdan çıkıp gidersem, belki Ege bir şampiyonluk daha kazanırdı benim görmediğim. Belki hep istediği müzik bursunu alıp giderdi bu ülkeden. Belki gözleri, gözlerimi anlamlı kılmazdı bakışları ile bir kez daha. Bunu göze alamazdım.

Üç...

Şimdi bu kapıdan çıkıp gidersem, bir kez daha sevdiğim herkesi arkamda bırakmış olurdum. Bir kez daha tek başıma kalırdım, bunu da göze alamazdım.

Dört...

Şimdi bu kapıdan çıkıp gidersem... Kapı çok uzaktaydı. Şimdi oraya kadar kim yürüyecekti?

Birkaç adım daha atıp bar taburesine oturdum.

Mert önündeki shot bardağını önüme sürdü. Başımı yana döndürüp mavi gözlerine baktım, göz kırptı. Mert hiç durmadan konuşabilirdi ama susacağı noktayı çok iyi bilirdi. Ve tüm parıltıma rağmen çöküşümü görebilecek kadar iyi tanırdı beni. Bardağa uzanıp kafama diktim. Boğazımdaki yakıcı his ile omuzlarımı gerip tekrar bıraktım.

"Ekin Göksoy!" diye bağırdım.

Elimi ritmik olarak tahta masaya vururken bakışlarımı geriye itip Sıla'nın yanında oturan bedenine baktım.

"Hadi, ne içiyoruz?"

Berrak tekrar barın iç kısmında göründüğünde bu kez elinde şarap bardakları vardı. Ege de yanına eklenince elindeki bardakları tezgaha bırakıp çekildi. Ege kırmızı şarabı üç bardağa doldurup tepsiye yerleştirdiğinde Berrak tepsiyi alıp müşterilere doğru ilerledi. Burada birlikte mi çalışıyorlardı?

Ekin yerinden kalkıp tam arkama geçtiğinde tek kolunu yanımdan tahta masaya uzattı. "Nora?"

Gülümsedim. Neler olduğunu öğrenmeye çalışıyordu, bir de tek parça olup olmadığımı kontrol ediyordu elbette.

Görünürde hasar yok, enkaz altında olan içim.

"Beni istemiyormuş." dedim, sadece onun duyabileceği bir şekilde.

Kahkaha ile gülmesini bekledim, gülmedi. Tebessüm dahi etmedi.

"Sana ne dedi?"

Yutkundum. Bunu dışımdan söylemek çok kolay değildi.

"Bana ihtiyacı yokmuş." dedim, sesim titremişti ama Ekin titremese de içimin sancısını bilirdi zaten.

"Gidelim mi?"

Başımı iki yana salladım. "Döndüm artık." dedim.

İşaret ve orta parmağının arasına alıp burnumun ucunu sıktı. "Döndün..." dedi.

Yüzüme baktığında gülümsedim. "Sıla'nın yanına otur." dedim, saçlarının üstünü karıştırıp.

"Kızım oynama şu saçlarımla, karizmamı bozuyorsun." Saçlarını düzeltirken ciddi görünmeye çalışarak kaşlarını çattı.

"Haşa, paşazadem. Senin karizmanı şu kapıdan David Beckham girse bozamaz." dedim, tekrar saçlarını karıştırıp.

Elimden kurtulup biraz önce kalktığı tabureye, Sıla'nın yanına oturdu. Sıla önündeki eskiz defterine bir şeyler karalıyordu. Ekin, Sıla'nın omzunun üstünden eğilip çizdiği şeye baktı.

Parmağıyla bir yeri gösterdi. "Şurayı biraz daha koyulaştır."

Sıla ile aramızda Mert oturduğundan ve bar çok aydınlık olmadığından ne çizdiğini seçemiyordum.

"Kendi işine bak Ekin, ben sana nasıl smaç basacağını söylüyor muyum?"

Ekin gülerken başını kaldırdı. "İstersen söyle, mesela yarın sabah 6'da antrenman yapalım birlikte ne dersin?"

"Kalsın, güneşin altında saatlerce seni çekemem. Sıcak hava ve sen birleşince, tansiyonum eksilere düşer."

Ekin'in kahkahası tüm barda yankılandığında Sıla'ya doğru yaklaştı. "Demek tansiyonunu düşürüyorum."

Sıla nefesini dışarı verirken bıkkınlıkla başını sağa sola salladı.

"Ekin, gidip sarkacak birilerini bulsana sen."

Oturduğum yerde sessizce güldüğümde Mert de bana eşlik etti.

"Liseden beri bunu çekiyoruz, asla vazgeçmeyecekler didişmekten."

Mert'e döndüm. "Ben didişmek demezdim." dedim, imalı bir tonla.

Gülümsedi. "İyi misin Nora?" diye sordu, soluk mavi gözleri anlayışla parıldarken.

"Olacağım," dedim. "Yakında olacağım."

"Her şey çok hızlı oldu, henüz sen döneli saatler oldu ama sanki buradaymışsın gibi... Yani... Biliyorsun, senin için hepimiz buradayız. Sıla biraz kızgın, haklı da... Sadece buradayız. Bunu bu kez unutma."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Haklıydı. Oradalardı. Geçen sene oldukları gibi, ondan önceki senelerde oldukları gibi... Bunu biliyordum, bilmem işe yaramamıştı ama... Bilmem yetmemişti.

"Biliyorum..." dedim, gülümseyerek. "İyi ki buradasınız."

"Sen de iyi ki buradasın Nora, her şey yoluna girecek."

Başımı salladım.

"Hadi artık, ne içiyoruz?" diye bağırdım bir kez daha.

Ege sanki varlığımı yeni hatırlamış gibi bakışlarını bana çevirdi.

"Hey barmen," dedim, en arsız tonumda.

Kendimi tokatlamak istiyordum ama iki seçenekten birini seçmiş ve buraya oturmuştum, dönüşü yoktu. Savaşsa savaş. Arsızlıksa arsızlık. Hem ne demiş eskiler, aşkta her yol mubahtır. Canım eskiler, sizin de mi aşık olduğunuz ela gözler, gözlerinizi teslim alıp 'ihtiyicim ilin şiy sin diğilsin' dediler? Benimkiler dedi, gözler demedi tabii de dudaklar dedi. Ah o, ruhumu ateşlere salan dudaklar...

"İçki mi istiyorsun?"

Ege tam karşıma dikildiğinde kirpiklerimi kırpıştırıp en şirin yüz ifademi takındım. Başımı sevimli sevimli salladım.

Bardakların olduğu rafa uzanıp büyük bir bardak aldı, tezgahın üstünden kırık buzların bulunduğu kaseyi de alıp iç tarafa ilerledi. Başımı uzatsam da bardağa başka ne eklediğini göremiyordum. Yaptığı her işi büyük bir özenle yapardı, dişini fırçalarken bile dakikalarca uğraşırdı ama bu kez fazla baştan savma hareket ediyordu.

Harika, adam varlığımı öylesine umursamıyor ki içki hazırlamasına bile yansıtıyor.

Bana doğru döndüğünde içinde nanelerin oldu bardağa baktım. İçinde nane vardı. Nane!

Bardağı önüme sürdü. "Mojito..."

Mojito!

Ege gözlerimin içine bakarken bardağa uzandım. Yüzü kasılsa da bir şey söylemeden durdu. Blöf yaptığımı sanıyordu, blöf yapmıyordum.

Elinden zehir olsa içerim, noktasına giriş yapmış bulunmaktaydık.

Naneye alerjim olduğunu biliyordu. Naneye alerjim olduğunu bildiği halde bana içi nane dolu bir bardak sunuyorsa, sonuçlarını hesaplamış olması gerekiyordu.

En son içinde nane olduğunu bilmeden içtiğim bitki çayı sonucu hastanelik olduğumda tam yanımda durmuş ellerimi tutuyordu. Uzun bir gün olmuştu, herkes fazlasıyla yorgundu ama kapanışı acilde yapacaktık belli ki.

Ege öylece karşımda dururken, sıkıca kavradığım bardağı dudaklarıma götürdüm. Gözlerimi, gözlerine diktim. Birkaç saniye sonra dudaklarım, sıvı ile buluşacaktı. Bir şey yapacaksa tam sırasıydı.

Ege durdu. Bugün en çok yaptığı gibi öylece durdu. Beni gözden çıkarttığını anlatmak için çok güzel bir yol seçmişti. İçi nane dolu bardağı önüme sürmüştü ve içip içmeme kararını bana bırakmıştı. Seni, senden koruyamam diyordu. Daha önce denemişti, başaramamıştı. Demek ki hatalarından ve yenilgilerinden ders çıkartıyordu.

Senin adına sevindim Ege Fırtına. Şimdi izninle, içmem gereken bir Mojito var.

Sıvı dudaklarıma uzanmak üzereyken Mert hızla bardağı çekti.

"Bunun içinde nane var." dedi, yüksek sesle.

Gözlerimi, Ege'nin gözlerinden çekmedim.

Benden vazgeçmişti. Bir oda dolusu nane yesem de olurdu.
Benden vazgeçmişti. Yok oluşuma herkes bir kadeh Mojito kaldırsındı.
Benden vazgeçmişti. Başka hiçbir şeyin bir önemi yoktu.

"Ege," diye bağırdı bu kez Mert. "Ne yapıyorsun, naneye alerjisi var Nora'nın. Sanki bilmiyorsun."

Mert sınırlı anlarda sesini yükseltirdi ve yine sınırlı anlarda öfkelenirdi.

"Ne oluyor?" dedi Ekin bize doğru eğildiğinde.

"Hiç," dedi Ege önümdeki bardağı uzanıp bir yudum alarak. "Nora Mojito sevmiyormuş."

Ekin yerinden kalktığında Ege ona yaklaştı. "Bence sen onu başka bir yere götür, burada onun standartlarına uygun bir içki yok."

"Ege senin ağzına sıçarım!" dedi Ekin. Elinden geldiğince sessiz olmaya çalışmıştı ama yeterince duyulmuştu.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

"Ekin, sorun yok alt tarafı naneye alerjim olduğunu unutmuş." dedim, gözlerimi açıp Ekin'e dönerek.

Berrak elinde tepsi ile döndüğünde ortamdaki gerginliğin sebebini anlamaya çalışarak Ekin ve Ege'yi süzdü.

"Sorun ne?" dedi, kaşlarını çatıp.

"Sorun yok," dedi Sıla. "Bu gecelik bu kadar yeter, Nora'nın dönüşünü Ekin ve Nora birlikte kutlayacakmış gecenin devamında."

Sıla yerinden kalkıp sırt çantasını sandalyeden aldı, eskiz defterini ve kalemleri içine yerleştirdi.

"Mert, gel bırakayım seni de." dedi.

Mert bana döndüğünde başımı salladım. Uzanıp bana sarıldı.

"Okula dönüyorsun değil mi?"

"Evet, yarın kaydımı yenilemeye döneceğim."

Telefonu cebine sıkıştırıp bana geri döndü. "Yarın görüşürüz o zaman."

"Sıla," dedim, belki bana sarılır diye bir adım atarken.

"Görüşürüz Nora." Elini kaldırıp Ege'ye döndü. "Kolay gelsin."

"İyi geceler." dedi Ege. "Görüşürüz." diye seslendi Berrak.

Sıla ve Mert arka kapıdan çıkınca Ekin bana döndü.

"Gidelim."

Çantamı alıp gözlerimi bir kez daha Ege ve yanında duran Berrak'a çevirmeden ön kapıya doğru ilerledim. Ekin bunu neden yaptığımı anlayacak kadar içimi bildiğinden sesini çıkartmadı. Madem bir yabancıydım, herkes gibi davranırdım.

"Ben de yarın antrenmanda sol omzunun ağrıdığını unutacağım Fırtına!" diye bağırdığını duyduğumda Ekin'in, kapıyı ayağımla iterek çıktım.

Siyah ayakkabılarımın ucunu Arnavut kaldırımın aralarına sürterken Ekin, kırmızı arabası ile önümde durdu.

Kapıyı açıp içeri geçtiğimde çantamı yere atıp kemeri bağladım. Ekin birden gaza basınca sırtımı koltuğa iyice bastırdım. Müzik çaları açıp sıradan bir şarkı seçerek oynat kısmına bastı, sesi sonuna kadar açtığında arabanın içi gürültüyle titredi.

Başımı arabanın tavanına kaldırdım, gökyüzünü görmek istiyordum.

"Ekin..." dedim, müziği bastırmak için yüksek sesle. "Üstü açsana."

Gözünü yoldan ayırmadı ama arabanın üstü katlanarak arkaya doğru gittiğinde beni duyduğunu anladım.

Ekin arabayı son sürat otobana doğru sürerken nereye gittiğimizi merak etmedim, bir önemi yoktu. Bugün yeterince şey olmuştu ve zihnimin bir durup her şeyi yerli yerine koymaya ihtiyacı vardı. Gökyüzüne baktım, yıldızlar şehrin ışıklarının azizliğine uğramıştı. Simsiyahtı. Kulağıma dolan yoğun müziğe ve gökyüzünden yansıyan karanlığa teslim ettim düşüncelerimi.

Ege ile konuşmam gerekiyordu, bugün o bahçeden içeri girdiğimde aklımda olan tek şey buydu. Ege ile konuşmak. Ama şu an elimde bana öfkeyle bakan ela gözler ve beni istemediğini söyleyen dudaklar vardı.

Harika!

Ve bir de bana öfkeyle bakan koyu kahverengi gözler vardı. Bıraksalar çizim kalemleri ile gözlerimi oyacak olan.

Harika çarpı iki!

Neyse ki açık kahverengiler her zamanki gibi arkamı kolluyordu ve soluk maviler bana anlayışla gülümsüyordu.

Yani; Nora: 2 - Güz: 2 idi.

Sahiden, Ege ve Sıla bana ne zaman Güz demeye başlardı?

Derin bir nefes aldım, sonra bir tane daha aldım. Ardından o derin nefesleri gürültüyle dışarı üfledim.

"Benden nefret ediyorlar." dedim, başımı biraz daha geriye iterken.

"Etmiyorlar, sadece kırgın ve kızgınlar."

Dudaklarımı sarkıttım.

"Haklı olduklarını biliyorsun Nora, sadece zaman ver."

"Zaman vermek istemiyorum, zaman vermekten nefret ediyorum."

Ekin hafifçe güldü. "Sabırsız tavşan."

"Ekin!" diye bağırdım.

Güçlü bir kahkaha attı.

Ege, Ekin ve Mert ile ilk tanıştığımız sene -ki bu lisenin ikinci yılı oluyor- babam doğum günüm için havuz başında parti verebileceğimi ama gerçekten arkadaşım olan kişileri davet etmemi söylemişti. Bu durumda çağırabileceğim sadece dört kişi vardı; Sıla, Ege, Ekin ve Mert. Her nasıl olduysa parti bir anda salona sızmış ve dolaplardan birinden çocukluk albümlerim çıkmıştı. Fotoğrafları onlardan kaçırmadan önce bir kısmına bakmışlardı ve o bir kısım arasında diş telleri taktığım dönemlerden fotoğraflar vardı. Ekin o günden beri bana 'tavşan' diyordu çünkü öndeki iki dişim diğerlerinden daha çıkıktı. Diş teli takmamın sebebi de zaten buydu.

Ekin boş bir yola girip arabayı durduğunda sürücü kısmından indi. Arabanın ön kısmından dolanıp kapımı açtı. İn hadi. Anahtar hala arabanın üstünde duruyordu, üstelik burası kimsenin olmadığı bir yerdi. Burada ne yapacaktık?

Arabadan indiğimde kaşlarımı çatıp etrafa baktım.

"Direksiyona geç."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Bir direksiyona bir de Ekin'e baktım.

"Geçemem..."

"Neden, bayılırsın sen araba sürmeye. Yarış pisti şu aşağısı." Parmağını uzatıp yolun sonunda bir yer gösterdi. "İstediğin kadar hız yapabilirsin."

"Bir süredir araba kullanmadım." dedim.

7 ay kadar bir süredir...

"Neden? Bülent amca arabanı mı aldı?"

Babamın cezalandırma yöntemlerinden birisi elbette ki yakın çevrem tarafından biliniyordu.

Omuz silktim.

"Geç hadi."

Peki.

Arabanın önünden dolanıp sürücü kısmına yerleştim. Kemerimi bağlarken Ekin'e döndüm. Yan tarafa oturmuş koltuğu ayarlamaya çalışıyordu, tabii normal arabalar onun bacak boyuna uygun yapılamamıştı.

"Kemerini bağla." dedim.

Kemerine bağlasa da bana garip garip bakmayı ihmal etmemişti.

"Düz gidip aşağı dön, oradan sonra istediğin gibi sürersin."

Topuklu ayakkabılarımı çıkartıp kenara attım.

"Ne oldu, 13 santim topukluyla bile araba sürerim, nidalarına?"

"Büyüdüm..." dedim, mırıltıyla.

Yani, en azından öyle umuyordum.

Gaz pedalına hızla bastığımda araba öne doğru fırladı.

"Yeni mi aldın bunu?" dedim, dediği kısımdan dönerken.

"Bu demesene arabama..."

Güldüm. "Pardon, paşazade'nin şarap kırmızısı, falan mı demeliydim?

"Nora sen yurt dışına gittiğine emin misin, Bağcılar ağzıyla konuşmaya başlamışsın da?"

Bahsettiği alana çıktığımızda burada da bir iki araba dışında kimse yoktu.

Göstergeye baktım. 90. Evet, Ekin Göksoy bunu sen istedin.

"Yurt dışı demişken..." dedi, ben çizelgede 110'u gördüğümde. "Nereye gittin?"

"İngiltere'de. Şimdi senin sıran..."

Güldü. "3 ay oldu."

"Siyah olanı da seviyordum ama bu daha güzelmiş." Ayağımı biraz daha bastırıp hızı 130'a çıkarttım.

"Kaçı gördün en son?"

Başını uzatıp rakamlara baktı. "200." Müziğin sesini biraz daha açtı. "Bas!"

Dediğini yaptım. 150.

Daha fazla hızlanamazdım, hızı bu düzeyde tutup yüzüme vuran rüzgara doğru bağırdım.

Son sürat geceye doğru araba sürerken, aynı hızla yüzüme çarpan hava kadar akıl dağıtıcı çok az şey vardı.

Bir kez daha bağırdığımda Ekin de bana eşlik ettik. Neyse ki çevrede kimse yoktu.

"160 mı, en fazla bu mu?" diye sordu muzip bir tonlama ile göstergeye bakarken. Daha üstüne çıkmama izin vermezdi zaten yine de benimle uğraşmak hoşuna gidiyordu.

"3 ay bir Maserati'nin hurdaya çıkması için sence de kısa bir zaman değil mi?"

"Hiçbir şey olmaz ona." dedi torpidonun üstüne vururken. "Fişek gibi!"

Hızı yavaşça düşürdüğümde pistin sağına çekip arabayı durduğum.

Başımı gökyüzüne kaldırdım, burası yerleşim yerlerinden daha uzakta olduğundan yıldızlar biraz da olsa görünüyordu.

Bir süre sessizce oturduk, ikimiz de gökyüzünü izliyorduk.

"Bana neden söylemedin?" dedi, geceye bir huzursuzluk bırakarak.

"Bana söyleseydin, seni kendi elimde havaalanına bırakırdım. Biliyorsun..."

Biliyordum, bırakırdı.

"Sadece," dedi, bakışları geceye teslim olan gökyüzünden bana indiğinde. "Nereye gittiğini bilseydim."

"Özür dilerim..."

İşte buydu, söylemem gereken tek şey buydu.

Çağırın Ege Fırtına'yı gelsin, özür dileyeceğim!

"Bana güvenmedin mi?" Durdu. "Beni siktir et, Ege'ye de mi güvenmedin?"

Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. O nefesi birkaç saniye tuttum ve dışarı üfledim.

"Gittiğin gün... Yani tabii biz bilmiyoruz gittiğini, her yerde seni arıyoruz. Gidebileceğin her yere baktık. Sıla kilitlenmişti, o kadar emindi ki başına bir şey geldiğinden. Sürekli hastane kayıtlarını sorgulatıyordu. Mert bir yandan o bir yandan gidebileceğin bütün hastaneleri gezdiler."

Bunları duymak istemiyordum. Bunlar kaçıp yorganın altına saklanmama neden olacak şeylerdi. O yorganın altından çıkmak istiyorum ama suçum ile yüzleşmek canımı yakıyordu. Hepsinden tek tek özür dileseydim, hepsi beni affedene kadar binlerce defa özür dileseydim ama bana benim ardımdan olanları anlatmasalardı.

"Ege... Ben onu öyle bir kere daha gördüm, işte şey olduğunda." Kaşları çatıldı. "Neyse... O kadar kötüydü ki. En son Yağız abinin bir arkadaşı vardı ya, komiser, onu aradı. Son nokta tabii o artık. Ege için senin adını polise sordurmak ne kadar zordur düşünmek bile istemiyordum."

Gözlerime baktı. Gözlerinde bugün ilk kez gördüğüm bir duygu vardı. Öfke. Bana hepsi kadar kırgındı.

"Öldüğünü düşündük. Başına bir şey geldi falan değil... Öldü, dedi Ege. Ölmese ona ulaşmamı sağlardı."

Gözlerim dolarken dudaklarım nefes alma umuduyla aralandı ama soluğum boğazımdan geçmiyordu.

"Polis kayıtlarında yok, hastanelerde yok... Ege bir saatte iki paket sigara içti. Oraya gidiyoruz yok, buraya gidiyoruz yok. En son Bülent amcaya gittik."

Babam bana bunu söyleme gereği duymamıştı. Geldiler mi, demiştim. Gelmediler dememişti, sadece böyle bir soru hiç var olmamış gibi davranmıştı.

"Ege'ye izin ver ben sorayım dedim, malum Bülent amca ile karşı karşıya gelmesinler diye."

Babam Ege'den nefret ederdi. Sevmezdi falan değil, dümdüz nefret ederdi. Buna rağmen bana onunla görüşmeyeceksin demezdi, deseydi de dinlemezdim bilirdi.

"Ege'nin ne beni duyacak, ne dinleyecek, ne de dediğimi yapacak hali vardı. Gittik sizin eve, çaldık kapıyı. Artık ben de eminim, Bülent amca açacak ve içeriden bir ağıt sesi kopacak."

"Arkamdan ağlayacak o kadar kişi yok." dedim omuz silkerken.

Ekin'in bakışları susmam için yeterliydi, ben de öyle yaptım, sustum.

"Bülent amca açtı kapıyı. Gayet sakin. Ege baktı babana, işte şimdi gördüğün Ege var ya. Sana biraz önce naneli içki içirmeye çalışan. O günden kalma."

Gözümden bir damla yaş süzüldüğünde. Umursamadım, umursamadı.

"Nora nerede, dedi. Bülent amca baktı şöyle her zamanki gibi tepeden. Sonra bize döndü. Güz bu seneyi yurt dışında geçirecek, dedi."

Ekin bakışlarını benden çekip arkasına yaslandı. Gözleri tekrar gökyüzünü buldu.

"Şimdi bakıyorsun Ege'ye göremiyorsun ya onu. Ege o gece, orada o kadar emindi ki öldüğünden. Nora, birine sonsuz güvenmek ne demek bilmiyorsun. Ege sana öyle güveniyordu. Sen onu kendinle vurdun, en korktuğu ile."

Güveniyordum. Güvenmediğim Ege değildi. Güvenmediğim kendimdi, bilmiyorlardı.

Continue Reading

You'll Also Like

7.4K 1.7K 49
Bazen aşk, çok karmaşıktır.
242K 10.7K 49
Biraz fazla içki içtikten sonra birinin yanında uyanmak bu çağda yeni ve sürükleyici bir hikaye değildi. Ama Korkut Mirzan'nın çarşaflarında uyanmak...
DİĞER KIZ By Gokce_Sultann

Mystery / Thriller

7.1K 1.2K 8
Neva Dersim, eniştesi Örsal Sonkoç tarafından sahte evrak ve tanıdık aracılığıyla akıl hastanesine kapatıldıktan sonra hastaneden çıkar çıkmaz intika...
274K 45.2K 29
"Başarı bir yolculuktur. Bir varış noktası değil." Bu cümleyi duyduğum anı hatırlıyorum. Kucağıma bir deste büyülü sözcük bırakılmış gibi hissetmişt...