AKREBİN KALBİ / TAMAMLANDI

By aycansrhmtt

182K 16.6K 22.2K

Genç kadın, elini duvara doğru uzattı. Kendi kanından bir adam onu durdurmaya çalıştı ama durduramayacağını o... More

GİRİŞ
1. Kızıl Duvar
2. Antares
3. İkinci Gardiyan
4. Karanlıktan Sızan
5. Başarısız Plan
6. Büyülü Silah
7. Güneş Tutulması
8. Gizlenen Güç
9. Tilki Çağlayanı
10. Kutu
11. Duvarın Fısıltısı
12. Geçmiş ve Gelecek
13. Düğüm Çözen Melodi
14. Randevu Müzesi
15. Mezarlıktaki Kız
16. Alrisha Cenneti
17. His Karmaşası
18. İz Süren
19. Yeniden Doğmak
20. Çöl Nebulası
21. Ruh Transferi
22. Şeytan Ateşi
23. Cesetten Kule
24. Tanıdık Enerji
25. Şehirdeki Şenlik
26. Cezalandıran Tanrıça
27. Bin Yıl Bir Yalan
28. Yaz Üçgeni
29. Gökkuşağı Şelalesi
30. Kraliyet Yıldızı
31. Ateş Yıldızı
32. Kambur Bırakan İz
33. Yol Ayrımı
34. Solan Anılar
36. Hyades
37. Prenses ve Avcı
38. Yarım Güneş
39. Siyah Ay Taşı
40. Tavus Kuşu Tüyü
41. Kar Soğuğu
42. Geriye Dönüş
43. Siren
44. Kuşku Yağmuru
45. Yüzleşme
46. İçten Çürüyen
47. Son Radde
48. Karar
49. Yarı Veda
50. Final
Özel Bölüm 1
Özel Bölüm 2
Özel Bölüm 3

35. Güç Boğumu

1.8K 190 106
By aycansrhmtt

(Bu iki edit için binnurnigiz sana iki öpücük🫶🏻❤️)

🦂

🎧Crape&Tuxx, To The Grave
🎧 лента, в доме твоём
🎧Ursine Vulpine&Annaca, Without You

🦂

İnsanlığını sokak lambaları altında bırakanların kaderi, gece olduğu sürece aydınlıktır.

Böyle söylemişti bana eskiden tanıdığım bir kadın. Şu an neredeydi ya da ne yapıyordu bilmiyordum ama bu cümlesi hafızamda yer edinmişti. Belki hayatım boyunca insanlığımı unutacak kadar korkunç bir raddeye gelmemiştim ama yine de bu cümle beni ürkütüyordu. Kollarımı göğsümde toplamış bir şekilde, omzum cama yaslanmış hâlde bahçedeki ağaçları izliyordum. Eve geleli saatler olmuştu, en son baktığımda saat gece yarısını geçmişti. Şu an kaçtı bilmiyordum ama sanki benim için şafak sökmüştü, sabah ayazında çıplak ayaklarla dışarıda dolanıyordum.

Kollarımı çözüp bir elimi alnıma götürdüm, parmaklarımla alnımı yavaşça ovarken sessizliğin çöktüğü evde sert adım sesleri yankılandı. Belki bu ses normalde dikkat edilmeyecek kadar alçaktı ama şu an kalbim gibi kulaklarım da oldukça hassastı. Parmaklarımı alnıma daha sert bastırıp gözlerimi yumdum. Kafamın içi patlamak üzere olan bir bombaydı, bombanın kablolarını damarlarım oluşturuyorsa, bir damarımı kesersem patlar mıydım yoksa imha mı edilmiş olurdum? Sanki ikisinin de ucu aynı yere çıkıyordu.

"Güzel Tanrıça." Elini sırtımda hissettim. Parmakları yavaşça sırtım boyunca kayıp enseme çıktığında, kirpiklerimdeki titremeyi içimde de hissettim. Göğsü sırtıma yaslandığında, bedenim yaslandığım duvardan daha güvenli bir yer bulmuş gibi onun göğsüne sığındı. Oysa bu evin duvarları bana aitti, daha önce kendimi güvende hissettiğim tek yerdi. "Hâlâ bir şeyler yemedin, Ateş Yıldızı."

Gözlerimi yavaşça aralayıp, "Canım istemiyor," diye mırıldandığımda, ensemdeki parmakları kaskatı duran omuzlarıma uzandı.

"O hâlde bir duş alıp yatağına gitmelisin," dedi, sesi basınca maruz kalmış gibi hisseden kulaklarıma ulaşan bir ninniydi. "Bazen uyumak iyi gelir."

"Sanırım," diyerek başımı salladıktan sonra sakin hareketlerle ona doğru döndüm. Bir bıçak gibi parlayan gözlerindeki endişeyi gizlemiyordu. Yüz hatları sertti ama gözleri onu ele veriyordu. Bana bakarken kendini hep ele veriyordu.

Bakışlarımızı birbirinden ayıran şey zil sesi oldu. Endymion'un kaşları çatılırken benden yavaşça ayrılıp, "Ben bakarım," dedi, tekrar başımı salladım. O kapıyı açmak için salondan çıkarken omuzlarımı dikleştirerek derin bir nefes aldım.

Cama doğru döneceğim anda antreden gelen patırtıyla duraksadım. Elfin, nefes nefese bir şekilde hızla salona girdiğinde, dik tutmaya çalıştığım omuzlarım aniden çöktü. Mavi gözleri camın önündeki beni bulduğunda yüzündeki afallamış ifade dağıldı. "Astrid," diye mırıldadığında titremeye başlayan dudaklarımı birbirine bastırdım. O çantasını kenara bırakıp hızla bana doğru geldiğinde, kollarını bir anda bedenime sardığında, saatlerdir kilitlemekle uğraştığım o kapı ardına dek açıldı. Hissettiğim ruhsal acıyla sarsılarak inledim, bedenim bir sinir harbi yaşıyormuş gibi titremeye başladı. Bir anda böyle çökmemin sebebi de onun anılarımdan gelen biri olmasıydı. "Ben buradayım."

Biliyordum ki aniden hıçkırarak ağlamaya başlamam sadece bir başlangıçtı. Titreyen bedenimle ona sarıldığımda beni daha sıkı sarmaladı. Sanki bedenimi ayakta tutan o ip bir anda kopmuş gibi yere çöktüğümde, Elfin de benimle çöktü. "Ağır olacağını biliyordum," dedim gözyaşları içinde kelimeleri kesik kesik söyleyerek. "Bu kadar olacağını tahmin edemedim."

"Şşş," dedi yatıştırıcı bir sesle, pürüzlü sesi onun da ağladığını görmesem bile belli ediyordu. Elini saçlarıma bastırdığında omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Gözlerimden dökülen sadece gözyaşları değildi. Gözlerimde çakmaya başlayan kızıl şimşekleri hissediyordum ve kızıl ışıklar, gözlerimden çıkarak salona yayılıyordu. Elimi sırtına bastırdım, tişörtünü sertçe sıkarak avuçladığımda dudaklarımdan ağıt gibi bir çığlık yükseldi. Bu çığlıkla birlikte gök, birkaç saniye sonra başımıza yıkılacakmış gibi gümbürdedi.

Beş dakika öncesine kadar yıldızlarla dolu olan gökyüzü kara bulutlarla çevrelenmişti. Kızıl şimşekler art arda gökyüzünde patlarken evdeki ışıklar da yanıp sönmeye başladı. Gözyaşlarım yüzünden burnumun ucunu göremesem de salonun kapısında dikilen Noris, Briella ve Endymion'un farkındaydım. Acıyla bir çığlık daha attığımda, evin bütün ışıkları söndü, salondaki bütün mumlar aniden yandı, televizyon aniden açıldı, arkamdaki boydan cama iri iri yağmur damlaları çarpmaya başladı. Damarlarımda lav gibi fokurdayan ateşi hissedebiliyordum. Artık gözyaşlarım da soğuk değildi, ateşmiş, asitmiş gibi yüzümü yakıyordu.

"Astrid," dediğini duydum Endymion'un. Bana doğru bir adım atsa da daha fazla ilerlemedi. Ateşin ellerime doğru ilerlediğini hissettiğimde, korkuyla Elfin'den ayrıldım. Parkenin üzerinde sürünerek geri çekildim, sırtım cama yaslandı. Bir şimşek daha patladı, bu şimşek diğerlerinden daha gürültülüydü, öyle ki içinde olduğumuz ev ve içindeki eşyalar deprem oluyormuş gibi sallandı.

"Durduramıyorum," diye inledim titreyen ellerime bakarken. Gözlerimden yayılan kızıl ışıklar ellerime çarpıyordu ve o ışık, ellerimdeki damarların nasıl kabardığını görmemi sağlıyordu. Beyaz derimin altındaki damarlar, turuncu iplikler gibi görünüyordu, mağaranın içindeki çatlaklardan akan lavlara benziyordu. Korkuyla ellerimi yere bastırıp titreyen bedenimi ayağa kaldırırken Endymion hızla bana geldi. Elimi kaldırdım, "Gelme," dedim, diğer elimi cama bastırıp doğrulduğumda, bir şeylerin ters gittiğini daha net anlıyordum. "Ah!" Kaldırdığım elimi sertçe başıma vurdum. Ateş kafamın içinde dolanıyordu. Patlamak üzere olan bir volkan gibiydim.

"Sakinleş," dedi Endymion temkinli adımlarla bana yaklaşırken. Mumlar söndü, karanlığa gömüldük. Işıklar geri geldi, ışıklar gözlerimi kör etmiş gibi gözlerimi yumup olduğum yerde sarsıldım.

"Kontrolünü kaybediyorsun!" Noris'in hızla bana doğru gelip elini uzattığını gözlerim kapalı olsa da görebiliyordum. Bu nasıl oluyordu? Noris'in uzattığı elindeki turuncu enerji iplikleri bileğimi sardı ama bir saniyeden fazla bana temas edemedi. "Siktir! Yanıyor."

Gözlerimi açmamla bir şimşek tam bahçeye, bahçedeki ağacın üzerine düştü. Korkuyla cama doğru döndüğümde, yanan ağacı gördüğüm gibi civardaki evlerin yanıp sönen ışıklarını da gördüm. Yağmur o kadar çok yağıyordu ki, yanan ağaç kısa sürede sönmüştü. Bedenimdeki kontrol edemediğim bu güç, beni deliliğe sürükleyecekmiş gibi hissediyordum.

Endymion, "Bunu durdurmamız gerekiyor," diyerek öne atıldı. Durduramıyordum, ilk kez böyle bir şey yaşıyordum ve aniden beni sarmıştı. Endymion hızla sürgülü camı açtıktan sonra ellerimi tuttu. Şimşeklerin çaktığı gözlerim irileşti, ellerimi geri çekmeye çalışsam da Endymion buna izin vermeyip beni bahçeye çekti. "Sakin olmazsan insanlara bu durumu açıklayamayacağız."

Sesi yağmurda boğulsa da onu duydum. Asit gibi yağan yağmur damlaları tenime çarpmaya başladığında titrek bir nefes verdim. Damarlarım patlayacak, lavlar her yere akacak ve ben her şeyi yok edecektim. Birkaç saniyede sırılsıklam olan bedenimi kollarının arasına çekip göğsünü sertçe göğsüme çarptığında inledim, bu iniltinin sebebi onu yakan ellerim yüzündendi. Bir ateş gibi yanan ellerimin, onun ellerini yaktığını biliyordum. Şimşekler durmadı, art arda patlamaya devam etti. Etrafımızdaki, belki de bütün şehirdeki ışıklar aynı şekilde yanıp sönüyordu. İnsanların bağırışlarını duyuyordum. Korkuyorlar mıydı?

Sanıyor musun ki yaşadıkların seni yok edebilir, Astrid? Seni yok eden şey, içinde taşıdığın bu ateş olacak.

"İşe yaramıyor, Endymion!" diye bağırdığını duydum Briella'nın. Ardından şimşek, ilk önce yavaş yavaş sesini duyurdu, ses gittikçe arttı ve bir anda büyük bir gürültüyle patladığında, o sese birçok çığlık eşlik etti. Bu çığlıkların arasında Briella ve Elfin'in de çığlı vardı. Tıpkı sokaktaki diğer insanların gibi.

Endymion aniden kollarımı tutup beni kendimden uzaklaştırdığında göz göze geldik. Yağmur damlalarının hızla indiğini yüzüne, gözlerimden taşan kızıl ışık çarpıyordu. "Özür dilerim," dedi yüzünü yüzüme yaklaştırırken. İlk başta neden özür dilediğini anlamasam da bedenime ani bir rüzgâr çarptı. Gri gözleri bir okyanusa dönüştü, o okyanusun ortasında büyüyen girdabı tam önündeymişim gibi net görüyordum.

Bedenim aniden güçsüz düşünce kollarıyla beni daha sıkı sardı ama ne o gözlerini benden ayırıyordu ne de ben ondan ayırabiliyordum. İçimde yanan o ateş dalgalandı, yavaşça küçülmeye başladı ve onun sesini kafamın içinde duymaya başladım, oysa dudakları hareket dahi etmiyordu.

"Kapat gözlerini," diye fısıldadı, dudakları yine hareketsizdi. Göz kapaklarım artık onları yöneten ben değil de Endymion'muş gibi usulca kapandı. Bedenimde hissettiğim en son şey ise onun omuzlarını tutan ellerimin boşluğa düşmesiydi.

Sanki, Astrid. Sanki bedenin birden fazla cana sahip olduğundan beri kader seni sürekli ölümle sınıyor. Ölmek mi istersin unutmak mı?

🦂

Endymion'un Ağzından:

Daha öncesinde bomboş bir bedenle yaşadığımı anladığımda, ona çoktan âşık olmuştum.

Dizimi yatağa bastırırken gözlerimi onun solgun yüzünden ayırmadım. Bugüne kadar birçok kez ağır duygularla baş etmek zorunda kalmıştı ama ben bile ilk kez onu bu kadar kontrolden çıkmış görüyordum. Benim için ne gece yaşanılanlar, ne etrafa zarar vermesi ne de normal insanların bu tuhaflığı fark etmesi önemli değildi. O an benim için önemli olan tek şey oydu, şimşek parıltısı taşıyan gözlerinde gördüğüm şey de korkuydu. Parmaklarımı yanağına sürttüm, teni artık ateş gibi yanmıyordu. Bütün gece başında durmuş, uyanacak gibi olduğunda da onu tekrar etkim altına alıp uyutmuştum. Bunu onun için yapmak zorunda kalmıştım.

"Bir gardiyan olmasaydın," dedim parmaklarımı saçlarına doğru ilerletirken. "Seninle karşılaşamazdım." Sesim sonlara doğru onun duymasından endişelenip alçaldı. "Ama bunları da yaşamak zorunda kalmazdın." Saçlarını yavaşça okşarken bir süre bekledim, bazı cümleleri söylemek, düşünmek kadar kolay olmuyordu. "Keşke hiç bu gardiyanlık işine bulaşmamanın bir yolu olmuş olsaydı. Belki seni tanıyamazdım ama yolumuz bu evrende bir kez de olsa kesişirdi."

Eğilip dudaklarımı alnına sürttüğümde, kirpikleri hareketlenerek tenime sürtündü. Saat erkendi, dinlenmesi gerekiyordu. Yavaşça geri çekildim, kısıl gözleri bir odağı yokmuş gibi bakıyordu. "Astrid," diye fısıldadığımda, değerli bir taş gibi parlayan yeşil gözleri gözlerime tırmandı. Bakışmamız birkaç saniye sürdü. Sonra onu tekrar uykunun kollarına itmek zorunda kaldım.

Astrid'in gözleri yeniden kapandığında odanın kapısı yavaşça tıklatıldı ama içeri giren olmadı. Derin bir nefes alıp yatağı çok hareket ettirmeden ayaklandım, en azından birkaç saat daha uyuyabilirdi. Sonra isterse onu hemen Antares'e götürürdüm. Ashton'ı görürse iyi hissederdi.

Kapıyı sessizce açıp dışarı çıktım. Noris koridorda dikiliyordu. Astrid'in uyandıktan sonra bir de ceza işiyle uğraşmaması için park cezasını ödemeye gitmişti. Kaşlarım çatıldı, tilkinin yüz ifadesi hoşuma gitmedi.

"Hallettin mi?" diye sorduğumda kızıl gözlerini örten karmaşayla bana baktı, kaşlarım daha sert çatıldı.

"Hayır," dedikten sonra ellerini sıkıntıyla saçlarından geçirdi. Bu kadar küçük bir şeyi beceremeyecek değildi, sorun başka bir şey gibi duruyordu. "Hayır çünkü araba Ashton'a ait değilmiş."

"Nasıl değilmiş? Astrid öyle söylemişti."

"Endymion," dedi Noris öfkeyle. "Araç Astrid'e aitmiş. Çok saçma değil mi? Astrid'e ait olsa neden bize abisine ait olduğunu söylesin? Ben de öyle düşündüm." Sesli bir nefes verdiği sırada öylece ona bakıyordum. Panik onu geveze biri yapıyordu ve çoğu zaman konuyu uzatıyordu.

"Sorunun ne olduğunu söyleyecek misin artık?"

"Ashton'ın varlığı bu evrenden tamamen silinmiş," dediği anda şaşkınlık sertçe yüzüme çarptı.

"Nasıl silinebilir? Biz onun banka kartını kullandık," derken sesim öfkeli çıkmıştı. Bunu Astrid öğrendiğinde daha kötü olacaktı. Abisini buraya getirmek için bir yol bulamasa da onun içinde hep bir umut olduğunu biliyordum.

"Molan ile konuştum çünkü bir karmaşıklık var gibi geldi ama yokmuş," deyince devam etmesi için elimi salladım. "Tutulmadan hemen sonra buraya geldik. Aslında biz buraya geldiğimizde de Ashton yavaşça insanların zihninden silinmeye başlamış. Bu süreç en dipten başlamış. İlk önce onu, onu sokakta gören öylesine insanlar unutmuş. Sonra geçmiştekiler, sonra diğer tanıdıkları. Biz bu evrene geldikten birkaç gün sonra da tamamen silinmiş. Ona ait ne varsa aslında Astrid'e ait gibi. Astrid tek çocukmuş gibi."

"Siktir ya." Avucumu sertçe kafama vururken odanın kapalı olan kapısına doğru döndüm. Ben bunu şimdi ona nasıl söyleyecektim? Bir yerde benim bile belkilerim olmuştu ama gerçekten abisinin o evrenden çıkma şansı tamamen yok olmuştu. "Bir gardiyan olması resmen ona ceza!"

"Nasıl söyleyeceğiz?"

"Bilmiyorum ama şu an olmaz," dedim elimi enseme atıp sertçe sıkarken. "Antares'e döndükten sonra bir şekilde söylerim."

"Bir şey daha var..."

"İyi bir haber alamayacağız değil mi?"

"Bu biraz tuhaf bir haber," dediğinde alayla kaşlarımı kaldırıp ona baktım. Sanki artık ne duyarsam duyayım şaşırmazmışım gibi geliyordu ama eminim ki beni şaşırtacak çok şey duyacaktım. "Ursula, tanrıların sarayına gitmiş. Castor'dan Sheratan'a açılan geçit yine yer değiştirmiş."

İşte bahsettiğim tam olarak buydu. Şaşırtacak bir şey yine çıkıyordu.

"Geçit mi değişmiş?" diye sorduğumda huzursuzca başını salladı. "Kutular tamamlandı, düzenin oturması gerekiyordu. Geçitlerin sorunu ne?"

"Hiçbir fikrim yok. Ben de bu tür sorunların düzeldiğini sanıyordum," dedikten sonra yanaklarının içini şişirdi. "Molan bir şeylerin ters gittiğini söyledi. Birkaç gün içinde hepimizin saraya gelmesi gerektiğini söyledi."

"Bir bu eksikti." Dilimi dişlerimde gezdirirken gözlerim merdivenlerden çıkan Briella'ya kaydı. "Beklesinler. Astrid daha iyi hissetmeden onu bu işe sokmayacağım."

"Astrid demişken," dedi Briella bize yaklaştığı sırada. "Bu kontrolden çıkma işi düzelmezse, devam ederse bildirmemiz gerekiyor."

"Gerek yok, ben onu sakinleştiririm. Dikkatleri onun üzerine çekmeyeceğim," deyip yanlarından geçerek merdivenlere yöneldim. "Onun yanından ayrılmayın. Biraz hava alacağım. Hem abisine de fide ve tohum getireceğini söylemişti, o işi halledeyim. Bir iki saat daha uyur, o uyanmadan gelirim."

Astrid'in Ağzından:

Gözlerimi ağır ağır araladım, bedenim, üzerimde büyük bir yük varmış gibi acıdığından acıyla inledim. Bütün kemiklerim ağrıyordu. Güneşin sert ışıkları gözlerime çarptığında, sanki başıma bir balyozla vuruluyormuş gibi hissettiğimden gözlerimi tekrar kapattım. Parmaklarımı oynatacak kadar bile hâlim yoktu. Yutkunduğumda acıyan boğazımla yüzümü buruşturup gözlerimi tekrar zorlukla açtım. Odamdaydım, tektim.

Kara zorla hareketlendirdiğim bedenimle yatakta oturur pozisyona geçtim. Bedenimi bu kadar tüketen şey, kendi gücüm müydü? Gece yaşanılanları hatırlıyordum. Hissettiğim o korku hâlâ içimdeydi. Bir an gerçekten kendimle birlikte her şeyi yok edecekmişim gibi gelmişti. Ellerimle gözlerimi ovaladığım sırada odamın kapısı açıldı ama kimin geldiğine bakmadan gözlerimi ovalamaya devam ettim.

"Gün ışığım uyanmış," dediğini duydum Noris'in, sesinde hafif de olsa bir alay vardı. Cümlesine verdiğim tek karşılık homurtularım oldu. "Nasıl hissediyorsun?"

"Bok gibi," diye mırıldandığımda, sesimin ne kadar tuhaf çıktığını fark ettim. Bu hastalıklı ses bile bedenimdeki ağrıyı belli ediyordu.

"Tahmin edilesi," dedikten sonra yatağın kenarına oturduğunu çöken yatakla anladım. Ellerimi gözlerimden çekip ona baktım. Görüntüsü ilk başta bulanıktı, kaşlarım çatıldı. Görüşümün netleşmesini beklerken ona nasıl bir ifadeyle bakıyorsam buna güldü. "Senin için yiyecek bir şeyler getirdim. Biraz bir şeyler atıştır, sonra ağrı kesici içersin."

"Ben uykudayken bir şey oldu mu?" diye sorarak söylediklerini geri plana attım. Çünkü merak ettiğim şey buydu.

"Bir anda bütün ülkeyi ele geçiren fırtınadan ve buna şahit olan insanlardan bahsediyorsan, hayır, olmadı," deyip güldüğünde omzuna vurdum ama bu ondan çok benim canımı yakmıştı, kemiklerim daha şiddetli sızlamaya başladı. "Merak etme, bunun doğal sebeplerden olduğunu düşünüyorlar. Elektrik sorununu da fırtınaya bağladılar zaten."

"Daha ileri gitseydim neler olurdu tahmin bile etmek istemiyorum," diyerek şakağımı ovduğum sırada komodinin üzerine bıraktığı tepsiyi alıp kucağıma bıraktı. Tepside iki parçaya bölünmüş bir sandviç ve portakal suyu vardı.

"İçinde nasıl bir güç taşıdığını gördün. Eminim ki diğer hissettiklerinin yanında gece hissettiğin güç daha fazlaydı," deyince onu onaylayarak başımı salladım. "Zamanla nasıl kontrol edeceğini de öğreneceksin."

"Umarım," diye mırıldandıktan sonra elime aldığım sandviçin kenarını ısırdım. "Diğerleri nerede?"

"Aşağıdalar. Endymion da az önce geldi," dediğinde gözlerimi kaldırıp ona bakınca konuşmaya devam etti. "Ashton için biraz tohum ve fide aldı. Ben de park cezası işini hallettim."

Yavaşça gülümseyip, "Teşekkür ederim," dediğimde omuz silkti. "Bir duş aldıktan sonra daha iyi hissederim. Sonra Antares'e döneriz."

"Ne zaman istersen." Derin bir nefes alıp ayaklandı. "Ben de gidip bir şeyler atıştırayım, mideme ağrılar giriyor. Umarım Briella bana da bir şeyler bırakmıştır..." Sandviçin birini ona uzattığımda alayla güldü. "Sence ben onunla doyar mıyım? Neyse, sen yemeğini ye. İlaç almayı da unutma."

"Tamam," dediğimde omzumu yavaşça okşayıp geri çekildi. O odadan çıkınca ben de sandviçlerin birini yiyip portakal suyunu bitirdim. Aslında aç hissediyordum, sandviçin diğer yarısını da yiyebilirdim ama midem ağır hissetsin de istemiyordum. Neyse ki bu kadarı bile vücudumun daha iyi hissetmesine yetmişti.

Her ne kadar tekrar bir duygu yüklemesi yaşamamak için bazı şeyleri aklımdan uzak tutmaya çalışsam da başarılı olamıyordum. Bazı şeyler. Yani arkadaşlarım. Onlardan geriye sadece Elfin kalmıştı. Artık ne zaman onun yüzüne baksam diğerlerini de hatırlayacakmışım gibi geliyordu. Ki büyük ihtimalle de öyle olacaktı. Aslında dün, onu da kaybetmek istemediğimi daha iyi anlamıştım. İçimde durmadan konuşan o ses haklıydı. Ben annemin de sakladığı şeyler olduğu gerçeğini göz ardı etmiştim. Elfin'e haksızlık etmeyi bırakmam gerekiyordu. En azından kalbim böyle söylüyordu.

Odamdan çıkıp banyoya girdim ve sıcak bir duş aldım. Hava sıcak olsa da bedenimin sıcak suya ihtiyacı vardı. Ki duştan sonra bedenim daha az ağrı hissetmeye başladı. Odama dönüp üzerime temiz kıyafetleri geçirdikten sonra da bir tane ağrı kesici içtim. Bütün gece Endymion'un beni sakinleştirdiğini biliyordum ama artık onu da daha fazla yoramazdım. Her ne kadar o an kendimde değilmişim gibi görünsem de aslında etrafımda olanların bilincindeydim. Bir ara gözlerim kapalıyken bile diğerlerinin hareketlerini görebilmiştim.

Islak saçlarımı tararken odamın kapısı tıklatılınca, girmesi için komut verdim. İçeri giren Endymion'du. Dikkatli bakışları yüzümde ve bedenimde dolandıktan sonra iyi göründüğümü düşünmüş olmalı ki gülümsedi. Onun yerinde olsaydım ve benim yerime kontrolden çıkan o olsaydı, kesinlikle ona bir şey olacak korkusundan delirirdim. Bu yüzden onun ne hissettiğini az çok anlayabiliyordum.

Ben tarağı komodinin üzerine bıraktığımda o da elini ıslak saçlarıma bastırdı. "İyi misin?" diye sorunca başımı yavaşça salladım. Ellerini kotuna sürtüp yatağın kenarına, yanıma oturdu. "Beni korkuttun."

Dudaklarımı birbirine bastırınca derin bir nefes alıp beni kollarının arasına çekti. "Kabul etmem gerekir ki korkunç bir andı," dedim fısıltıyla. Sırtımda duran eli yavaşça saçlarıma kayarken sessiz kaldı. "Anladım ki bu güç de sandığım kadar masum değil."

"Gücün fazlası hiçbir zaman masum değildir, Güzel Tanrıça," dedi yavaşça geri çekilirken. Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı, parmaklarını saçlarımdan ayırıp boynuma indirdi. "Üstesinden geleceksin."

"Artık dönmek istiyorum," diye mırıldandığımda anlayışla başını salladı.

"Ben diğerlerine söyleyeyim toparlansınlar. Sen de saçlarını kurutsan iyi olur, yaşayacağın hava değişimi seni hasta etmesin," dedikten sonra gömleğinin önünü çekiştirerek ayaklandı. Tam odadan çıkacakken durdu. "Tişörtümü banyoda unutmuştum. Saçlarını kuruttuktan sonra tişörttü de valize koyar mısın?"

"Tabii," dedim gülümseyerek. O bana göz kırpıp odadan çıkınca ben de saçlarımı kurutmak için banyoya geçtim. Hareketlerimdeki aceleciliğin farkındaydım. Sanki bedenim bu evrenden bir önce ayrılmam, kurtulmam için beni uyarıp duruyordu.

Saçlarımı kuruttuktan sonra aynadaki yansımamı izlerken ağrıyan ensemi yavaşça ovdum. Gözlerim koluma kaydığında kolumda, bilek kısmımda kızarıklıklar olduğunu gördüm. Dünkü yaşadıklarımdan sonra olduğuna emindim, tenimin altındaki lavları ve damarlarımdaki ilerleyişini unutabileceğimi sanmıyordum. Kalıcı izler olmadıklarını bilsem de bu görüntü bile içimi sıkmaya yetiyordu. Burnumdan sert bir nefes verip sırtımı aynaya döndüm. Hayat benim için daha da zorlaşmaya başlıyordu.

Endymion'un bahsettiği tişörtü alıp odaya döndüm. Tişörtü valize koyduktan sonra da kendi eşyalarımı bir çantanın içine doldurdum. Ayriyeten yanıma kendi krem ve kişisel eşyalarımdan da aldım. Son kullanma tarihleri geçmemişti, bir dahaki gelişime kadar beni idare ederlerdi. Gerçi bir daha ne zaman gelirdim biliyordum ama hayatın önüme neler çıkaracağının belli olmadığını da anlamıştım. Telefonumu komple kapatıp komodinin çekmecesi koydum. Bu evdeki işim artık bitmişti. Endymion'un valizini ve kendi çantamı alıp odadan çıktım.

"Sen de mi geliyorsun?" Noris'in sesini duyduğum sırada merdivenlerden iniyordum. Salonun kapısında duruyordu, sırtı bana dönüktü, soruyu kime sorduğunu görmesem de tahmin edebiliyordum.

"Evet. Douglas, Antares'tedir büyük ihtimalle," dedi Elfin umursamaz bir sesle. Merdivenlerin en basamağını da inip salona doğru baktım. Noris kapıda dururken Elfin koltukta oturmuş ona bakıyordu. Benim inmemle gözleri bana kaydı, bakışlarındaki değişim netti. "Astrid." Koltuktan kalkıp bana doğru gelirken Noris de gözlerini bana çevirdi. Endymion ve Briella neredeydi? "Daha iyi misin?"

"İyiyim," deyip gözlerimi mutfağa doğru çevirdim. "Diğerleri nerede?"

"Endymion garajı kontrol ediyordu, Briella da onunla," dedi Noris elimdeki valizi alırken. Başımı sallayıp salona geçtiğim sırada dış kapının açılma sesini duydum.

Endymion, "Hazır mısınız?" diye sorarken salona girdi, gözleri benim üzerimde takıldı. Sert bakışları yumuşarken ona gülümsedim.

"Kilitledim kapıları," dedi Briella ellerini beline koyup. "Noris, bizi sen götür, Astrid şimdi kendini yormasın."

"Ben Endymion ile giderim, siz arkamızdan gelin," dedikten sonra çantamı omzuma asıp yanıma gelen Endymion'un elini tuttum. "Fideleri unutmayın lütfen."

Noris başını salladığında Endymion'a doğru döndüm. Elimdeki iplikler aniden fırlayınca bir an kaşlarım çatıldı. Dışarıdan fark ediliyor muydu bilmiyordum ama turuncu ipliklerin enerjisi çok dengesiz hissettirmişti. Gözlerimi yumup odaklanmaya çalıştım. Kapattığım gözlerim sanki bilmediğim başka bir yere açılmıştı. Gizli ve önemli bir odada bulunan, çoğunlukla dizi ve filmlerde gördüğümüz o kırmızı lazer ışıklarına benzeyen turuncu ipliklerle dolu bir yerdi. Binlerce ipliğin bulunduğu bu karanlık yerdeki tek ses benim nefes seslerim ve bir kalbin atış sesiydi. Burası benim kalbim miydi?

"Astrid?"

Endymion'un sesini duyduğumda gözlerimi araladım ve buzulların kör edici beyaz yansımalı ışıkları gözlerime çarptı. Bakışlarımın durgunluğu kaşlarının çatılmasına sebep olduğunda silkelenerek dirseğime kadar düşen çantamın sapını omzuma çektim. Bir şey söylemeden tuttuğum eliyle onu geçide çektiğimde dikkatli bakışlarının hâlâ üzerimde olduğunu biliyordum. Biz köprüye geçerken diğerleri de aniden az önce durduğumuz yerde belirmişti.

Köprüden geçip Antares'e ayak basmamız ve kaleye doğru yol almamız benim düzensiz nefeslerimle sürdü. Endymion her ne kadar Noris'in beni götürmesini istese de yürümek istemiştim. Kaleye vardığımızda ise artık ayaklarımdaki ağrı dizlerime kadar ulaşıyordu. Belli etmemeye çalışsam da üzerimdeki bakışlardan anladıklarını anlıyordum. Bitik bir hâldeydim.

"Astrid geldi!" diye bağırdı Douglas beni gördüğünde. Kalenin kapısından çıkmak üzereydi. Yüzündeki gülümsemeyle hızla bana doğru gelince kalan bütün enerjimi de ona gülümsemeye harcadım.

"Beni gördüğüne sevindin demek," dedim ona takılarak. Yüzünü buruşturup gülerek bana sarıldığında kollarımı onun beline doladım. Kaleden gelen patırtının sebebinin abim olduğunu biliyordum, koşuyor olmalıydı. Ona durumumu fark ettirmeden nasıl işin içinden sıyrılacağımı ise bilmiyordum.

"Geciktiniz," dedi Asthon soluk soluğa bana doğru gelirken. Douglas kenara çekildiğinde kollarını hızla bana sarmıştı. Bedenim sarsıldı. Gülümserken aynı zamanda dişlerimi de sıkıyordum.

"Haber veremedim sana," diye mırıldandığımda dudaklarını şakağıma bastırdı.

"Elfin haber getirdi, merak etme," demesi şaşırmama neden olsa da bir tepki vermedim. Şu an bütün odağım içten içe sarsılmaya devam eden bedenimdeydi. Abim geri çekildikten sonra gözleri diğerlerine kaydı. "Fidelerimi getirmişsiniz."

"Endymion senin için aldı," dediğimde Endymion'un bakışları bana kaydı, gözlerini yavaşça açıp kapattı. Abim onun omzuna elini iki kez vurduktan sonra Noris'in yanına gidip elindeki fidelerin olduğu büyük poşeti aldı. Bir çocuk gibi mutlu görünüyordu.

Douglas bana yaklaşıp, "Biraz solgun görünüyorsun," diye fısıldadığında sertçe yutkundum. "Hasta mı oldun?"

"Hava değişiminden oldu sanırım," diye fısıldadım ben de onun gibi. "Ashton'a belli etme."

Başını sallasa da kaşları çatılmıştı. "Belki bir şeyler yapabilirim," deyip elini koluma koyduğunda irkildim. Tenime bir enerji çarptı ve bu enerjinin ona ait olduğunu hissettim. Ama aniden Douglas elini geri çekip bana karmaşık bir ifadeyle baktığında ben de ne olduğunu anlamamıştım. "Bu normal bir hastalık gibi durmuyor. Bedenindeki bu sıcaklık da ne?"

Sorusuna şaşırmıştım çünkü sıcaklığı hissetmiyordum, tenim de yanmıyordu, vücut ısım normaldi. Kaşlarım çatıldığında bakışlarımı ondan ayırdım ama onun bu konunun üzerine gideceğine adım kadar emindim. Kalenin kapısından koşarak çıkan küçük bedenle bakışlarım yere indiğinde, Nancy'nin hızla bana geldiğini gördüm. Onun yüzündeki büyük gülümseme yüzümdeki ifadeyi yumuşattı.

"Hoş geldin," deyip kollarını bacaklarıma sardı. Onu kucaklamak istiyordum ama kollarımda o kadar güç yok gibiydi. Denesem bile dikkat çekeceğim kesindi. Bu yüzden eğilip dudaklarımı saçlarına bastırdım.

"Merhaba, küçük prenses," diye mırıldandığımda gülümseyerek geri çekildi. Ben onun saçlarını okşarken Sharon da bana selam verip yanımdan geçerek Noris'e ilerledi.

"Burada mı kalacaksınız? Holly hemen sizin için bir şeyler hazırlar," dediğinde Ashton, Endymion ile kısa bir an göz göze geldik.

"Bugün şatoda küçük bir işimiz var. Onu halledelim, yarın geliriz. Hem Holly'yi de yormayalım," dedi Endymion kolunu omuzlarıma sararken. Abim bir an duraksasa da sonrasında başını sallamıştı.

"Böyle hemen gelip gitmişsiniz gibi oluyor ama neyse, işiniz önemli belli ki," dedi Ashton kaşlarını kaldırıp. "Ama yarın gelin, birlikte yemek yeriz, siz de neler yaptığınızı anlatırsınız."

"Geliriz abi," deyip ona gülümsediğimde eliyle saçlarımı yavaşça karıştırdı.

Onlarla vedalaştıktan sonra yokuş yoldan inerken Endymion omuzlarımdan beni sıkıca tutuyordu. Normalde bünyem sağlam olsa da üzerimdeki bu ağırlık, normal insanların hissedebileceği bir şey değildi çünkü ben bile ayakta durmakta zorlanıyordum. Kalenin görüş açısından çıkınca Endymion aniden durdu, ben de onunla durmak zorunda kaldım. Aldığım nefes göğsümü kavuruyordu. Neden böyle hissediyordum?

Elindeki valizi Noris'e uzatıp, "Ben Astrid'i götüreceğim," dediğinde Noris başını sallayıp valizi aldı. "Briella, Alrisha'ya gidip Penelope'yi de alıp gel. Onun yardımına ihtiyacımız var gibi görünüyor."

Elfin, "İsterseniz ben giderim," dediğinde Endymion başını iki yana sallayıp, "Briella daha hızlı gider," deyince Elfin sessiz kaldı.

"Ben hemen giderim," dedi Briella, ardından kendi çantasını Elfin'e uzattı. "Durumu kısaca anlatırım da."

"Hızlı olmalısın, Ella, unutma," diye son kez uyardı Endymion. Kolunu bacaklarımın altından geçirip beni kucakladığında kemiklerimin bükülmesiyle sessizce inledim. Bu Endymion'un da panik yapmasına neden oldu.

Briella yanımızdan koşarak ayrıldığında Endymion da merdivenlere doğru koşmaya başladı. Normalde de hızlı koşabiliyorduk ama Endymion'un şu anki hızı bile normalde beni ürpertebilirdi. En son gördüğüm merdivenlerden çıktığımızdı, sonra yüzümü boynuna gömdüm. Büyük ihtimalle dediği gibi Penelope'nin bu konuda bir fikri olurdu. Niyetinin sadece benim için ilaç gibi bir şey bulmak olmadığını biliyordum, öyle olsa Ursula'yı da çağırabilirdi. Ama hepimiz biliyordu ki ilk gardiyanlardan olan Penelope, hepimizden çok daha bilgiliydi.

Endymion beni odama taşıyıp yatağımın üzerine bıraktığında, artık bedenimde de gücün yansımaları oluşmaya başlamıştı. Gözlerimden hafif bir ışık sızıyordu. Endymion yanıma çöktü ve yüzümdeki saçları geriye doğru itti. Onun teni bazen soğuk hissettirirdi ama şu an bir buz derimin üzerinde geziyormuş gibiydi.

"Gece sana sorma fırsatım olmadı, seni etkim altına almaktan başka çarem yoktu," diye mırıldandığında gözlerimi kaldırarak ona baktım. "Şu an kendindesin, o yüzden sana sorabilirim. Penelope gelene kadar seni uyutmamı ister misin?"

Yavaşça gülümseyip, "Halledebilirim," dediğimde şüpheyle baksa da kabullenip başını salladı. "Benim zorlandığım şey, duygularımı göz ardı edebilmek. Aklımı konudan uzaklaştırmak için çok uğraşmam gerekiyor."

"İyi olman için elimden geleni yapacağım," dedi kararlı bir sesle. "Bir yolunu bulacağız."

"Mesela bana su getirebilirsin," diyerek güldüğümde aniden kalkıp, "Getireyim," dedikten sonra odadan çıkınca yüzümdeki gülümseme aniden kayboldu ve elimi karnıma bastırarak inledim. Bedenimdeki o ateşten küreler altı parça şeklinde karnımda dolanıyor, derime çarparak hareket ediyorlardı. Endymion'un hızlı hareket edeceğini bildiğimden o gelene kadar düzenli nefesler alarak hissettiğim ağrıyı azaltmaya çalıştım. Bir işe yaradığını söyleyemezdim.

Gözlerim pencereye kaydığında gökyüzüne toplanan kara bulutları görmem korkmama neden oldu. Panikle yataktan kalkmaya çalıştığım sırada Endymion odaya dönünce durdum ve korku dolu bakışlarımı ona çevirdim. Yüz ifademi gördüğünde ilk başta ne olduğunu anlamadı ama kara bulutların yayılmasıyla odaya karanlık çökünce pencereye doğru döndü. Ne olduğunu anlamış olmalı ki yüzüne sert bir ifade dağıldı.

"Bir şey yapmadım," diye mırıldandığımda cümlem onu irkiltti.

"Elbette bir şey yapmadın," deyip gözlerini pencereden ayırarak bana yaklaştı. Su bardağını uzatınca titreyen ellerimle bardağı aldım. "Sakin ol, belki hava durumuyla ilgilidir."

"Az önce güneş vardı," dediğimde sesim kısık çıkmıştı. Sudan bir yudum aldıktan sonra bardağı komodine bıraktım. "Ne yapacağım? Beni yine uyutursan geçer mi?"

Endymion yatağa çıkıp, "Seni uyutup durmayacağım, bunu istemediğin belli," dedikten sonra oturur pozisyona geçerek beni kollarının arasına çekti. "Uyutmadan da sakinleştirebilirim."

"Yap o zaman. Şehre bir zarar gelebilir," derken sesimde yoğun bir panik vardı. Endymion çenemi kavrayıp gözlerimin içine baktığında duraksadım.

"İlk önce sana gelecek olan zararın farkına varıp kendin için bunu önlemeye çalışırsan ve başarırsan, kimseye bir zarar gelmez," dedi, sesinde bana olan inancı vardı. "Ateş Yıldız'ım." Nefesi dudaklarıma çarptığında aklımdaki düşünceler bulanık bir suya dönüştü. "Sen onları kaybettiğini sanıyorsun ama ne acı, aslında kaybeden onlar ve bunu bilmiyorlar bile." Yüzünü yüzüme yaklaştırırken gözlerini gözlerimden ayırmadı. Soğuk bir su damlası boğazımdan yavaşça kayarak göğsüme indi. "Unuttuğun bir şey de var üstelik. Onların hayatından tamamen silinmedin. Sadece eski, normal bir arkadaş olarak kaldın. Bu bile istediğinde onlarla iletişime geçmen için bir yol."

Sertçe yutkunup, "Öyle, değil mi?" diye sorunca dudakları iki yana çekildi.

"Tabii ki öyle," dedi yanağıma dokunurken. Gözlerinde ifade bir anlığına değişti. "Aslında şimdi söyleyeceğim şeyi sana daha iyi hissettiğin bir zamanda söylemekti planım ama her ayağa kalkmak üzere olduğunda tekrar yere düş istemiyorum."

İçime yayılan korkuyla, "Kötü bir şey söyleyeceksin," dediğimde gözleri dudaklarıma indi. Bütün duygularım tepetaklaktı.

"Sen uyurken Noris, park cezasını ödemek için gitti ve arabanın sana ait olduğunu öğrendi," dediğinde şaşkınca ona baktım ama o bana bakmadı.

"Bana ait değil ki."

"Biliyorum," derken sesi kısılmıştı. O çirkin duygu kalbimi sıkıyordu. "Ashton'ın varlığı evreninizden tamamen silinmiş. Onun adına ne varsa hepsi sana ait gibi görünüyor." Sarsılan ifademle geri çekildiğimde gözlerini gözlerime taşıdı. "Evet, o gün onun kartını kullandığımızda bir sorun yaşamadık ama zaten yavaş yavaş silinmeye başlamıştı. Onu hatırlayan ve gören en eski insandan en yenisine kadar ilerleyen bu süreç, biz kartı kullandıktan birkaç gün sonra bitmiş ve o tamamen zihinlerden silinmiş."

"Ama..." Cümlemin devamını getiremedim. İçimde taşımaktan vazgeçmediğim o son umut parçası da bir kum gibi içimde ufalandı. Endymion'un bakışlarındaki tedirginliği gördüm. Evet, bu haber beni çok üzmüştü ama bir yandan da bir yol bulamayacağımın zaten içten içe hep farkındaydım. Evet, üzgündüm ama bu zaten sallantıda olan bir konuydu. İçli bir nefes verip elimi onun yanağına bastırdım. "Merak etme, çok da kötü hissettirmedi. Bir umudumun olması zaten saçmalıktı."

"Değildi," dese de itiraz eder gibi başımı iki yana salladım ama bir cevap vermedim. Ben yanağını okşamaya devam ederken yüzünü tekrar yüzüme yaklaştırdı. Dudaklarının dudaklarımı bulması, benim beklediğim ve istediğim bir şeydi. Onu öperken elimi yüzünden ayırmadım. Beni düşüncelerimden uzak tutma istediğini kabul ettim.

Fırtınalar büyür, fırtınalar diner ve biter. Ama Astrid, umut ve korku, hiç dinmeyen bir fırtınadır. Hayatın boyunca bu fırtınadan sen de kurtulamayacaksın.

Birbirimizden ayrıldık, onun göğsüne uzanıp gökyüzüne baktım. Koyu bulutlar gitmemiş olsa da bir adım ileri de atmamışlar, öylece havada asılı kalmışlardı. Anlamadığımı bildiği hâlde bana bir şeyler mırıldandı. Evet, anlamıyordum ama biliyordum, o cümlelerin altında beni çağıran bir huzur vardı. O beni çağırıyorsa giderdim, o beni bir kâbusun içine sürüklemezdi. Gün geçtikçe ona olan inancım sert bir demir şeklini alıyordu. Demir. Bu güzel bir tanımdı. O demiri paramparça edecek tek şey, benim içimde taşıdığım o yakıcı ateşti.

Koridordan gelen sesleri duysam da onun göğsünden ayrılmadım, benim hareketsiz olmam onun da öyle kalmasına neden olmuş olmalıydı. Kapı tıklatıldığında nabzımı ölçmek ister gibi gözleri bana kaydı. Gözlerimi yavaşça yumup geri açtığımda, girmeleri için komut vermişti. Bedenimdeki ağrılar geri çekilmeye başlamıştı, Endymion'un bundaki etkisi büyüktü. Kapı açılınca ben de yavaşça doğruldum. İlk önce içeri Briella girdi, ardından da Penelope ve diğerleri. Penelope'nin gözlerindeki endişeyi görmek beni şaşırtmasa da duraksadığım konusunda da yalan söyleyemezdim.

"Nasıl oldun?" Penelope bana doğru gelirken dudaklarımı yalayıp sırtımı yatak başlığa bastırdım, yeşil gözlerimin içinde yanan kızıl ateşle ona bakınca gözleri gözlerime kenetlendi.

"Biraz daha iyi gibi," derken ona bakmayı sürdürüyordum. Elindeki deri, büyük çantasını komodinin üzerine, bardağın yanına koydu, çantanın bir kısmı dışarıda kalmıştı. "Güç, duygularım yüzünden kontrolden çıktı."

"Briella anlattı bir şeyler," dedikten sonra bedenimi inceledi. Gözleri bir yerde takılmıştı ve takıldığı yerin kollarım olduğunun farkındaydım. "Tilki Çağlayanı'nın ateşini içinde taşırken, şimşeğini dışa vurursun. Anlaşılan ateş seni oldukça zorlamış."

"Nasıl kontrol edebilirim?" diye sorduğumda verdiği nefes, içindeki sıkıntıyı da dışarı döktü. Endymion'un elini sırtımda hissedince gerilen bedenim yavaşça gevşedi.

"Buna dışarıdan müdahale etmek zor. Yani senin yapabileceğin bir şey," dediğinde gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum çünkü söylediği şeyi zaten hepimiz biliyorduk. "Sen kendini kontrol etmeyi öğrenene kadar da sana vereceğim bitki karışımını içeceksin."

"Başka bir yolu yok mu gerçekten?"

Penelope gülümsedi ama gülümseyişinde farklı, buruk bir anlam da yatıyordu. "Eğer olsaydı, biz o güçlere esir mi düşerdik?"

"Esir düşmeyi seçen sizmişsiniz gibi geldi," diye ağzının içinde homurdanan Noris, pencereye doğru yürüdü. Penelope ise ona aldırış etmeden deri çantasını açmıştı.

Penelope bir poşeti açıp içinden kırmızı renk bir çiçek ve birkaç tane farklı şekle sahip yaprağı eline aldıktan sonra, "Nabi," dedi. "Bunları sıcak bir suyun içine koy. İki saat o suda kalacaklar." Nabi ona uzatılan bitkileri alıp odadan çıkınca Penelope bana baktı. "Ben mutfaktaki kızlardan birine ne yapacağını anlatırım, sana her gün bu çaydan hazırlar."

"Teşekkür ederim," diye mırıldandığımda şefkatle gülümsedi, gözlerimi yüzünden ayırıp önüme döndüm. "Ben bir şekilde kontrol etmeyi de öğreneceğim."

"Şüphem yok," diyen Penelope, çantasından çıkardığı şeyleri toplamaya başladı. "Bizim yapamadığımız şeyi yapacağına eminim."

Noris bir anda, "Astrid," dediğinde bakışlarım ona döndü. "Bunu sen mi yapıyorsun?"

Merakla, "Neyi?" diye sorduktan sonra sarsak hareketlerle yataktan kalktım. Benden önce Briella, Noris'in yanına gitmişti. Yüzüne dalga dalga yayılan şaşkınlığı izlerken onlara yaklaştım.

"Bu da ne?"

Briella'nın sorusunu es geçip elimi pencerenin kenarına bastırarak onlar gibi gözlerimi kaldırdım ve gökyüzüne baktım. Gördüklerim dehşeti içime yayarken gözlerimi kırpıştırdım. Kara bulutlar kenara çekilmişti, mavi göğün ortasında ateşten bir çember vardı. Çemberin ortası mavi göğün aksine simsiyahtı, boşluk gibiydi. Bunu ben mi yaptım diye sorgularken hızla balkona çıktım, ellerimi korkuluklara bastırıp ateşten çembere daha dikkatle baktım.

"Siktir, insanlara bunu nasıl açıklayacağız?" Briella telaşla yanıma gelirken sessiz küfürlerine devam ediyordu.

"Bu şeyin benden kaynaklı olduğuna emin miyiz?" diye sorarken sesim titrek çıkmıştı. Bu durum korkutucu bir hâl almaya başlıyordu. Aynı zamanda bu görüntü bana hiçbir şey hissettirmiyordu. Yani kendi yarattığım şimşek ve ateşleri hissederdim.

"Astrid, gökyüzünü bulutlarla kaplamanın tam vakti," dedi Endymion elini omzuma koyup. "Geçici bir şey mi bilmiyoruz, bunu gizlememiz ve tanrılardan biriyle konuşmamız gerekiyor."

"Ya gücümü kullanınca yine kontrolden çıkarsam?" Korkuyla Endymion'a bakınca gözleri yüzüme indi.

Dudaklarını saçlarıma bastırıp sadece, "Yap," dedi. Ona güvendim.

Elimi kaldırıp gökyüzüne doğru uzattığımda, tahmin ettiğimden daha çabuk bir etki yarattım. Bedenimdeki dengesizliğin de bundaki etkisi fazla olmalıydı. Bir mıknatısmışım, demir olan bulutları çekiyormuşum gibi dağınık duran bulutlar tekrar bir araya gelmek için hareketlendi. Ama tahmin ettiğim gibi sadece olan bu değildi. İki kızıl yıldırım, bulutların arasında sinsice ilerledi. Şehirde henüz bir kargaşa varmış gibi durmuyordu, insanlar bunu fark etmemiş olmalılardı.

Noris'in, "Tanrıların bundan haberi olmadığını sanmıyorum," demesi üzerine, "Zaten var," diyerek Ibbie'nin sesi ortama bir gök gürültüsü eşliğinde düştü.

Elimi indirmeden ona doğru döndüğümde koyu gözleri bulutların gizlemeye çalıştığı dehşet veren görüntüdeydi. "Evrenime ne yaptın böyle, gardiyan?" Sorusunda sahte bir merak vardı. Bu sahtelik her şeyin bilincinde oluşundan geliyor olmalıydı.

Sertçe yutkunup, "Nasıl olduğunu bilmiyorum," dediğimde dikkatli bakışları benim yüzümü buldu. Korkuyordum çünkü sorun çıkarmaya başlamıştım ve çözümü hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

"Merak etme, seninle ilgili bir durum değil," deyince rahat bir nefes almak istedim. "Bulduğun çözüm de etkileyici duruyor."

"Onunla ilgili olmaması daha korkutucu," dedi Penelope göğsüne koyduğu eliyle gökyüzüne bakmaya devam ederken. Bir araya topladığım bulutlar neredeyse o çemberi gizliyordu. "Böyle bir şeyi ilk kez görüyorum."

"Demek ki senin de yaşayacağın ilkler varmış," dedi alayla Ibbie. Ellerini önünde birleştirip gözlerini hepimizin üzerinde tek tek gezdirdi. "Korkmanıza gerek yok, birazdan düzelir."

"Sebebi ne peki?" diye sormamla bir şimşeğin şiddetli sesi şehrin üzerini örttü, irkildim.

"Hâlâ geçitlerin yer değişmesiyle bağlantılı," demesi üzerine şaşkınca, "Geçitlerdeki sorun çözülmedi mi?" diye bir soruyu daha ona yönelttim.

"Hayır," dedi Endymion ama bana değil Ibbie'ye bakıyordu. "Sen uyurken öğrendik biz de."

"Bu sorun sadece sizi değil, hepimizi ilgilendiren bir konu," dedi Ibbie ellerini önünde birleştirmiş bir şekilde yavaşça korkuluklara yaklaşırken. Üzerinde beyaz, askılı, uzun bir elbise vardı. Bu sade elbise bile onda ışıltılı duruyordu. Saçları dağınık bir topuz olarak toplanmış, yüzünü ortaya sermişti. "Siz kutuları ararken çok da tehlike arz eden bir durum olmadığından müdahale etmeden bekledik ama artık el koymak gerekiyor. Molan, sizi bu yüzden çağırdı." Göz ucuyla Noris'e baktığında Noris gözlerini kaçırdı.

Ibbie elini havada duran elimin üzerine koyup elimi aşağı indirdikten sonra diğer elini kaldırdı. Onun elini kaldırmasıyla beyaz bir dalga hızla yükselip bulutların arasında gizlenen çembere ilerledi. O dalganın, karanlığı içinde saklayan çembere çarpmasıyla yoğun bir uğultu, kızıl şimşeğin ardından gökyüzünde patladı. Ben şaşkınca gökyüzüne bakarken Ibbie yavaşça elini indirdi, yüzünde bir gülümseme olsa da gözleri duygulardan arınmış gibiydi.

"Yarın hepiniz saraya gelin. Douglas ve Ursula'ya da haber verin," dedikten sonra arkasını döndü ama bir adım dahi atmadan bekledi. "Kutu aramaktan daha çok dikkat isteyen bir konu sizi bekliyor. O yüzden kafanızı toparlayıp da gelin."

O yanımızdan sakince yürüyüp ayrılırken son cümlelerinin bana ithafen olduğunu bilmek omuzlarımı düşürdü. Dişlerimi sıkarken elimi kaldırıp hızla yana doğru hareket ettirmemle, bir araya toplanmış bulutlar onlarca parçaya bölünüp birbirlerinden ayrıldı. Gökyüzü ortaya çıktığında orada artık bir çember de yoktu.

Düşmüş omuzlarla odama dönerken, "Ben acıktım, yemek yiyelim," dedim, hiçbir yere sapmadan odanın kapısına ilerledim. Koridora girmemle koridorda bana doğru gelen Douglas'ı görmem bir olmuştu. Benden bir konuda şüphelendiğini zaten biliyordum, kontrol etmek için gelmiş olmalıydı. Elfin'in ona bir şeyler anlatmadığı da belliydi çünkü yaydığı aura karmaşıktı.

"Geldiğin iyi oldu, biz de yemek yiyecektik," dedim onun bir şey sormasına izin vermeden koluna girip onu tekrar merdivenlere yönlendirirken. Bana beni anlamıyormuş gibi bakması sorun değildi çünkü anlamayan tek o değildi.

"Ne olduğunu anlatacak mısın, abla?" Biz merdivenleri inerken diğerlerinin de koridora çıktığını dağılan seslerinden anladım. Douglas'ın sorusuyla göz ucuyla ona baktım, onun zaten tedbirli bakışları üzerimdeydi.

"Ne kadar şansızsın, gardiyan olur olmaz bir göreve atılacaksın," diye alayla konuşmam üzerine kaşları çatıldı.

"Ne görevi?"

"Yarın tanrıların sarayında toplanacağız. Anlaşılan bir sorun var. Tabii bize verilecek bir görev de." Bir alt kattaki terasa indiğimizde hava Antares'e geldiğimiz andaki gibi olsa da esintiliydi. Korkuluklara yakın olan sandalyeyi çekip oturduktan sonra gözlerim altımızdaki şehre kaydı.

"Bunun için bu hâlde olmadığına eminim," dedi Douglas, benim gibi oturmak yerine ayakta dikilirken. Onun aksine Elfin yanımdaki sandalyeyi çekip oturmuştu. Artık onun bana yakın durmasının beni germediğini fark ettim.

"Kafanı yormanı gerektirecek bir şey değil, merak etme. Özel bir konu," diyerek onun gelecek olan diğer bütün sorularının önünü kestim. O da bunu fark etmiş olmalı ki daha başka bir şey söylemedi. Diğerleri de terasa geldiğinde gözlerim hâlâ şehrin üzerindeydi.

Normalde olsa durup sızlanacağım bu konu, bir yerde işime de gelmişti. Belki bu sayede kendi düşüncelerimden de kendimi uzak tutabilirdim. Ama kaçarak da bu gücü kontrol edemeyeceğimi biliyordum. Yine de bir süre ertelemek en iyisiydi. Attığım adımın elbette ki beni rahata kavuşturmayacağını, bataklık bir yolda yürüteceğini biliyordum. Bunu atlatabilecek kadar güçlü olduğumun farkında olsam da bazen bazı şeyleri yaşamak da gerekiyordu. Bu duyguların acısını yaşamak istemeseydim eğer, Ibbie'ye bana da her şeyi unutturmasını istediğimi söylerdim. Bunu yapar mıydı bilmiyordum ama yine de istememiştim.

Masa hazır olduğunda ve yemek yemeğe başladığımda, boğazımdan geçen hiçbir şeyin tadını tam olarak alamadım. Beni idare edecek kadar yemeği mideye indirdikten sonra sırtımı sandalyeye yaslayıp yemeklerini yiyen arkadaşlarımı elimdeki kadehle öylece dururken izledim. Bazen bu hâlimin sadece patlamak üzere olduğumun bir habercisi olduğunu, en büyük patlamayı henüz yaşamadığımı ve beni buna hazırladıklarını düşünüyordum. Bu sadece bir uyarıysa, asıl patladığım anda nelere yol açacaktım? Bunu düşünmek bile istemiyordum çünkü gözlerimin önünde canlanan görüntüler hiç de iç açıcı değildi.

"Yarın sabah kaleye gideceğim," dediğimde birkaçının gözü üzerime çevrildi. "Saraya gitmeden Ashton'ı görsem iyi olacak. Sonrasında müsait olmazsam onu endişelendiririm."

"İyi bir fikir," diye mırıldandı Douglas bana bakmadan. "Sandığından daha fazla hissiyata sahip."

Endymion, "Douglas'la birlikte gidersiniz," dedi Douglas'a sert gözlerle bakarken. Neden öyle baktığını ben anlamadım ama Douglas kesinlikle anlamıştı. "Benim Castor'da bir işim var. Hem Ursula'ya da saraya gitmesini söylerim. Ne o buraya kadar yorulsun ne de Astrid'i oraya sürükleyelim."

Douglas şüpheyle, "Neden ablam için oraya gitmek zor olsun?" diye bir soruyu ortaya attığında Endymion'un hareket eden çenesinden dilini ısırdığı belli oluyordu.

"Özel bir durum çocuğum, özel bir durum," dedi Endymion sevimsiz bir ifadeyle gülerken. Douglas bundan tatmin olmasa da homurdanarak önüne döndü.

Douglas, "Elfin sen de bana hiçbir şey anlatmıyorsun," diyerek yan gözle ona bakınca, Elfin rahatsızca yerinde kıpırdandı. "Neyse."

"Sus artık," deyip saçlarını karıştırdım, söylenerek benden kaçmaya çalıştı ama ona gülümsemem bu kez zoraki değildi.

"Sizin ceza konusunda bir şey söylediler mi?" Penelope'nin sorusuyla elim Douglas'ın saçlarındayken duraksadım, yüzümdeki gülümseme geri çekildi. Bir de o konu vardı değil mi?

"Sonra karar vereceklerini söylediler," dedi Endymion umursamaz bir tavırla. "Mantıklı bir sonuca varacaklarını da hiç sanmam." Briella eliyle Endymion'u dürtünce Endymion ters ters ona bakıp omuz silkti. Bir an bu hareketi bana çocuksu geldiğinden gülmeden edemedim. Gülünce de gri gözlerin hedefi hâline geldim. İfadesi esen rüzgâr gibi yavaşça dağıldı.

Dirseklerimi masaya yaslayıp, "Hazır gitmişken Aidoneus'u da ziyaret eder misin? Arada onu da kontrol etmek gerekiyor," dediğimde Endymion başını sallayıp geriye doğru yaslandı. Normal konulardan konuşmak aklımın farklı yönlere dağılmasını sağladığından bedenimdeki garipliklerin de geri çekildiğini hissediyordum.

"Bu benim de aklımdaydı. Bir şeye ihtiyacı olduğunu sanmasam da bakmakta fayda var," derken önündeki bardağı eline alıp gözlerini bardaktaki suya indirdi. Su soğuk olmalı ki bardağın etrafı buğuluydu.

Briella dramatik bir pozla, "Onu özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi," dediğinde masadakiler buna gülmüştü. "Bu kadar sinir bozucu bir adam olmasaydı belki de onunla hoş bir sohbete girebilirdim."

Douglas yüzünü buruşturup, "Yeterli," deyince Briella ona alayla bakmıştı.

Penelope sandalyesini geriye itince gözlerim ona kaydı. "Biz artık kalkalım, Nabi. Yarına kadar yapacak çok işimiz var."

Nabi ayaklanırken, "Ne işi?" diye sormamı beklemeyen Penelope, anlık afalladı. Sonra gözlerini sevecen bir ifade kapladı.

"Ormanımızdaki bazı ağaçlar hastalanmış. Bunun neden olduğunu anlamasam da belki de evrenlerde oluşan tuhaflıklarla alakalıdır," dediğinde bu bana biraz mantıklı gelmişti. "Ağaçlarımla ilgilenmeliyim. Hastalığın yayılmasını istemem."

"Anladım, dikkatli olun siz de," dediğimde gülümseyerek başını salladı. Onunla konuşuyor olmamı garipsediğini belli eden bir tavrı vardı.

Onlar gittikten sonra masadaki kimse konuşmadı. Elimde tuttuğum kadehi çoktan bitirmiş, ikincisinin de sonuna yaklaşmıştım. Üzerimdeki dalgınlıktan mıdır bilinmez şarabın beni yavaşça etkisi altına aldığını hissediyordum. Bu etkiyi reddetmedim, beni ele geçirmesine izin verdim çünkü kendimi kasmaktan çok yorulmuştum. Başım yana doğru, Elfin'in omzuna düşünce Elfin'in ürperdiğini fark ettim ama geri çekilmedim, zaten onun da bunu istemediğini biliyordum.

Noris'in kızıl gözleri odaksız gözlerimi buldu. "Penelope'nin hazırlattığı çayı içecek misin?"

"Şimdi değil," derken kelimeler aklımda birbirlerine dolandıkları gibi dilime de dolandı.

"İstersen gidip biraz uyu," dedi Elfin elini bacağıma koyarken. Uyumak istemiyordum.

"Bir kadeh daha içersem belki," dedim yarım yamalak bir ağızla.

Noris kaşlarını çatıp, "İyi bir fikir değil gibi," deyince yüzümü buruşturdum.

"Onu rahat bırakın. Canı içmek istiyorsa içsin. Zaten bizim yanımızda," diyen Endymion'la gözlerimi kaldırarak ona baktım. "Sasha, şişe bitmiş, yeniler misin?"

O Sasha diyene kadar kızların terasta olduğunu ve tabakları topladığını bile fark etmemiştim.

"Tabii ki," dedi Sasha ama onun da bana bakışları diğerleriyle aynıydı, endişeliydi. Ben kendim için endişelenmiyordum. Aksine sanki şu an daha rahattım. Belki de bunun sebebi dağılan kafamda düşüncelerin durmadan hareket edip yerine oturamamasıydı.

Elfin'in parmaklarını saçlarımda hissetmemle bedenimden geçen elektrik akımı aynı anda oldu. Bir yandan da gevşediğimi inkâr edemezdim. Ben uyuşmuş bir şekilde onun omzunda dururken Sasha birkaç dakika sonra gelmiş ve boşalan kadehi doldurmuştu. Ben kadehe uzandığım sırada Endymion, "Bu akşamı burada sonlandırsak iyi olacak. Astrid'le ben ilgilenirim," dediğinde herkes gibi bunun ne demek olduğunun ben de farkındaydım. Tam ayık olmadığım hâlde.

Herkes masadan kalkarken Noris her ne kadar beni yalnız bırakmak istemediğini bakışlarıyla belli etse de Endymion'un yanımda oluşu onu biraz rahatlatıyor gibiydi. Başımı Elfin'in omzundan ayırdığımda o da istemeye istemeye kalktı. Endymion'un neden gitmelerini istediğini de biliyordum çünkü her an ağlayacakmış gibi durduğumun o da farkındaydı.

Terasta sadece ikimiz kalınca yanıma gelip Elfin'in kalktığı sandalyeye oturdu ve elimde tuttuğum kadehi alarak masanın üzerine bıraktı. Bir an bu hareketini sorgular gibi ona bakınca dudağının kenarı kıvrıldı ve kolunu masaya koyup bana doğru eğildi. Dikkatli bakışları yüzümün her yerindeydi, en çok da gözlerimde oyalanıyordu.

"Diğerlerinin yanında dikkatlerin üzerinde toplanmasını istemedim ama bence de artık içmesen daha iyi," deyince başımı omzuma yatırarak sakince ona baktım. Ardından elimi aramızda, soğuk avucum havaya bakacak şekilde açtığımda gözleri elime indi.

"Bak," dedim gözlerimi ondan ayırıp elime bakarken. Daha önce uzun uğraşlar sonucu yapabildiğim o şey bir anda olmuş ve içimde taşıdığım ateşten kürelerden biri avucumda belirmişti. "Artık bunları taşımak çok yorucu geliyor."

Parlayarak kızıl-turuncu ışığını yüzümüze yansıtan küreye bakarken kaşları çatıldı. "Onları her an dışarı çıkarmamalısın," dediğinde omuz silktim ve avucumu kapatmamla küre yok olup damarlarıma geri döndü. "Sen güçlü bir kadınsın. Artık silkelenmen gerekiyor, Astrid."

"Doğru, her zaman güçlü görünmeliyim," diye mırıldanarak önüme döndüğümde dalgın bakışlarım masanın boş yüzeyine yapıştı.

Endymion elini bacağımın üzerinde duran elimin üzerine koyup, "Bahsettiğim şeyin o olmadığını biliyorsun," dediğinde de ona bakmadım. Biliyordum, cümlem zaten ona değil kendimeydi. "Ne yaşarsan yaşa, her zaman kendi kendini ayağa kaldırmak için gösterdiğin çabanın farkındaydım. Şu an aynı şeyi yapmakta zorlanıyorsundur ama unutma ki yine yapabilirsin."

"Evet, yapabilirim," dediğimde kısık sesle güldü.

"Hadi, seni odana götürelim ve dinlen. Yarın bizi tuhaf bir gün bekliyor, senin de toparlanman gerek," dediğinde başımı yavaşça salladım. Beni belimden tutup kalkamama yardım edince ona yaslandım ve buna izin verdim. Terastan ayrılırken yavaş adımlar atarak bana ayak uyduruyordu.

"Endymion," dediğimde başını eğerek bana baktı, yeşil gözlerim duvarda dalgalanan duvar şamdanındaki kırmızı mumdaydı. "Geride bırakmak zorunda kaldığım kişi sen olmadığın için mutluyum."

🦂

Ertesi sabah uyandığımda baş ağrımı saymazsak daha iyiydim. Baş ağrımın sebebi de alkol değildi, gece sürekli uyanıp durmamla alakalıydı, uykumun bölünüp durması bende baş ağrısı yapıyordu. Uyandığımda Endymion da yoktu, dün bahsettiği gibi Castor'a gitmiş olmalıydı. Şatodan Douglas'la birlikte ayrılıp kaleye gelmiştik. Dünden daha iyi durumda olduğum için de ne Douglas'ın sorgu dolu bakışlarına maruz kalmıştım ne de abimi herhangi bir şüpheye düşürmüştüm.

Kahvaltı masasından kalkıp koltuklara yerleştiğimizde abim yanımda oturuyordu. Kolunu omzuma atıp, "Park cezamı ödemişsinizdir umarım," diyerek bana takıldığında sertçe yutkundum. Ona yaşanılanlardan üstünkörü bahsetmiştim. Kendi evrenimizden tamamen silindiği konusunu ona açsam mı bilemediğimden o konuya hiç girmemiştim. Aslında girmesem daha iyi gibi duruyordu çünkü benim aksime onun zaten hiç umudu yoktu, bir süre sonra kaybolmuştu. Tekrar bundan bahsedip canını sıkmak da istemiyordum.

Arkadaşlarımla ilgili olan konudan Douglas'a bahsetmediğim gibi abime de bahsetmedim. Douglas belki sonra bir şekilde öğrenirdi ama Ashton öğrendiğinde bu durum onu daha çok endişelendirirdi. Artık onu endişelendirmemek için bazı konulardan uzak tutmalıydım.

Noris gülerek, "Bir ara ödemeyip başını belaya sokmayı düşünsem de kıyamadım," dediğinde abim üst dudağının kenarını yukarı kaldırıp ona ters ters baktı. Noris de söylememe taraftarı gibi duruyordu.

"Acaba sizi neden çağırdılar?" Sharon kendi kendine mırıldanırken sesli konuştuğunun sonradan farkına varmış gibi başını kaldırarak bize baktı. "Kendileri de işe dahil olacaklarına göre durum ciddi gibi."

Noris kardeşinin saçlarını okşarken, "Onlar da işin içinde olacağından bizi çok zorlamaz diye düşünüyorum," dediğinde Elfin de ona katılarak, "Bence de," deyince, Noris'in kızıl gözleri karşı koltuğunda oturan Elfin'e dokundu. Sharon'ın abisine bakarken kaşları havalanmıştı.

"Ben de gideceğim abi," dedi Douglas, Ashton'a dönüp. Onun konuşması ortamda oluşan garip havayı dağıttı. "Döndüğümde sana bahçende yardım ederim."

"Düşünme bunu sen. Zaten toprak konusunda yardım ettin, gerisini ben de halledebilirim," dedikten sonra Douglas'ın omzuna yavaşça vurdu. "Douglas daha yeni, bir görev olursa ona yardımcı olun."

Elfin bir anda, "O doğduğundan beri bu tür şeylerle uğraşmak zorunda kaldığından onun kendini tanıması daha hızlı gerçekleşti. Yani onun için endişelenme, üstesinden gelir," demesiyle Douglas gülümseyerek ona baktı. Elfin'in gözlerinde bir gurur vardı ve bu gururun kardeşime karşı olması içimi rahatlatıyordu. Douglas'ın aksine Elfin uzun süredir aralarındaki bağın farkında olduğundan bunu belli etmesi daha kolaydı.

"Endymion ve Briella gelmek üzeredir," dedim ellerimi bacaklarıma bastırırken. "Şatoya dönelim biz de. Şu konu neymiş öğrenelim ve bir an önce kurtulalım."

"Bir yere falan gitmeniz gerekirse bana da haber vermeyi unutmayın, aklım kalmasın," dedi Ashton da benim gibi ayaklanırken.

"Fırsatımız olursa veririz," dediğimde, "Beni korkutma ama," deyince gülerek ona sarıldım. "Bir şey olmayacak merak etme."

Abim ve Sharon'la vedalaştıktan sonra kaleden ayrılıp şatonun yolunu tuttuk. Şatoya döndüğümüzde Briella ve Endymion henüz gelmemişti. Kaleye gitmeden önce duş alıp üzerime öylesine bir eşofman geçirdiğimden kıyafetlerimi değiştirmek için odama döndüm. Giyinme odasına yürürken bir yandan da üzerimdekileri çıkarıyordum. Güzel kıyafetler giymek ve aynaya baktığımda güzel göründüğümü düşünmek benim ruh hâlimi etkileyen bir şeydi. O yüzden onlar dönene kadar kendimle ilgilenebilirdim.

Siyah, kısa bir şortu bacaklarımdan geçirdikten sonra üzerine şortun yaklaşık bir karış altında bitecek kadar uzun olan beyaz gömleği giydim. Gömlek, bir elbise gibiydi. Gömleğin düğmelerini ilikleme işi bittiğinde, en alttan üç düğmeyi açık bırakmıştım. Kemerlerin olduğu çekmeceyi açıp siyah bir kemer arayışına girdim. Bu arayış, kalın, korse şeklindeki ipli kemeri bulmamla sonlandı. Deri korse kemerin iki yanında da sarkan ince zincirler vardı. Kemeri belime takıp iplerini sıkarak sabitledikten sonra aynadaki görüntüme baktım. Karşılaştığım güzel görüntü gerçekten ruh hâlimi etkilemiş, daha iyi hissettirmişti.

Ayaklarıma deri, kalın topuklu bir ayakkabı geçirdikten sonra saçlarımı toplamak için odaya döndüm. Saçlarımı toplamadan önce kendi evrenimden getirdiğim güneş kremini yüzüme yedirip saçlarımı toplarken derimin kremi emmesini bekledim. Gömleğin yakaları daha belirgin olsun ve boynumu kapatmasın diye saçlarımı tepeden atkuyruğu şeklinde topladım. Kendim için yaptığım son işlem de yüzüme hafif bir makyaj yapıp parfümümü üzerime bocalamak oldu.

Ben hazır bir şekilde odanın kapısını açtığımda eli kapıyı çalmak için havaya kalkmış Endymion'la karşılaştım. Beni aniden görünce duraksadı, sonra o gri gözler bütün bedenimi inceleyerek süzdü. Gözlerinde oluşan beğeniyi görmek de iyi gelmişti.

"Bu ne güzellik?" Dudağı yukarı kıvrıldığında gözlerini gözlerime taşıdı. "Ben de seni almaya geliyordum."

"Teşekkür ederim," dedim ona yaklaşırken. "Gidiyor muyuz?"

"Evet, Güzel Tanrıça'm," dedi eli elime uzandığı sırada. Elini tutup ona gülümsediğimde dudaklarını şakağıma bastırdı, bir süre dudaklarını orada bekletip daha sonrasında geri çekildi.

Birlikte tanrıların sarayına açılan kapının olduğu yöne ilerlerken Endymion merdiven boşluğa doğru diğerlerine seslenmiş, sesinin tüm şatoya yayılmasını sağlamıştı. Biz kapının önüne geldiğimizde ise onlar henüz gelmemişti. Birkaç dakika onları bekledik, onlar geldiğinde ise kapıyı açıp kendimizi nerede olduğunu hâlâ bilmediğimiz o sarayın kollarına attık.

Saraya girdiğimizde bizi Molan karşılamıştı. Khione'nin aksine onun bakışları sıcaktı. Bizi salona götürdüğünde ise Penelope ve Nabi'nin çoktan geldiğini gördük. Ursula ve Hydra henüz ortalarda yoktu. Toplandıkları uzun, siyah ve parlak yüzeye sahip masanın boş sandalyelerine yerleştiğimizde gerilmeye başlamıştım. Bunda ortamın da etkisi büyüktü.

"Görmeyeli nasılsınız?" Khione'nin sorusu ortaya atılmış bir soru olsa da mor gözlerinin odağında ben vardım. Bakışlarının ağırlığını hissetsem de ona bakmadım.

"Aynı," dedi Noris hiçbirimizin cevap vermeyeceğini anladığında. Onun da cevabı kısa ve netti zaten.

"Hım..." dese de Khione, ona aldırış eden olmadı.

"Ursula'ya haber vermemiş miydiniz?"

Endymion soruyu soran Seth'e bakıp, "Gidip kendim söyledim. Gelmiş olması gerekirdi," deyince Seth'in kaşları çatıldı, göz ucuyla Molan'a baktı.

Onların da üzerinde bir gerginlik vardı ve bunu saklamıyorlardı.

Belki beş dakika belki on dakika bekledik ama bu bekleyiş yarım saate uzandığında gerilim daha da artmıştı. Aslında bu bana normal geliyordu, belli bir saat verilmediğinden ne zaman geleceğini kestirememiş olmalıydı. Ama tanrıların yüzündeki ifadeye bakılırsa durum benim düşündüğüm gibi değildi.

Molan aniden ayaklanıp, "Ben bir kontrol edeceğim," dedikten sonra hızla salondan çıktı. Ibbie gergin bir şekilde ellerini sıkarken gözlerim ondaydı. Sanki ondan bir cevap alabilirmişim gibi.

"Toplanmak için bir saat belirlenmedi," dediğimde Lares'in buz mavisi gözleri bana döndü. "Ne zaman geleceğini bilememiş olmalı."

Endymion, "Bana bir saat sonra geleceğini söylemişti," deyince başımı yana çevirip ona baktım. "Bunu söylemesinin üzerinden iki saat geçti sanırım."

Şaşkınca kaşlarımı kaldırıp önüme döndüm, nedense bu durum hâlâ bana normal geliyordu. Dirseğimi masaya yaslayıp çenemi avuç içime bastırdım. Ben masanın siyah, parlak yüzeyindeki yansımaları izlerken birkaç dakika sonra Molan'ın sert adım sesleri de salona doldu. Bütün gözler ona döndüğünde ben de merakla ona baktım. Yüzündeki ifade ise duraksamama neden olmuştu.

"Geçit açılmış," dediğinde ne demek istediğini anlamadığımdan kaşlarımı çatarak ona baktım ama Khione'nin öfkeyle söylenmesi, onların bunun ne anlama geldiğini bildiğini gösteriyordu. "Antares ve Castor'u ayıracak geçit açılmış ve içeri ilk girenler de Ursula ile Hydra olmuş."

Tanrılar hızla ayağa kalktığında bunların anlamını bilmesem de korku içime yayıldı. Antares ve Castor'u ayıracak geçit demişti. Bu iki evren, neden birbirinden ayrılıyordu?

🦂

Merhabaa, nasılsınız? Umarım çok iyisinizdir. Bu aralar yıldızlarda ve gezegenlerde bir tuhaflık var, dikkatli olun❤️

Diken üzerinde tutan bir bölüm oldu, umarım severek okumuşsunuzdur❤️🫶🏻

Bölümün başındaki ilk cümleyi 2016'daki kurgumda kullanmıştım. Bir süre önce eski dosyalarda gözüme çarptı ve nedense tekrar kullanmak istedim, hoşuma gitti. Astrid bir de eskiden tanıdığım bir kadın söylemişti falan deyince duygulanmadım desem yalan olur...

Daha önce yaptığım bir soru cevapta sorulmuştu ve orada da Ashton'ın Antares'ten çıkma şansı olmadığını, artık orada kalmak zorunda olduğunu söylemiştim. Bunu bilmeyenler de bu bölümle öğrenmiş oldular. Ashton artık yeni bir evrende, yeni bir hayat yaşayacak. Kim bilir, belki çok daha mutlu olur.

Tanrılardaki garipliğin de farkına varmışsınızdır, bir tuhaf davrandılar. Tedirgin mi desem ne yapacaklarını kestiremiyorlar mı desem... Bir de tabii güzel tanrıçamız Molan'ın son söyledikleri var. Bakalım bakalım ne anlama çıkacak...

18 Kasım 21:00'da yeni bölümü yayımlayacağım. Kendinize çok iyi bakın, görüşmek üzere 🫶🏻❤️

Continue Reading

You'll Also Like

137K 1.3K 35
Liseden yeni mezun köle ruhlu bir fetişist olan Emir, sonuçlarını asla tahmin edemeyeceği bir yola girer. Uğradığı şantaj sonucu hayatı Zehra adında...
887K 20.3K 56
"Madem çok ısrar ettiniz, o zaman artık bey diyebilirim." deyip gülümsedim, bandı yapıştırdıktan sonra yutkundu. "Boşver beyi." deyip dudaklarıma yap...
4.4K 418 11
❝Her sahnenin bir başrolü olur, her yaranın ise bir yaratıcısı vardır. Ve bazı yaralar, hiçbir zaman kapanmaz. Ne kadar kapatmaya çalışırsan çalış, b...
RUSALKA By ARTEMİSİA

General Fiction

705K 76.4K 42
Düşmüş Melekler Serisi / İkinci Kitap Kitaplar tek başına da okunabiliyor ama keyfini çıkarmak adına sırayla okunması tavsiye edilir. & Lara Altun...