AKREBİN KALBİ / TAMAMLANDI

By aycansrhmtt

182K 16.6K 22.2K

Genç kadın, elini duvara doğru uzattı. Kendi kanından bir adam onu durdurmaya çalıştı ama durduramayacağını o... More

GİRİŞ
1. Kızıl Duvar
2. Antares
3. İkinci Gardiyan
4. Karanlıktan Sızan
5. Başarısız Plan
6. Büyülü Silah
7. Güneş Tutulması
8. Gizlenen Güç
9. Tilki Çağlayanı
10. Kutu
11. Duvarın Fısıltısı
12. Geçmiş ve Gelecek
13. Düğüm Çözen Melodi
15. Mezarlıktaki Kız
16. Alrisha Cenneti
17. His Karmaşası
18. İz Süren
19. Yeniden Doğmak
20. Çöl Nebulası
21. Ruh Transferi
22. Şeytan Ateşi
23. Cesetten Kule
24. Tanıdık Enerji
25. Şehirdeki Şenlik
26. Cezalandıran Tanrıça
27. Bin Yıl Bir Yalan
28. Yaz Üçgeni
29. Gökkuşağı Şelalesi
30. Kraliyet Yıldızı
31. Ateş Yıldızı
32. Kambur Bırakan İz
33. Yol Ayrımı
34. Solan Anılar
35. Güç Boğumu
36. Hyades
37. Prenses ve Avcı
38. Yarım Güneş
39. Siyah Ay Taşı
40. Tavus Kuşu Tüyü
41. Kar Soğuğu
42. Geriye Dönüş
43. Siren
44. Kuşku Yağmuru
45. Yüzleşme
46. İçten Çürüyen
47. Son Radde
48. Karar
49. Yarı Veda
50. Final
Özel Bölüm 1
Özel Bölüm 2
Özel Bölüm 3

14. Randevu Müzesi

3.5K 396 553
By aycansrhmtt

🎧Mooney, Float
🎧I Will Never Be The Same, Worldless

🦂

"Endymion!"

Onun bedeni sendeleyerek geriye doğru düştüğünde her şey susmuştu. Kendi nefes seslerimi bile duyamıyordum. Panik göğsümü patlatacakmış gibi içime yayıldığında çıplak ayaklarımla koşmaya başladım. Odadan çıkmam ve merdivenlerden inmem gürültülü olmuştu. Geceliğimin uzun etekleri bacaklarıma dolanıyordu. Normal koşuyormuşum gibi gelse de gücüm bacaklarımda patlamış, birkaç saniye içinde onun odasına gelmemi sağlamıştı. Ben onun odasının kapısını çarparak açtığımda merdivenlerden gelen sesleri duydum.

Hiçbir şey düşünmeden ona odaklandım. Onu gördüğümde yerde uzanıyordu. Bedeninin bir kısmı içerideyken diğer kısmı balkonun zeminine yapışmıştı. Korkuyla yerde kayarak ona yaklaştım. Gözleri kapalıydı ama yüzünü buruşturup duruyordu. Bir elim göğsüne kaydığında diğer elim yanağındaydı.

"Endymion, beni duyuyor musun?" Nefes alıyordu, göğsü olduğundan daha hızlı bir şekilde inip kalkıyordu. "Lanet olsun." Göğsündeki elimi de diğer yanağına yasladım. "Noris!"

Çığlığım şatonun bütün duvarlarını titretmişti. Parmaklarım da duvarlar gibi titriyordu. Neden böyle bir şey yapmıştı? Odanın aralık duran kapısı hızla duvara çarptığında başımı kaldırmadım, onun yüzüne bakmaya devam ediyordum.

Briella telaşla yanıma çöküp elini Endymion'un göğsüne bastırdı. "Ne oldu ona?"

"Kutuyu açtı," dememle Briella donup kalmıştı. İçeri giren Noris de söylediğim şeyi duymuştu, öylece kapıda durmuş bize bakıyordu. "Yardım et, kaldıralım."

Noris kendine yeni geliyormuş gibi silkelenip hızla yanımıza geldi. Birlikte onu kaldırarak yatağına kadar taşıdık. Sağlıklı görünüyordu. Yüzünde ya da bedeninde bir değişme yoktu. Gözlerini açmayacak mıydı?

"Nasıl böyle bir hata yapar?" Briella öfkeyle söylenirken bir yandan da parmaklarıyla boynunu kontrol ediyordu. "Neden durdurmadın onu?"

Onu duymazdan gelerek yatağın kenarına oturup öylece uzanan adama baktım. O şeyin göğsünden içeri bir ruh gibi girdiğini görmüştüm. Efsane diye bahsettikleri gerçek olmuştu, bunu o kalıntıların arasında anlamıştım. Az önce ise o gücü kendi gözlerimle gördüm.

Hissettiğim endişeyle yatağın üzerindeki elini avuçlarımın arasına aldım. Şu an iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi yaptığını bilmiyordum. Tek istediğim kendine gelmesiydi. Briella durmadan onu kontrol ediyor, sayıklayıp duruyordu. Arada kendi göğsüne elini bastırdığını da görüyordum. O da mı kötü hissediyordu? O kötü hissediyorsa Endymion da kötü hissediyor olmalıydı.

Çaresizlikle parıldadığına emin olduğum gözlerimi, yatağın kenarında dikilen Noris'e çevirdim. Bakışlarının Endymion'un elini tutan ellerimde olduğunu o an fark etmiştim. Ona baktığımı anlayınca gözleri bana doğru döndü. Güven vermek ister gibi yavaşça gülümsedi.

"Kötü bir şey olsa şimdiye kadar fark ederdik," dediğinde, Briella umutla ona baktı. "Sakin olup bekleyelim."

Ona güveniyordum. Bunları bizi sakinleştirmek için değil de gerçekten böyle düşündüğü için söylüyordu.

Dakikalar geçmeye başladı. Dakikalar ilerledikçe değişen tek şey oturma şeklim, duruşum ya da nereye baktığımdı. Sonra saatler geçmeye başladı. Saatler ilerledikçe değişen tek şey odaya girip çıkanlar ve yine benim duruşum ile nereye baktığımdı.

Noris odaya giriyor, sessizce bir kenarda duruyor, sonra da odadan çıkıyordu. Tekrar geldiğinde ise üzerinde farklı kıyafetler vardı. Briella onun aksine sessizce durmuyordu. Bazen ağlıyor, bazen kendi kendine konuşuyor, bazense yatakta aynı şekilde uzanan adamı kontrol edip duruyordu. Onun da kıyafetleri her odaya girişinde değişmiş oluyordu. Bunun sebebi dakikaların değil, saatlerin, ardında günlerin geçiyor olmasıydı.

Üzerimdeki kıyafetler üç gün öncekiyle aynıydı. Hâlâ o gecelik ile yatağın kenarında oturuyordum, yerdeydim. Soğuk mermer zemin bacaklarıma yapışmıştı, gözlerim kurumuştu. Kurudukları için içleri ateş gibi yanıyordu. Ellerimi yüzüme kapatıp bir süre bekledim. Sırtım boyunca uzanan ağrım, artık dik durmamı zorlaştıyordu. Yüzümü sıvazlayarak ellerimi yüzümden ayırdım. Gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum.

Başımı dik tutmak zor geldiğinde artık kendimi tutamayacağımı anlamıştım. Başım yatağın kenarına doğru düştüğünde bunu engelleyemedim. Göz kapaklarım birbirine tutundu. İçimde tetikte olmamı söyleyen o sesi de duyamıyordum, seslendiğini biliyordum ama yine de duyamıyordum.

Ne kadar süre o şekilde kaldığımı bilmiyordum ama şimdi kulaklarımı dolduran tok bir ses vardı. Uykunun çıkmaz sokağında dingin bir ruhla yürüyordum ve o ses ılık bir rüzgâr olup bedenimi sarıyordu. Ses daha yakından gelmeye başladığında, çıkmaz sandığım sokağın ucunda bir ışık yanmıştı. Şimdi o ışığa yürüdükçe uykunun sokağını terk ediyordum.

Göz kapaklarımı yavaşça açtığımda uyumadan önceki o ağrı hâlâ gözlerimdeydi, gözlerime vuran ışık da ağrının şiddetlenmesine neden oluyordu. Sakince esnediğim sırada o sesin hâlâ etrafımda olduğunu fark edip duraksadım. Şaşkınlıkla başımı kaldırdığımda, onun yüzümü izleyen gözleriyle karşılaşmıştım. Gözlerimin içine bakarken mırıldanmaya devam ediyordu. Bildiğim beş dil vardı, dil öğrenmeyi seviyordum. Bir dönem fazla dil bilmenin havalı olabileceğini düşünsem de sonrasında bu tamamen kendi isteğim ve merak duyduğum bir şey olmuştu. Bunlar haricindeki dilleri bilmesem de aşinaydım, mırıldandığı kelimelere anlam veremiyordum. Tek bildiğim beni sakinleştirdiğiydi.

"Uyanmışsın," dedim şaşkın bir sesle, benim konuşmamla o da mırıldanmayı kesmişti.

"Gardiyanların da tatile ihtiyacı oluyor," dedi, sesi yeni uyanmış gibiydi.

"Şakanın sırası değil," deyip yavaşça doğruldum. "İyi misin? Bir şey hissediyor musun?"

Sırtını yatak başlığına yaslayarak ellerini öne doğru uzattı, bir elini karnına bastırıp yüzünü buruşturdu.

"Hiçbir şeyim yok," dedi ama ses tonu tam tersini söylüyordu. "Onun içimde duman gibi dolandığını hissediyordum. Uyuyordum ama hissediyordum. Şimdi her noktama yapışmış, işlemiş gibi."

"Bunu nasıl yapabildin?" diye sorduğumda gözleri kısıldı. "Ya yanlış bir şey yapsaydık? Dikkatli olmalıydın, Endymion. Şu an neye sebep olduğumuzu bile bilmiyoruz."

"Yaklaş," dediğinde afalladım. Elini yatağın kenarına vurdu. "Yanlış olmadığını göstereceğim."

Ne demek istediğini anlamasam da dediğini yaparak yatağın kenarına oturdum. Gözlerimin içine diktiği gözleri bu sefer farklı bakıyordu. Sonra tekrar mırıldanmaya başladı. İlk başta sadece ne söylediğini anlamakla uğraştım. Kafamın içinden birçok dil geçti ama hiçbiriyle uyuşturamamıştım. Bilmediğim, belki fe hiç var olmayan bir dilde şarkı söylüyordu. Daha sonra ise beni bu düşüncelerden uzaklaştıran şey göğsümde hissettiğim acı oldu.

Endymion gözlerime bakarak mırıldanmaya devam ediyor, ben ise hissettiğim o acıyla ona bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Bu acı fiziksel değildi. Annemi kaybettiğimde göğsümde oluşan sızıya benziyordu. Bir an ne olduğunu anlayamadım ve gözlerimden aniden yaşlar akmaya başladı. Şaşkındım ama içimdeki o hüznü, acıyı durduramıyordum. Elimi göğsüme bastırıp ağlamaya devam ettiğim anda Endymion'un sesi kesildi. Ona bakamıyor, hıçkırarak ağlamaya devam ediyorum.

Eli göğsümün üzerinde duran elimin üzerine kapandı. Sonra tekrar mırıldanmaya başladı. Bu defa sözler farklıydı, ses tonu farklıydı.

Gözlerimden yaşlar akmaya devam ediyordu ama göğsümdeki ağrının yavaşça silinmeye başladığını hissettim. Gözyaşlarımla ıslanan dudaklarım aralanırken ne olduğunu anlamayarak onun gri gözlerine kitlendim. Dudakları yukarı kıvrıldı, o mırıldandıkça içimdeki ağrı, yerini huzura bıraktı.

"Bu da ne?"

Dudaklarını birbirine bastırdığında, odaya dağılan sesi kaybolduğunda sanki bir rüyadan yeni uyanmıştım.

"O kutuyu zaten açabilecek olan kişi benmişim," derken gözlerini pencereye doğru çevirdi. "Senin evrenine bırakılan kutu, Antares ve Castor köprüsünün gardiyanına aitmiş."

Duyduklarım şoka girmeme neden olmuştu. Boş bir ifadeyle öylece ona baktığımı fark edince silkelendim.

"Sen nereden biliyorsun?"

"Çünkü gördüm," dedi, gözlerini tekrar bana çevirdi. "Nasıl bir gücü olduğunu, bu güç ile nelere sebep olduğunu ve nasıl öldüğünü."

İrkildiğimde bakışlarım karnının üzerindeki eline düştü. Uyurken görmüş olmalıydı. Demek ki her kutunun gerçekten de bir sahibi vardı.

"Sesiyle insanları manipüle etmiş, duygularıyla oynamış," derken sesi sertleşmişti. "İstediklerini alabilmek için sevdiği insanları bile harcamış."

Sertçe yutkunup, "Bu, gücün ona yaptırttığı bir şey miydi yoksa o mu böyle biriydi?" diye sordum.

"Bir kadındı," dediğinde odağım dağıldı. "Ve hepsini kendi iradesiyle yaptı."

Parmaklarımı birbirine geçirip gözlerimi ellerime düşürdüm. O hâlde Aidoneus tamamen yalan söylememişti. Kutunun Endymion'a ait olmasına ayrı, daha önceki sahibiyle ilgili söylediklerine ayrı, Endymion'un sesiyle yapabildiği şeye ayrı şaşırmıştım.

"Tutulmadan sonra," deyip yutkundum. "Terasta kötüleştiğimde yanımdaydın, bana bir şeyler mırıldanıyordun. Bu ona benziyor."

"Bunu ben de ilk tutulmamdan sonra fark etmiştim," dedi, dudaklarını yalarken gözleri kısıldı. "Briella ile bağımız tamamlandıktan sonra olan bir etki sanmıştım. Arada bir kayboluyordu. Sonra Aidoneus'un söylediklerini düşündüm." Bir süre sessizce bekledi, ilgiyle ona bakıyordu. "Tilki Çağlayanı'nın sadece erk hayvanı tilki olanlarda olabileceğini, olsa bile asıl gücü bulmadan sadece geçici bir süre kalacağını söylemişti. O kadının da erk hayvanı çakaldı, Briella gibi."

Bazı taşlar yerine oturuyordu. Demek ki o adada taşın bağlı olduğu ipi bir tek onun ve Briella'nın görme nedeni de buydu. Kutu zaten onlara aitti. Gülümseyerek ona baktığımda duraksadı, neden gülümsediğime anlam veremiyor gibi baktı. Hem iyi olmasına sevinmiştim hem de ona ait bir şeyi bulmuş olmasına.

Kapı açıldıktan sonra gelen çığlıkla yüzümü buruşturdum. Briella koşarak Endymion'un yanına gelirken ayağa kalktım. Onları yalnız bırakmak için odadan çıkmak için hareketlendiğimde Endymion'un gözlerinin üzerimde olduğunu biliyordum.

Kapının kenarında duran Noris'in omzuna elimi koyup hafifçe sıktıktan sonra yanından geçerek koridora girdim. Günlerdir bu şekilde duruyordum. Gidip bir duş almam ve üzerimi değiştirmem gerekiyordu. Zaten her şey üst üste geldiği için normalde olduğumdan daha karmaşıktım.

İlk kutuyu Douglas sayesinde bulmuştuk. Geriye kalan dört kutuyu nasıl bulacağımız hakkında hiçbir fikrim yoktu. Üstelik diğerlerine ait kutular da vardı ve onların haberi olmadan bu işe de devam edemezdik, bunu biliyordum.

Sıkıntıyla nefesimi sesli bir şekilde dışarı verip odamın kapısını açarak içeri girdim. İlk işim banyoya girip sıcak bir duş almak olmuştu. Duştan çıktığımda bedenimde yine o tanıdık yanık izleri vardı. Her ne kadar birkaç dakika sonra geçiyor olsalar da bu artık can sıkıcı olmaya başlamıştı.

Gözüme çarpan kırmızı iç çamaşırı takımına gözlerimi kısarak baktım. Kırmızı renkli şeyleri seviyordum, bazen Briella'nın özellikle kırmızı renklere yöneldiğini düşünüyordum. İç çamaşırlarımı giydikten sonra altıma siyah, tok bir kumaşı olan ispanyol paça pantolonu giydim. Duş almak fazlasıyla iyi gelmişti. Uykumu tam olarak alamamış olsam da dinç hissediyordum. Elime aldığım kırmızı bluzu kenara bırakıp ilk önce ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Topuklu ayakkabı giymeyi özlemiştim ve pantolonun paçaları da tam ayakkabıların kalın topuğunun bittiği yerdeydi, iyi duruyordu. Bluzu elime alıp giyinme odasından çıkarak içeri geçtim. Tam o sırada kapı açılmıştı.

"Kusura bakma, çaldım ama duymadın," dedi Endymion. Onu ayakta görmeyi beklemiyordum, dinlenmeye devam edeceğini düşünmüştüm. Gözlerim dehşetle ona odaklandı. "Kapının önündeyim."

Tam çıkacakken, "Sorun değil, içeri girebilirsin," dediğimde duraksadı, bu duraksama uzun sürmemişti. Kapıyı kapatıp içeri geçtiğinde ona bakmamıştım, yine de göz ucuyla koltuklardan birine oturduğunu görmüştüm.

Kırmızı renkteki bluzu üzerime geçirdikten sonra aynaya doğru döndüm. Bluz ile pantolonumun kemer kısmı arasında biraz boşluk vardı. Uzun kollu olmasına rağmen sırt kısmında iplerle hoşuma gitmişti.

Makyaj masamın pufuna oturup kuruyan saçlarımı, elime aldığım tarakla taramaya başladığım sırada Endymion'a doğru döndüm. Sessizce beni izliyordu.

"Bir şey mi söyleyecektin?" diye sorduğumda ilk başta öylece yüzüme baktı, ardından başını salladı. Hâlâ karşımda bu şekilde oturuyor olmasına şaşkındım. Hiç mi kötü hissetmiyordu?

"Güzel görünüyorsun," dedi, durdu, "yani söyleyeceğim şey bu değildi tabii." Kaşlarım çatılırken bu hâline güldüm. Onun da kaşları çatılmıştı. "Aidoneus'a güvenmiyorum ama Ursula ve Penelope'ye haber vermeliyiz."

Başımı sallarken, "Ben de aynı şeyi düşünüyordum," dedim. "Ama acele etme, biraz daha dinlen. Hemen ayaklanmışsın."

"Üç günden fazla bir süredir zaten dinleniyorum, iyiyim, bir sorun yok," deyip öne doğru eğildi. "Ursula az önce geldi. Briella telaşlanıp ona da haber vermiş ben uyanmadan önce. Eminim Penelope'ye de vermiştir."

"Delirmiş gibiydi, onu zapt etmek zor oldu," dedim ama zaten o bunu biliyor olmalıydı. "Penelope de yolda olmalı."

"Ben de öyle düşünüyorum," dedikten sonra ellerini dizlerine bastırıp doğruldu. "Hazırsan salonda bekleyelim. Hem bir şeyler yemem gerekiyor."

"Bir dakika," dedikten sonra ona sırtımı döndüm. Tarağı son kez saçlarımdan geçirirken aynaya bakıyordum. Saçlarımı toplayıp sıkı bir topuz yaptım, gerilen yüzüm cansızdı. Kendimi iyi hissetmek istediğimden çekmeceyi açarak birkaç makyaj malzemesi çıkardım.

Ben aynanın önünde makyajımı yaparken o da arkamda durmuş aynadaki yansımama bakıyordu. Normalde birinin beni izlemesinden rahatsız olurdum, her konuda böyleydi ama bakışları rahatsızlık vermemişti. Birkaç gündür yaşadığım stres de tenimi etkilemişti. Yüzümde küçük kızarıklıklar vardı. Onları fazla ürün kullanmamaya çalışarak kapattım. Kirpiklerime maskara geçtikten sonra kırmızı rujun kapağını açtım.

"Seni çok makyaj yaparken görmemiştim," dediğinde ruju dudaklarımda gezdiriyordum. Rujla işim bitince kapağını kapatıp kenara koydum. Ardından aynanın önünde duran parfümü elime aldım.

"Rujları severim, onun haricinde kendimi iyi hissetmek istediğimde yapıyorum. Zaten hassas bir cildim olduğu için her ürünü de yüzümde kullanamıyorum," deyip parfüm şişesinin kapağını kaldırdım, bileklerime ve boynuma sıktım.

"İyi değilsin ve iyi mi hissetmek istiyorsun?" Sorusuyla dudaklarım yukarı kıvrılırken parfüm şişesini masaya bıraktım.

"Sadece kendimi yorgun görmek istemiyorum," dedim gülümseyerek. Bakışları sakince yüzümde gezindi. "Hadi, çıkabiliriz."

Birlikte odamdan çıktık, gözlerim onun üzerindeydi. Onda herhangi bir farklılık olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Ben, bendeki gücün gerçeği bile bende değilken zorluk çekiyordum, o bir sorun yaşamıyor muydu?

Onu incelediğimin farkında olmasına rağmen bir şey söylemedi. O an onu bu kadar dikkatli incelememden rahatsız olabileceğini düşününce gözlerimi üzerinden ayırdım. Biri beni bu kadar dikkatli izleseydi rahatsız olurdum, iğneyi ilk önce kendime batırmayı biliyordum.

Daha önce gezmediğim bir kattaydık. Aylardır buradaydım ama açıkcası durup, biraz da şurayı gezeyim, diye düşünmemiştim. Eğer şatonun her yanını keşfetmiş olsaydım emindim ki çok farklı şeylerle karşılaşmış olabilirdim. En basitinden beni götürdüğü o oda... O anları hatırlamak yutkunmamı zorlaştırdı. Başımı iki yana sallayarak bu düşünceyi uzaklaştırmaya çalıştım.

Uzun koridoru aştığımızda önümüze bir merdiven çıktı. Bu merdiven şatodaki o büyük, görkemli merdivenler gibi değildi. Dardı, beyaz taştan basamaklardı ve kıvrılarak iniyordu. Sessizce onu takip ettim. Bir kat bile inmemiştik. Sanki buradaki iki kat arasında bir yere inmiş gibiydik. Oldukça tuhaftı.

Merdiven tek bir kapıya çıkıyordu ve kapının üst kısmı oval geliyordu, kapı siyah tahtadandı. Kapıyı ittiğinde diğerlerinin sesleri kulaklarıma geldi. Oval şekilde uzanan bir balkondu burası ama pek etrafın göründüğünü söyleyemezdim. Kurumuş dallar balkonun korkuluklarını sarmış, yukarı doğru duvar gibi yükselmişti. Balkonda bir masa, etrafında ise altı yedi sandalye vardı. Duvara yaslı taştan bir çeşme vardı, su zemindeki daire şeklindeki küçük havuza akıyordu. Böyle bir ortam beklemediğim için şaşkındım.

"Neden bana haber vermedin?" Ursula gözlerini sandalyeye oturmak üzere olan Endymion'a dikmişti. "Yardım istemeseniz bile haber verebilirdiniz. Ya başınıza bir şey gelmiş olsaydı?"

"İlk önce kendimiz emin olmak istedik," dedi Endymion ellerini masanın üzerine uzatarak. Briella'nın yanındaki sandalyeyi çekip oturdum. Hydra da Ursula'yla birlikte gelmişti. Ona bakmadım.

"Gerçekten doğruymuş ha," derken sesi düşünceliydi Ursula'nın. "Çok şaşkınım."

Hydra masaya doğru eğilip, "Güç sende mi şimdi?" diye sorduğunda bakışlarım onu hedef aldı. Onun da gözleri geldiğim andan bu yana bana dönmemişti.

"Evet," dediğimde duraksadı, benim cevap vermemi beklemiyor olmalıydı. Derin bir nefes almam gerekti. Çünkü kafamın içinde tarttığım şeyler ağırdı. Her ne kadar ona karşı bir öfkem olsa da aradaki bu gerginliği uzatmak istemiyordum. Açık kahverengi gözleri beni bulduğunda, gözlerinin içine bakıyordum. Sessizce başını aşağı ve yukarı salladı, tek hareket.

"Peki senin gücün neymiş?" Ursula'nın gözleri merakla parladığında yutkunarak Endymion'a baktım. Endymion'un dudakları yukarı kıvrıldı. Masaya doğru eğilip doğrudan Ursula'nın gözlerine bakması, Ursula'nın gerilmesine neden olmuştu.

Endymion aniden mırıldanmaya başladığında nefesimi tuttum. Diğerleri dikkatle onu izliyordu ama Ursula belirgin bir şekilde gergindi. Sonra ela gözlerindeki göz bebekleri genişledi. Boynundaki damarlar şişmişti, sanki boğuluyordu ve bütün damarları patlayacaktı. Tuhaf olan ise buna rağmen yüzünde oynayan tek bir mimik yoktu. Endymion mırıldanmaya devam ederken Ursula'yı dikkatle izliyordum. Gösterdiği tek belirti kabaran damarları ve kızaran yüzüydü. Hydra endişeli gözlerle Ursula'ya baktı, Endymion, müdahale etmemesi için elini kaldırdı.

Endymion mırıldanmayı kesip, "Nefesini ver," dediği anda Ursula sesli bir nefesi dışarı bıraktı. Şaşkınca ona bakıyordum, nefesini mi tutuyordu? Aynı şok olmuş ifade Ursula'nın da yüzündeydi.

"Nasıl..." Sık sık nefes alıp veriyordu. "Kafamın içinde sesini duyuyordum."

"Bir insana sesinle her şeyi yapabilir, yaptırabilirsin," dediğimde Ursula hâlâ şaşkındı, Endymion başını salladı. "Bu hangi dil?"

"Benim dilim," deyince kaşlarımı çattım. "Sadece benim bildiğim, anlayabileceğim bir dil."

Ursula elini boynuna bastırıp, "Artık Castor'a gelme ve benden uzak dur," dedi, Endymion gülerek sandalyesine yaslandı.

Onlar birbirleriyle konuşurken Briella'ya doğru eğilip, "Noris nerede?" diye sordum, ortalıklarda görünmüyordu.

"Bilmiyorum," deyip omuz silkti. "Bizimle buraya gelmedi."

Başımı salladım, kaşlarım da çatılmıştı. Onun nerede olabileceğini düşünürken arkamda kalan kapı gıcırdayarak açıldı. Omzumun üzerinden baktığımda Nabi'nin geldiğini gördüm. O kenara çekildiğinde ise Noris kucağındaki Penelope ile içeri girmişti. Onlara gülümseyerek baktığımda Nabi tekerlekli sandalyeyi açtı, Noris dikkatlice Penelope'yi koltuğuna oturttu.

Nabi'ye gülümseyerek baktıktan sonra Penelope'ye döndüm. "Briella seni telaşlandırdı değil mi?"

Briella homurdanırken Penelope, "Oldukça," dedi. "Neler oluyor? Siz gençler beni çok korkuttunuz."

"Sen hâlâ fıstık gibisin," dedi Ursula, Penelope'nin yanağını hafifçe sıkarken.

"Senin belki de yirmi katın yaşındayım ben, genç göründüğüme bakma," dedi Penelope, Ursula'nın eline homurdanarak vurdu. Tuhaf renkteki gözlerini Endymion'a çevirdi. "Ne yaptın sen?"

Endymion yaşadığımız şeyleri Penelope'ye anlatırken gözlerim Noris'i buldu. Masanın diğer tarafındaki bir sandalyeye kurulmuştu, gözleri elinde çevirdiği küçük bilyedeydi. Ona baktığımın farkında olduğunu biliyordum ama neden bana bakmıyordu? Tavırları biraz tuhaf gelmişti. Onunla yalnızken konuşmayı aklımın bir köşesine yazıp diğerlerine döndüm.

"Diğer kutuları nasıl bulacağız?" diye sordu Ursula. Bu konu oldukça ilgisini çekmiş gibiydi. Sanırım bir güce sahip olabilecek olmak onu heyecanlandırmıştı.

"Bilmiyoruz," dedi Endymion, gözlerini bana çevirdi. "İlkini bulmak biraz kolay oldu, Astrid sayesinde. Ama diğerleri hakkında bir fikrimiz yok."

"Bir şey söylemek istiyorum," dedi Nabi, sesi bana çok nahif geliyordu, aynı Penelope gibi.

Penelope elini onun elinin üzerine koyup anaç bir şekilde gülümsedi. "Söyleyebilirsin tabii ki, seni dinliyoruz."

"Astrid, Castor'a daha önce gitmemişti, bahsettiğiniz olay ise oradan dönerken oldu," diye sözlerine başladığında ilgiyle ona baktım. "Belki diğer köprülere ve evrenlere de giderse benzer şeyler görüp kutuların yerini öğrenebilir."

Kaşlarım havalandı, söylediği şey bir an bana çok mantıklı gelmişti.

"Diğer duvarların da ona bir şeyler gösterebileceğini mi düşünüyorsun, beyaz tavus kuşum?" Penelope ona şefkatle bakarken gözlerim kısıldı. Nabi bir kuş muydu? Nabi başını yavaşça salladı, elini Penelope'nin elinin üzerine koydu. Onlara bakmak huzurlu hissettirmişti.

"Aslında Nabi haklı olabilir," dediğimde bana şirin bir ifadeyle baktı, ona gülümsedim. "Hem elimizde hiçbir fikir yok, tek fikrimiz de bu olduğuna göre deneyebiliriz."

"Bence sen diğer evrenleri görmek istiyorsun," dedi Ursula gülerek, omuz silktim. Tabii ki merak ediyordum.

"Bizim köprümüzden geçerken bir şey görmedi." Noris'in söylediği herkesi duraksatmıştı, Noris eğdiği başını kaldırarak direkt bana baktı. Neden öyle bakıyordu?

"Belki her şeyin bir sırası vardır," diyen Briella, sönmek üzere olan umudu tekrar alevlendirmişti.

Onlar bu konu hakkında konuşup nereden başlamamız gerektiğini düşünürken gözlerim Noris'in kızıl gözlerindeydi. Yorgun görünüyordu ama konunun yorgun olması olmadığını bilecek kadar onunla yaşamıştım. Üstelik aramızda da iplerle örülmüş bir bağ vardı. Kızıl gözleri hiçbir ifade barındırmıyordu, bu içime kuşkuyu düşürdü. Sandalyemi geriye doğru iterek ayaklandığımda gözler üzerime döndü.

"Noris, benimle dışarı gelir misin?" dedikten sonra üzerimdeki bakışlardan uzaklaşarak arkamı döndüm, siyah tahtadan kapıdan geçerek merdivenlere yöneldim. Ben merdivenleri çıkarken arkamdaki adım seslerini de duyuyordum. Uzun koridora çıkıp ilerlemeye başladım. Bir sorunu olduğu belliydi. Daha çok benimle ilgili bir sorunu varmış gibi görünüyordu.

Sağ tarafta kalan kapılardan birini açıp içeri girdim, kapının nereye çıkacağından hiçbir fikrim yoktu. Ben içeri girdiğimde o da birkaç saniye sonra arkamdan gelmişti. İçeride sadece ahşap dolaplar ve duvarları kaplayan bu dolaplarda antikaya benzeyen küçük eşyalar vardı.

İçeri girip kapıyı kapattığında, "Benimle ilgili olan sorunun ne?" diye sordum direkt, doğrudan gözlerinin içine bakıyordum. "Seninle ilgili-" Elimi kaldırarak sözünü kestim. "Benimle ilgili bir sorun. Bunu görebiliyorum ve sen de bunu görebildiğimi biliyorsun."

"Canımı sıkan, kendini bu kadar görmezden geliyor olman," dediğinde afalladım. Onu en son bu kadar ciddi gördüğümde buradaki ilk günümdü. O gün merdivenlerdeyken de böyle bakıyordu.

"Kendimi görmezden mi geliyorum?" Şaşkınca ona bakıyordum çünkü beklediğim bir cevap değildi.

"Evet," dedi sert çıkan sesiyle. Her zamanki neşeli ifadesi yüzünde yoktu, yüzünün bütün hatları gerilmişti. "Herkese yardım etmek istediğini, ortadaki bu sorunu çözmek için hevesli olduğunu görebiliyorum." Derin bir nefes aldığında kendini sakinleştirmek istiyor gibiydi. "Günlerdir uyumuyorsun, bir şey yemedin, dinlenmedin. Kendine yaptığın şu şey beni sinirlendiriyor." Hissettiğim şaşkınlık büyüyordu ve söyleyecek bir şey bulamıyordum. "Seni ilgilendirmez diyebilirsin ama ben senin koruyucu ruhunsam, bu sadece dışarıdan gelen tehlikelerden seni korumak için değil."

Susup öylece yüzüme baktığında kendimi kötü hissediyordum. Bir şey söyleyemeyeceğimi anladığında gülümseyerek başını eğip kaldırdı, daha sonra da arkasını dönüp odadan çıktı. Söylediği her cümle yüzüme art arda çarpmıştı. Beni düşündüğü için bana sinirlenebileceğini hiç düşünmemiştim. Başka bir sorun olduğunu düşünmek karnımı ağrıtmıştı. Sanırım tek karnı ağrıyan da ben değildim.

Arkasından odadan çıktım, koridorda yürüyordu ama çok uzaklaşmamıştı. Hızlı adımlarla ona doğru ilerledim. Ayaklarımdaki topuklulardan dolayı aramızda çok bir boy farkı yoktu. Bu sayede ona yaklaştığımda kolumu aniden omzuna atıp başını öne doğru eğdirebildim.

"Bir daha bana böyle davranma," deyip parmak eklemlerimi kafasına sürttüm. İlk başta duraksasa da sonra başını kolumun baskısından kurtarmaya çalıştı.

"Sen de kendini düşün," diyerek geri çekilmeye çalışırken homurdanıyordu.

Eklemlerimi tekrar başına bastırarak sürttüm. "Bence seninle ilgilenmediğim için ağlayacaksın," dediğimde keyifsizce gülmüştü.

"Saçımı çekiyorsun!" Gülerek onu merdivenlere doğru kolumun altında yürütürken bükülen güçlü bedeni komik duruyordu. İstese kolayca benden kurtulabilirdi ama bana ayak uyduruyordu.

Biz didişerek merdivenleri çıktığımız sırada sırtımda bir çift göz varmış gibi hissetmiştim. Douglas olabileceği düşüncesi bunu göz ardı etmeme sebep olmuştu ama oymuş gibi de gelmemişti.

🦂

Bacaklarımı kanepenin üzerine uzatıp elimdeki kitabın sayfasını yavaşça çevirdim. Bütün gece uyumuş, geç bir saatte uyanmıştım. Bedenim bu durumdan oldukça mutluydu, yeterince dinlenmişti. Dün o balkondan çıktıktan sonra geri dönmemiştim, bir daha da kimseyle karşılaşmamıştım. Odama çekilmiş ve yatağıma uzanmış, Noris'in istediği gibi kendimle ilgilenmiştim.

Cümleleri takip eden gözlerimin aksine beynim hiçbir kelimeyi algılayamayacak hâle geldiğinde kitabın kapağını kapattım. Bir yerde haklı olduğunu anlamasaydım eğer, onu dinlemezdim. Derin bir nefes alıp uzandığım kanepeden kalktığım sırada Endymion salona girdi, elleri ceplerinde dalgın bir şekilde yürüyordu. Bir an beni fark etmediğini düşünmüştüm. Yavaşça öksürdüğümde irkildi, tahmin ettiğim gibi salonda olduğumdan bihaberdi.

"Kusura bakma, seni fark etmedim," dediğinde omuz silktim.

"Dalgın görünüyorsun," dedim düşünceli bir sesle. Adımlarının yönünü benim olduğum yöne çevirdi. O karşımdaki kanepeye otururken ben de oturur pozisyona geçmiştim.

"Önemli bir şey değil," dedi ellerini birbirine sürterken. "Sadece düşünüyordum."

"Sahip olduğun güçle mi ilgili?" Sorum onu duraksattı, aslında saçma bir soru sormamıştım. Gerçekten kafası yerinde değildi sanırım.

"Günlerce uyudum, birçok rüya gördüm ama galiba hepsi o kadar değilmiş," dedi, sesi kendi kendine mırıldanır gibiydi. "Boş ver, bir de buna kafa yorma."

"Anlatmak istediğinde dinlerim," deyince yavaşça başını salladı. "Dün konuşmaya pek dahil olamadım. Bir plan kurdunuz mu?"

"Nabi'nin söylediklerini herkes mantıklı buldu. Bu yüzden onun dediği gibi sana tek tek evrenleri gezdireceğim." Ben masadayken de bu konuşulmuştu, ekstra bir şey konuşmamış olmalılardı. "İlk durağımız Castor'un diğer köprüsü olacak. Castor'u Sheratan'a bağlayan, Ursula'nın olan köprü."

"Yeni bir maraton bizi bekliyor desene..." Sırtımı kanepeye yaslayıp derin bir nefes aldım. "Onlar da bize katılacaklar mı?"

"Birkaç gün dinlenelim. Bu şekilde kendimizi yorduğumuzla kalırız," deyip yavaşça öksürdü. Gözlerimi dikkatle yüzünde gezdirdim. "Ve hayır, onlar gelmeyecek. Kalabalık olmamız işimizi zorlaştırır. Yeni bir ipucu bulursak Castor'daki saraya gideceğiz."

"Benim değil, senin dinlenmen gerekiyor," dediğimde kaşları çatıldı. "Akşam yemeği birazdan hazır olur, yemekten sonra gidip uzansan iyi olacak."

Ben konuşurken dudakları yukarı kıvrılmıştı. Bir maskenin ardından bakıyor gibi dursa da gözleri de gülüşü de onu her zaman ele verebilirdi.

"Ben yorgun değilim. Castor'a gidelim mi?"

Bir an söylediği şeyi anlamayıp ona bakakaldım. "Şimdi mi?"

"Evet. Bence dışarıda, insanların arasında yemek yemeyi özlemişsindir," dedi hafifçe öne doğru eğilerek. "Briella'ya söylerim, onlar da yarın gelirler. Oradan Sheratan köprüsüne gideriz."

Ne diyeceğimi bilemez bir şekilde ona bakıyordum. Böyle bir teklif beklemediğimden oldukça şaşkındım. Noris ve Briella'nın yarın gelmesini istediğine göre yemeğe de tek gitmek istiyordu. Bir an elimi karnıma bastırıp kıvranma isteğiyle doldum.

"Ama yorgun hissediyor-"

"Hayır," durdum, "Yani evet, gitmek isterim. Yeterince uyuyup dinlendim, yorgun hissetmiyorum."

"Buna sevindim," derken gülümsemişti. "Üzerini değiştirmek istersen ya da başka bir şey, seni beklerim."

"Tamam o zaman, sen bekle, ben üzerimi değiştirip geliyorum," deyip aniden ayaklandım. O kaşlarını kaldırarak bana bakarken hızlı adımlarla salondan çıktım.

Ellerimi sallayarak koridoru aşıp merdivenlere yöneldim. Sonra durup elimi alnıma bastırdım, adımlarımı asansöre çevirdim. Bir anda çok gergin hissetmiştim. Ne yapacağımı bilmediğim zamanlarda bu hep olurdu. Bedenimle birlikte aklım da kilitlenirdi.

Asansörden inene kadar ellerimi sallamaya devam ettim ama sonra yaptığım bu saçma hareketin farkına varmak kaşlarımı çatmama neden oldu. Castor'u sevmiştim, sanırım tekrar insanların arasına karışıp eğlenebilecek olmak beni heyecanlandırmıştı. Heyecanlandıran bu olmalıydı.

Odama girdikten sonra kapıyı kapatıp direkt giyinme odasına ilerledim. Yürürken de bir yandan üzerimdeki tişörtü çıkartıyordum. Kafamdan türlü kombin geçiyordu, normalde de kıyafet seçimi beni heyecanlandırırdı. Bunu yapmayı seviyordum. Sıkıldığımda dolabımın karşısına geçip kendi kendime kombinler yapıp durduğum zamanlar olmuştu.

Elime aldığım askılıkta bir takım vardı, takım siyahtı. Şort etek ve ceketten oluşuyordu. Askılığı pufun üzerine bırakıp parmağımı çeneme yaslayarak raflara doğru ilerledim. Gözüme çarpan parıltıyla elimi kumaşa doğru uzandığımda aradığım şeyi bulmuş gibi hissetmiştim. Askıları zincirden olan bir büstiyerdi. Hızla üzerimi değiştirip elime siyah bir topuklu ayakkabı aldım, ardından odadan çıktım. Makyaj yapmam da uzun sürmemişti. Beni uğraştıran tek şey elmacık kemiğimin üzerinde çıkan sivilceyi kapatmak olmuştu. Regl olmam yakındı sanırım.

Dün kullandığım kırmızı ruju tekrar dudaklarımda gezdirdim, ardından parfümümü de sıkıp parfümle ruju çantamın içine attım. Tamamen hazır hissettiğimde aynadaki yansımama bakıyordum. Rahattım, özellikle şort etek oldukça rahat hissettiriyordu. Parmaklarımla saçlarımı düzeltirken odadan çıktım. Hızlı hareket etmeye çalışmıştım ama şu an hiç öyle gelmemişti.

Asansörle şatonun girişine indiğimde asansörün kapısının açılmasıyla Briella ile burun buruna geldim. Gözleriyle beni süzerken şaşkın görünmüyordu.

"Sıkıntıyla geçen günüm aydınlandı," derken dudakları yukarı kıvrılmıştı. "Endymion bahçedeydi."

Başımı sallayıp, "Noris nerede?" diye sordum. Her ne kadar Briella'nın söyleyeceğinden emin olsam da beni merak etmesini istemezdim.

"Ormandaydı, ben ona söylerim gittiğinizi," dedi, ardından göğsüme dökülen saçlarımı omuzlarımdan geriye doğru attı. "Ormanda uyuyacaktım ama bir an yumuşak yatağımı özledim. Siz de dikkatli olun. Gidip eğlen. Sıkıldığını anlarsam onu tekmelerim."

Gülerken, "Buna eminim," dediğimde kaşlarını indirip kaldırdı. Onunla vedalaştıktan sonra şatodan çıktım. Çıkmadan önce Sasha'yı görmüştüm. Daha önce görmediğim bir adamla bir şeyler konuşuyordu. Burada herkes birbiriyle arkadaş gibiydi.

Bahçeye doğru yürüdüğüm sırada Endymion'u Ruli'nin boynunu okşarken gördüm. O an tökezlediğimde omzunun üzerinden bana bakmıştı. Sinirle elimi alnıma bastırdım, aceleden yanıma normal bir ayakkabı almayı unutmuş. Şimdi bu topuklularla nasıl Castor'a kadar gidecektim?

"Bekle," dedi Endymion bana doğru gelirken. Durup onun bana gelmesini bekledim.

Yanıma gelip kolunu uzattığında, "Teşekkür ederim," diye mırıldandım, uzattığı koluna girdim.

"Önemli değil," derken çakıl taşlarının üzerinde yürümeme yardım ediyordu. "Her zamanki gibi güzel görünüyorsun."

Yanağımın içini ısırdım, gözlerimi Ruli'nin üzerinde tutmaya çalışıyordum. Kibarlığından ödün vermiyordu. Aslında açık sözlü insanları severdim, şimdi neden böyle hissettirmişti?

"Kendimi eskiden olduğu gibi arkadaşlarımla dışarı çıkıyormuş gibi hissetmek istedim," dediğimde başını salladı. "Haksız değildin. İnsanların arasına karışmayı özledim." Kartalın önünde durduğumuzda gözlerini yüzüme indirdi. Beni anladığını gözlerinde görebiliyordum.

"Bugün istediğin gibi eğlenebilirsin," dedi, gülümsedim. "Ayakkabıları da sorun etme. Geçite kadar sana yardım ederim."

"Teşekkür ederim," diye mırıldandım. Beni belimden kavrayıp kartalın üzerine oturttuktan sonra o da arkama geçmişti.

Elimi Ruli'nin boynundaki tüylerde gezdirdiğim sırada o, kanatlarını sertçe açmıştı. Bu hareketi istemsizce beni güldürdü. O pençelerini yerden uzaklaştırıp havalanırken onu ilk gördüğüm günü düşündüm. Dev bir kartaldı, o karmaşıklığın içerisinde bir de onu görmek beni çok korkutmuştu. Şimdi ise ona karşı içimde yoğun bir sevgi vardı. Hayvanların ilgiye ihtiyaç duyduğunu düşünüyordum ve bunu sınırlamıyordum. Bir kartal vahşi görünebilirdi, insanı korkutabilirdi, ki ben de korkmuştum ama bu onların da ilgiye ihtiyaç duyduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Tüylerinin arasındaki parmaklarım onu keyiflendiriyormuş gibi tiz sesler çıkararak uçuyordu, bu hâline kıkırdadım.

"Yeni bir dost edinmişsin anlaşılan," dedi Endymion, sesi rüzgâra karışsa da onu duyabiliyordum.

Dudaklarımdaki gülümseme büyüdü. "Sanırım benim varlığıma alıştı."

"Alışmıştır," derken sesi daha kısık çıkmıştı. Yüzü tam başımın arkasında olduğundan nefesi saçlarım diplerime çarpıyordu. Sertçe yutkunarak gözlerimi kıstım.

Güneş yeni batmıştı. Gökyüzüne yeni yerleşen ay, üzerinde olduğumuz bataklığa ışığını bırakıyordu. Orman karanlık görünüyordu, ay ışığı yeterince aydınlatmasa da zifiri değildi.

Ruli ağaçların arasından geçerek yavaşça alçaldığında sırtımı dikleştirdi. Bu hareketim sırtımın Endymion'un göğsüne yaslanmasına neden oldu. Fazlasıyla sıcaklamış hissederken bataklıktaki bu ormanın boğucu havası da etrafımı sardı. Kartal pençelerini toprağa geçirip durmasıyla derin bir nefes aldım. Evet, sıcak havaları da severdim ama beni boğmadıkları sürece.

Endymion yere indiğinde ben de inmek için hareketlendim ama o beni durdurdu. Ay ışığı burada bir spot gibi ağaçların üzerine, bizim üzerimize vuruyordu.

"Kucağıma alırsam zorlanmazsın," dediğinde gözlerimin içine bakıyordu. "Hem geçit birkaç metre ileride, kendini boşa zorlamamış olursun."

Başımı sallayıp, "Seni zorlamayacaksam olur," dediğimde gülmüştü.

"Zorlanmam," deyip bana doğru uzandı. Kolunu bacaklarımın altından geçirdiğinde elim ensesine kaydı. En azından çakıl taşları olsaydı yerde, bir şekilde koluna tutunarak yürüyebilirdim. Ama zemin topraktı, üstelik kuru bir toprak da değildi.

Endymion geçite doğru ilerliyor, ben ise gözlerim çenesine dikili bir şekilde sessizce bekliyordum. Bedenine aldığı o gücün ona nasıl hissettirdiğini çok merak ediyordum. Dışarıdan hiçbir farklılık yokmuş gibi dursa da bence bir farklılık olmalıydı. İstemeden de olsa bir yerleri alev aldırabiliyordum, Endymion'un yaptığı ise çok farklıydı. Elimde bir ateş topu olsa ve onu hedefe fırlatsam, isabet ettirme kadar ıskalama ihtimalim de vardı. Ama Endymion'un ıskalayacağını hiç düşünmüyordum. Çünkü bir insanla göz göze gelmesi, ona bakması bile yeterliydi. Bu daha tehlikeli değil miydi?

Geçite giden dar merdivenleri inip duvarın olduğu karanlık alana girdi. Basık bir odaya benziyordu. Beni kucağından indirmeden duvara doğru yürüdüğünde yerimde kıpırdandım, o ise inmeme izin vermeden duvardan geçmişti. Bu konuda üstelemedim çünkü şu an gayet rahattım. Hiç duraksamadan köprüden geçip diğer duvara yöneldi. O duvardan da geçtiğinde artık Castor'daydık.

"Nasıl şehre ineceğiz?" diye sorduğum sırada beni yavaşça yere indirdi. Kıyafetlerimi düzeltirken gözlerim büyük, çelik kapıdaydı.

"Bilmem, nasıl ineceğiz?" Dudakları yukarı kıvrıldı, çelik kapıya doğru yürüdü. "Gel hadi."

Merakla arkasından ilerledim, yürürken arkasında bıraktığı parfümün kokusunu soluyordum. Bazen erkek parfümü kullandığım oluyordu ve bu koku bana aşina gelmişti. Parfümleri severdim, kendime ait bir parfümüm olmasına rağmen birçok parfümü de denemekten kendimi alıkoyamıyordum. Güzel kokmayı seviyordum. Sanırım o da seviyordu, ardında güzel bir koku bırakıyordu.

Filmlerde gördüğüm, bankalarda olan o çelik kapılara benzer kapının deliğine iki parmağını öne uzatarak elini soktu. Geçen sefer direkt bütün parmaklarını uzatarak soktuğunu hatırlıyordum, bir şey düşünüyor olmalıydı.

Elini kilitte çevirdiğinde tanıdık sesi duydum. Metal kilitleri çekerek açılan o kapıların çıkardığı sese benziyordu. Kapı hafifçe aralandığında elini kapıya bastırıp kendine doğru çekti. O dışarı çıktığında yavru bir ördek gibi onu takip ettim. Dışarısı ise beni duraksatmıştı.

İlk geldiğimde bir koridora açılan bu kapı, şimdi direkt bir odaya açılmıştı. Şaşkınlıkla etrafıma baktığımda Endymion içine girdiğimiz odanın kapısını açtı, arkamdaki kapı kapanmıştı. Odanın dışındaki o tanıdık görüntü beni daha büyük bir şaşkınlığa sürüklemişti. Burası Ursula'nın kaldığı saraydı.

"Böyle bir yol varsa neden hava aracını bekledik?" Hissettiğim dehşet sesime de yansımıştı.

"Orası asıl geçitti," dediğinde şaşkınlığımdan hiçbir şey eksilmedi. "Asıl geçiti görmen gerekiyordu, bizim gibi her çeşit yolu öğrenmiş olursun."

"Tamam, her şey mümkün," dedim kendi kendime. Ardından arkamdaki kapıya baktım. Kapıyı tekrar açtığımda ise karşılaştığım tek şey duvar olmuştu. Gözlerim irileşirken Endymion'un güldüğünü duydum.

"Ursula'ya bir selam verelim, sonra çıkarız," dediğinde başımı yavaşça salladım. Onun ardından yürüyordum ama aklım hâlâ az önceki olaydaydı. Belki bunca şeye rağmen bu küçük olaya şaşırmam saçmaydı ama bence küçük bir şey değildi...

Merdivenlerden inerken takım elbiseli iki adam yukarı çıktığını gördüm. Normal insanlara benziyorlardı. Sanki buraya gelmeye alışık gibilerdi ama onları görmek beni şaşırtmıştı. Onlara anlamsız gözlerle bakmak tökezlememe neden oldu ama hemen toparladım. Gerçekten sakar birine dönüşüyordum sanırım.

Zemine çarpan topuklu ayakkabıların sesini duydum, merdivenlerin sonundaydık. Ursula yanındaki şık giyinimli kadına bir şeyler anlatırken yüz ifadesi ciddiydi. Bir an gözüme iş kadını gibi görünmüştü. Öylesi bir konum ona yakışırdı aslında. Parmaklarıyla altındaki dar eteği düzelttiği sırada gözleri bizi buldu. Gözlerinden geçen şaşkınlık yüzüne yansımadan dağıldı, ardından bize gülümseyerek baktı.

"Sizi buraya hangi rüzgâr attı?" diye sorarken adımlarını bize çevirdi. Yanındaki kadın bize kısa bir bakış attıktan sonra hemen uzaklaşmıştı.

"Dışarı çıkacağız," dediğinde Endymion, Ursula kaşlarını kaldırdı. Bakışları imalıydı, bu da gözlerimi kaçırmamla sonuçlandı.

"Ne güzel," dedi kaşları havadayken. "Size eşlik etmek isterdim, sizin de bunu isteyeceğinize çok eminim... Ama birkaç işim var. Size iyi eğlenceler."

Ela gözleri yüzüme döndüğünde gülümsemeye çalıştım, onun ise gülümsemesi samimiydi.

Tam yanından ayrılmışken aniden arkasını dönüp, "Bu arada," dedi parmağını havaya kaldırarak, omzumun üzerinden ona baktım. "Artemis müzesinde bir etkinlik olduğunu duydum, orayı biliyorsun Endymion, belki bakmak istersiniz."

Endymion başını sallayıp yürümeye devam ettiğinde Ursula'ya bakıyordum. Bana göz kırptığında yanağımın içini ısırarak arkamı dönüp Endymion'a yetişmek için adımlarımı hızlandırdım.

Adımlarımız bizi otoparka getirdiğinde, "Müzeleri sever misin?" diye sordum. Duvara yaslı küçük dolabı açıp bir anahtar aldı, arabanın anahtarları olmalıydı.

"Severim," dediği sırada arabanın kapıları kilit sesiyle açıldı. "Ursula bunu söylediğine göre değişik bir etkinlik olmalı. İstiyorsan yemekten sonra gideriz."

Omuz silkip arabaya bindiğimde bir süre yüzümü izledi, daha sonra sürücü koltuğuna geçip arabayı çalıştırdı. Yolda yürüyen insanları görmek bile iyi geliyordu. Aslında insan varlığından çok, canlılığı seviyordum. Antares'in ağır bir ruhu vardı, Castor ise tam tersiydi. Mesela bir tatil olarak düşünecek olsam, Antares'e sadece kafa dinlemek, dinlenmek için giderdim. Castor ise tam bir yaz festivaline benziyordu. Kafa dinlemek için değil de kafa dağıtmak için daha uygundu.

Ceketimin uç kısmıyla oynarken ilgiyle etrafımı inceliyordum. Gözüme takılan ilginç şeylerden biri ise masaları dışarıda olan bir kafede servis yapan robottu. Yüzümü cama yaslayıp daha dikkatli bakmak istesem de araba çoktan oradan uzaklaşmıştı.

Sokaklar ışıl ışıldı. Havadaki araçlar kimseye garip gelmiyordu. Benim evrenimde aniden ortaya çıkan hava araçları olsa kesin bunun direkt uzaylılarla ilgili olduğunu düşünürlerdi. Bir an bu beni güldürdüğünde Endymion'un bakışları bana yöneldi.

"Neye gülüyorsun öyle?"

"Hiç, aklıma bir şey geldi," deyip omuz silktim. Kaşlarını kaldırsa da bir şey söylememişti.

"Açık havada mı olmak istersin yoksa duvarların arasına mı sıkışalım?"

Gülerek, "Sanırım açık havayı tercih ediyorsun," dedim, bu onu da güldürmüştü. "Kapalı bir mekâna gitmek istemedim şu an."

"O hâlde rota değiştiriyoruz," diyerek direksiyonu sağa kırdı, araba işlek bir caddenin içine girdi. Caddenin ışıklandırmaları biraz ilginçti. Ayrıca belli aralıklarla dikilmiş metal direklerin arasındaki hologramlar hareket ediyordu.

Yaklaşık beş dakika sonra araç spiral bir yoldan yukarı doğru tırmanmaya başladı. Yol oldukça genişti, araba rahat ilerliyordu ve araba ilerledikçe şehri yukarıdan görebiliyordum. İlk defa böyle bir yol görmüştüm, kendi evrenimde varsa bile bilmiyordum. Aynı zamanda tam karşımızda da aynı tip bir yol vardı ama orada gördüğüm arabalar şehre iniyorlardı. İniş ve çıkış yerleri farklı olmalıydı. Yolun sonu büyük, düz bir alana çıktı. Az ileride duran restorandan çok olduğumuz konum beni şaşırtmıştı. Araba restoranın önünde durdu. Kapıyı açıp dışarı çıktığımda yüzüme çarpan hafif rüzgârla irkilmiştim.

"Ne tuhaf bir yer-" Duraksayıp bize doğru gelen robota baktım. Gözlerim ağır hareketlerle Endymion'a kaydı. Elini cebine sokarken diğer elinde tuttuğu anahtarı yanımıza gelen robota vermişti. Tuhaf bir ifadeyle robota baktığımı gören Endymion yavaşça öksürdü, aralanan dudaklarımı kapatıp sırtımı dikleştirdim. Sonuçta her gün robot görmüyordum, şaşırmam normaldi. Kendi dünyamda yaşarken bir gün bunun olacağını zaten tahmin ediyordum ama yine de görmek tuhaftı.

Endymion kolunu bana doğru uzattığında koluna girerek ona ayak uydurdum. Birlikte restoranın içine girmiştik ama içeride durmamış, diğer kapıdan arka tarafta kalan alana geçmiştik. Restoranın arka tarafı masaların olduğu bir alandı. Masaların yarısı doluydu, insanların eğlenerek yemeklerini yediklerini görmek kasılan bedenimi rahatlatmıştı.

Kenarda duran korkulukların yanındaki masaya yerleştik. Aslında bu masaya Endymion'u çekiştiren bendim. Orta kısımlarda oturmayı hiç sevmiyordum. Endymion gömleğinin manşetlerini kıvırırken gözlerimi altımızdaki şehre indirdim. Olduğumuz kısımdan daha yukarıda duran binalar da vardı ama yine de altımızda bir şehrin yatıyor olması ilgi çekiciydi.

Bir adam gelip, "Hoş geldiniz," diyerek elini masanın kenarına uzattı. Oradaki bir düğmeye bastığında masanın soldaki iki tarafından da birer ekran yukarı doğru hareketlendi. Adam bir iki düğmeye daha basarken ben şaşkınlıkla tablet boyutundaki ekranlara bakıyordum.

Adam arkasını dönüp uzaklaşmaya başladığında, "İlginç. Dijital menü görmüştüm ama bu daha tuhafmış," dedim, parmağımı ekranda kaydırarak menüyü incelemeye başladım.

"Her şeye bu kadar meraklı bakıyor olman sevimli görünüyor," derken o da kendi tarafındaki ekrana bakıyordu, dudaklarında bir gülümseme vardı.

Yanağımın içini ısırdım, dışarıdan tuhaf görünen ben olmalıydım. Daha önce görmediğim yemekler de vardı ama yeni bir şey denemektense bildiğim türden şeyler seçip siparişimi tamamlamıştım. Sonuçta beğenmeyeceğim bir şey olabilirdi ve şu an açtım, aç kalmak da istemezdim.

O da siparişini tamamlamış olmalı ki dirseklerini masaya yaslayıp, "Eğer abin olmasaydı, Antares'te kalmaya devam eder miydin?" diye bir soru yöneltince kaşlarım çatıldı. Aniden böyle bir soru sorması beklemediğim bir şeydi.

"Annem gibi Dünya'da kalıp kalmayacağımı mı yoksa Antares'te kalacak kadar orayı sevip sevmediğimi mi soruyorsun?"

"İkinci seçenek," derken gözlerimin içine bakıyordu. "Çünkü ilk seçeneğin cevabını biliyorum."

Derin bir nefes aldıktan sonra, "Alrisha ve Sheratan'dı sanırım diğer evrenlerin adı," dediğimde başını sallayarak beni onayladı. "İki evreni de görmedim ama sanırım yine tercihim değişmezdi. Castor gerçekten güzel bir yer. Özellikle tanıdık oluşu." İlgiyle beni dinlediğini görmek daha çok konuşma isteği uyandırıyordu. "Ama Antares kasvetli görünmesine rağmen rahatlatıcı. Belki teknoloji olarak çok imkânı yok, belki eğlence bakımından da sınırlı ama sakin."

"Sakinliği seviyorsun o hâlde," dediğinde gözlerimi yavaşça açıp kapattım.

"Eğlenceyi de seviyorum. Gezip yeni yerler görmeyi, yeni şeyler tatmayı." Parmaklarımı birbirine geçirip çenemi ellerime yasladım. "Bunları Antares'te yaşayarak da yapabilirim. Dediğin gibi, istediğim an istediğim evrene geçiş yapabilirim."

"Biliyorum ön yargılı bir düşünce ama ben senin Castor'u daha çok seveceğini, burada yaşamak isteyebileceğini düşünmüştüm," dediğinde gözlerimi altımızdaki şehre çevirdim.

Ben sessizce şehri izlerken siparişlerimiz masaya gelmişti. Birlikte yemeklerimizi yemeye başladığımızda ikimiz de sessizdik. Arada ona baktığımda onun da bana baktığını görüyor, sonra yemeğime geri dönüyordum.

Bir şeyler konuşma isteğiyle, "Keşke gelmeden önce Ashton'la da görüşebilseydim, birkaç gün onu göremeyeceğim sanırım," deyip ona baktım. İlk bir duraksama yaşasa da hızlı toparlanmıştı.

"Abine çok bağlısın," dedi, çatalını kenara bırakıp su dolu bardağını eline aldı.

"Evet," dedim gülümseyerek. Onu özlediğimi hissettim. "Bu konuda gerçekten kendimi şanslı hissediyorum. Senin kardeşin yoktu değil mi?"

"Hayır, bir kardeşim yok," dedi, ardından gözlerini tabağına indirdi, yemeğine kaldığı yerden devam etti.

"Aileni sorsam, hadsizlik mi etmiş olurum?" Bir an durdu, ardından gözlerini kaldırarak bana baktı. Sertçe yutkunduğumda dudakları yukarı kıvrılmıştı.

"Annem ve babam burada yaşıyor," dediğinde merakla ona baktım. Kendinden hiç bahsetmemesi içimde hep bir merak bırakmıştı. "Buraya geldiğimde onlarla da görüşüyorum." O an aklıma gelen bir diğer soruyla ona baktığımda gülerek çatalını kenara bıraktı. "Anlaşılan soracağın çok şey var."

"Gardiyanlar neye göre değişiyor? Öldüklerinde mi?" Bir an son sorum beni de duraksatmıştı. İfademi bozmamaya çalışsam da başarılı olamamıştım.

"Evet. Kan bağıyla ilerleyen bir durum. Sen sormadan merakını gidereyim, büyükbabam gardiyandı, o öldükten sonra ben onun yerine geçtim," dedikten sonra kenarda duran menüde bir şeyleri işaretledi.

"Neden baban değil de sen?"

"Neden Ashton değil de sen?" diye soruma soruyla yanıt verince dudak büktüm, sanırım kan bağı olsa da bir sıralama yoktu.

"Peki sen nasıl anladın gardiyan olduğunu?" Sorularımı sorarken bir yandan da soru sormamdan sıkılıp sıkılmadığını anlamak ister gibi yüzünü inceliyordum. O ise sıkılmadan beni cevaplıyordu, aksi bana kendimi rahatsız hissettirebilirdi, onu sıkmak istemezdim.

"Galiba bunun haberi erk hayvanları yoluyla geliyor," dediğinde kaşlarımı kaldırdım. "Noris'in seni bulduğu gibi Briella da beni bulmak için gelmişti."

Daha önce gelen adamın tekrar masaya gelip bir şişe ve iki kadeh bıraktığını görünce şaşırmıştım. Az önce sipariş verdiği şey bunlar olmalıydı. Adam tekrar uzaklaşırken Endymion önüne bırakılan, ağzı açılmış olan şişeden kadehlere beyaz bir sıvı döktü. Şampanyaydı sanırım.

Terlediğimi hissedince üzerimdeki ceketi çıkarıp sandalyemin sırt kısmına astım. O sırada Endymion da doldurduğu kadehi bana doğru uzatmıştı. Kadehi elime alıp içindeki sıvıya baktığımda Endymion'un kaşları çatıldı.

"Alkol sevmiyor musun? İstiyorsan normal, alkolsüz bir şeyler sipariş edebiliriz," diyerek menüye yöneldiğinde elimi ekrana uzanan elinin üzerine koyup onu durdurdum.

"Alkolle ilgili bir sorunum yok, sadece kırmızı şarap severim. Antareste de içmiştim," deyip elimdeki kadehten bir yudum aldım. Elimin hâlâ elinin üzerinde olduğu fark edince panikle elimi geri çektim.

"Aklımda bulundururum," demesi biraz utanmama neden olmuştu.

Daha sonra o bana sorular sormaya başlamıştı. Antares'e gelmeden önceki hayatımı, neler yaptığımı, neleri sevdiğimi. Ben bunları cevaplarken o da beni ilgiyle dinlemişti. Birinin beni ilgiyle dinlemesi hoşuma gidiyordu.

Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum ama masadan kalktığımızda kadehimin sadece yarısını içebilmiştim. O da bitirse de tekrar doldurmamıştı. Onu çok fazla alkol kullanırken de görmemiştim. Bazen akşam yemeklerinde bizimle birlikte şarap içerdi ama fazlaya kaçmazdı.

Ben ceketimi giyerken o da hesap işleriyle ilgilenmişti. İşi bittiğinde de restorandan çıkıp kapıda bizi bekleyen araca bindik. Biz geldiğimizde o robot arabanın yanında dikiliyordu, bu sefer ona garip bir ifadeyle bakmamıştım. Hatta ona gülümsemiştim, o da elini kaldırarak beni selamlamıştı. Acaba konuşabiliyor muydu?

"Ursula'nın bahsettiği müzeye gitmek ister misin?" Araba spiral yolda aşağı doğru ilerlerken önümüzde büyük bir cip vardı, bir canavara benziyordu.

"Merak ettim açıkcası," diye mırıldandım. Şimdiye kadar birçok müze gezmiştim. Hem kendi yaşadığım ülkedeki hem de başka ülkelerdeki müzeleri gezmek bana birçok açıdan fayda sağlamıştı. Farklı konseptler her zaman ilgi çekici oluyordu.

"O zaman gidiyoruz," dedi altımızdaki aracın hızı arttırarak. Gülümseyip başımı cama yasladım. Birkaç gün önce onu öldürüp öldürmeyeceğini bile bilmediği bir şeyle karşılaşmasına rağmen onları yaşayan sanki benmişim gibi benimle ilgileniyordu.

Caddeye ulaşmamız çok uzun sürmemişti. Araba ışıklı yolları arkasında bırakıp daha sakin bir caddeye girmişti. Yine dışarıda insanlar vardı ama gürültü daha azdı. Uzun bir kuyruk dikkatimi çektiğinde başımı yasladığım camdan ayırıp merakla kuyruk oluşturmuş insanlara baktım. Araç onların yanından geçip giderken uzayan kuyruk hâlâ bitmemişti. Daha sonra o kuyruğun başlangıç yerini gördüm. Uzun, ferforje kapı iki yana açılmıştı, insanlar içeri giriyordu. Kapının olduğu duvarlardan dolayı nereye açıldığını göremiyordum.

Endymion arabayı yan yana dizilmiş arabaların yanına park ettiğinde inme vaktimizin geldiğini anlamıştım. Müze dedikleri yer burası mıydı? Sakin hareketlerle arabadan inip o büyük kapıya doğru yürüdük. Kapının kenarındaki dikilen adamların yanında tanıdık bir yüz görmüştüm. Bu kadın, bugün Ursula'nın yanında gördüğümüz kadındı. Bizi gördüğünde selam vermiş, içeri girmemiz için kenara çekilmişti.

"Ursula'nın da mı parmağı var?" diyerek ona döndüm, omuz silkmişti.

"Onun hangi işlerde parmağı olabileceği hiç belli olmuyor," demekle yetinmişti.

Bir kapıdan daha geçtiğimizde bizi karşılayan şey yol ayrımı olmuştu. Kafamı kaldırdığımda gökyüzünü görebiliyordum, etrafımızı saran kalın duvarlar uzundu ama üzeri kapalı değildi, camdı.

"Burası küçük bir labirent. Hangi taraftan gitmek istersin?" Bir an heyecanla parmağımı sağ tarafa uzattığımda güldü. "Tamam, oradan başlayalım."

Girdiğimiz koridor duvar şamdanlarıyla aydınlatılmıştı, loş bir ortam vardı. Bu ortam bana Antares'i hatırlatmıştı. O kadar ilgi çekici bir atmosfer vardı ki, günün yorgunluğu üzerimden silinmiş gibiydi.

Duvarlarda çeşitli tablolar vardı, bunun yanı sıra duvara gömülü kare bölmeler de vardı, camla kapatılmıştı ve bu bölmelerin içinde de minyatür heykeller duruyordu. Endymion'un bahsettiği gibi burası gerçekten labirent gibiydi. Ben istediğim yöne sapıyor, o ise beni takip ediyordu.

Etrafı tuhaf bir ifadeyle izlediğini fark etsem de bunun üzerinde durmamıştım. Şimdi yürüdüğüm yol geniş bir alana çıkmıştı, bu alanın ortasında büyük bir heykel ve kalabalık bir insan topluluğu vardı. İçinde bulunduğum ortam beni resmen büyülemişti. Böyle güzel bir yerde bulunmayalı birkaç sene olmuş olmalıydı.

Kanatları iki yana açılmış, elinde tuttuğu kalple hafifçe eğilmiş şekilde duran heykele bakarken iç çektim. Bu heykeli yapan kişiyi canlı bir şekilde izlemek isterdim, izlemesi bile zevkli olurdu. Sanatla ilgilenen her insanı izlemek beni heyecanlandırıyordu, etraflarına yaydıkları aura benim için müthişti.

Aniden heykelin arkasından çıkan kediye şaşkınca baktım. Onun buraya nasıl girmiş olabileceğini düşünürken kedinin büyük gözleri de beni bulmuştu. Gözleri tuhaf bir maviydi. Tüyleri yoktu, sfenks kedisi olmalıydı. Bulunduğumuz yer de onun için gürültülüydü, korkmuş olabilecek olması endişelenmeme neden oldu.

"Baksana, bir kedi girmiş," dedim Endymion'a bakarak. "Acaba onu buradan çıkarsak mı? Korkmuş olabilir. Ya da bir sahibi vardır."

Endymion ilk başta neyden bahsettiğimi anlamasa da işaret ettiğim yere bakınca duraksadı. Sonra aniden elimi tutup hızla beni oradan uzaklaştırdı. Ne olduğunu anlamadığım için afallamıştım, adımlarım tökezliyordu.

"Endymion, ne oluyor?" Sesim biraz yüksek çıksa da kalabalık uğultusunda fark edilmezdi. Endymion bana bir cevap vermeden beni hızla yürütürken etrafı kolaçan ediyordu. Onu telaşlandıran neydi?

Hızla yürürken bir anda durdu ve beni bir duvarın arkasına çekti. Gözlerimin içine bakarak işaret parmağını dudaklarına yasladığında tedirgin olmuştum. Kolunun kenarından arkasına bakmaya çalıştım ama pek bir şey göremiyordum. Zaten şamdanlar da tamamen aydınlatmıyordu.

Daha sonra az önce gördüğüm kedinin ileriye bakarak yürüdüğünü, insanların olmadığı boş koridora girdiğini gördüm. Birkaç saniye sonra ise aynı koridordan takım elbiseli bir adam çıkmıştı. Bu adamı tanıyordum.

Eline aldığı telefonu kulağına yaslayıp, "Tahmin ettiğimiz gibi," dedi diğer tarafa. "Beni fark etti." O durup karşı tarafı dinlerken korkuyla Endymion'a baktım. "Tamam, geliyorum."

Adam telefonu kapattıktan sonra kısaca bir etrafına bakıp arkasını dönerek uzaklaşmaya başladı. Onun gidişiyle Endymion gözlerini kapatıp bir süre bekledi. Yüzü kasılmıştı ve çenesini sıkıyor olmalı ki çenesi dikleşmişti. Ben hâlâ korkmuş ve hiçbir şeyi anlamlandıramıyormuş gibi ona bakıyordum.

"Sobek'in burada ne işi var?"

Az önce gördüğüm adam oydu. Elbette burada olabilirdi ama Endymion'un aniden kaçar gibi oradan ayrılmasından sonra Sobek'in ortaya çıkması tuhaftı.

Bir dakika.

O sfenk kedisi Sobek miydi?

"Aidoneus harekete geçmiş," dediğinde kulaklarım uğuldamaya başlamıştı.

Gözlerimi yanımızdaki duvara diktim. Sanırım gerçekten doğruydu. Aidoneus'un bir amacı vardı. Ve Sobek, tahmin ettiğimiz gibi, demişti. Kutulardan birini bulduğumuzu anlamışlardı.

🦂

Beni şekilden şekle sokan bir bölümün sonuna daha geldik. Flörtleşiyor galiba bunlar ya... Bir ilişki olmadan, yani tam isim verilmeden önceki o dönem benim çok hoşuma gidiyor. Şirin göründüklerini fark ettim de sonra hot mı olur bilemem...

Birkaç bölümdür oradan oraya olay içindeler ve bu bölüm biraz daha sakin olsunlar istedim. Normal hayatımızda bile bir karmaşanın içindeyken kendimizi unutmamamız gerektiğini düşünüyorum. Tekrar hareketlenmeden önce biraz vakit geçirilmiş oldu.

Umarım sizin de sevdiğiniz bir bölüm olmuştur❤️

8 Haziran 21:00'da yeni bölümü yayımlayacağım. Kendinize iyi bakın, görüşürüz❤️✨

Continue Reading

You'll Also Like

219K 3.6K 6
Her bölüm farklı bir benliktir. Kendinizi keşfetmeniz dileği ile.
11.3K 765 20
Jeon jungkook ve kim jennie kavuşabilecekler mi? Başlangıç tarihi:10.06.2019 Bitiş tarihi:02.02.2020
7.4K 1K 10
Zihnimin iki ucu var. Bir ucu delilik bir ucu ise uçurum," dediğimde yüzünde dehşet verici bir ifade belirdi. "Ben bir sınırı geçeli çok oldu, kimse...
793K 41.1K 46
Yazılan kadere teslim olmak her zaman zordur. Gecenin karanlığında ay gibi parlayan kızın yüzü acı dolu yaşlara ev sahipliği yapıyordu. "Söylesene a...