31) Şahane Hatalar

72.9K 1.6K 2
                                    

   Karar vermeliydim, birbirimizin hayatını kurtardığımız bu insanlarla birlikte şehre dönebilirdim. Veya kalıp Damian'ı arardım.

   Hangi seçimi yaptığımı söylememe gerek yoktur herhalde...

   Rudolf'a beni indirmesini söyledim. Şokla aldığım bir karar olduğunu ve uygulamak zorunda olmadığını söyledi. Ama onu başka bir görevim daha olduğuna inandırdım. Kimsenin bilmediği, ıssız yollardan uzak duracaklar, bir an önce şehre ineceklerdi. Söz verdiler. Hepsine sırayla uzunca süre sarıldım. Rudolf hariç kimsenin ismini bilmiyordum ama onlar beni tanıyorlardı, oğlanın babası tuhaf aksanıyla bana Angie yerine Angel dedi. Onları kurtaranın ben olduğumu söyledi. Karşı çıkmak istedim ama üçe karşı birdim. Bu insanları sonsuza dek hatırlayacağımı biliyordum, ağlamamak için kendimi tuttum ve kamyondan indim. Gözden uzaklaşana kadar arkalarından baktım ve ilk defa verdiğim bir karardan pişmanlık duydum. Onları bir daha asla görmeyecektim.

   Pas kokusu silinmişti, en ufak tuhaf bir koku almıyor, ses duymuyordum. Eve yürümek yerine canavar katliamı yaptığımız yere döndüm. Okuduğum bir el yazmasında parazitlerin kendi düşünme yetilerinin olmadığını ve bir çoban tarafından yönlendirilebileceklerini söylüyordu. Daha önce bir çobanla tanışan hiç bir tanıdığım olmamıştı, Venüs bile bunun gerçek olup olmadığını bilmiyordu ama doğru olmalıydı. Ve eğer doğruysa bir çobanın veya o takım elbiseli tiplerden birinin, beni burada, canavar cesetlerinin arasında görmelerini istiyordum. Belki o zaman kim olduğumla ilgilenirlerdi.

   Kar fırtınası durmuştu, yine de buz gibi hava boynumdan montumun içine giriyor, dişlerimi sıkmama o da çenemin ağrımasına neden oluyordu. Sol kulağımın altında soğuk, sıvı bir şey hissediyordum. Burası daha çok üşüyordu, önce ter olduğunu düşündüm ama ıslaklık belime kadar inince elimi atıp boynuma dokundum. Avcuma baktığımda koyu renk kanla kaplandığını anladım. Nasıl olmuştu da kimse görmemişti veya canım acımıyordu? Ah işte şimdi canım acımaya başlamıştı. Sancı beynimin en kıvrak köşelerine iğne gibi saplanıyordu. Yaranın büyüklüğünü anlayabilmek için dişimi sıkıp üstüne dokundum. Üç şerit halinde, boynumdan başlıyor kulağımın arkasında bitiyordu ve derin kesiklerdi. Montun kolunu elimde toplayıp yaranın olduğu yere bastırdım. En azından kanamanın durması gerekiyordu. Yoksa kan kokusunu alan her canlı birazdan buraya doluşacaktı.

   Cesetlerin olduğu yere geldiğimde görüşüm dalgalanıyordu, boğazım kurumuş, vücudum uyuşmuştu. Nefes alıp vermek çok zor geliyordu. Dizlerimin üstüne düşmeden hemen önce bana doğru gelen siyah kar araçlarının olduğunu gördüm. Buraya gelmek için ödünç aldığım arabaya benziyorlardı.

   Yine de ormanın içinde arkadaşlarımın beni bulabilme ihtimali o kadar düşüktü ki hayalini kurmam bile kısa sürmüştü. Arabadan takım elbiseli, uzun mantolu adamlar atladı. Başımı daha fazla kaldıramadığım için sadece belden aşağılarını görebiliyordum. Hırıltılı nefes alma sesinin benden geldiğini fark edince utandım, düzeltmeye çalıştım ama olmadı. Ayaklar bana yaklaştılar. Kulaklarım uğulduyordu, ne dediklerini anlayamadım. Adamlardan biri diğerlerini itip öne geçti, güçlü elleriyle saçımı kavradı. Kızgınlığını ve beni öldüreceğini anladığım için gözlerimi kapattım. Başımı geriye çekti. Boğazım savunmasızdı, kollarım bir kuklanınki gibi güçsüz yanımda sallanıyordu. İleriden bir silahın kilitlenme sesini duydum. Adam beni yere bıraktı. Diğerlerine seslendiğini duydum, bağrışmalar oldu, birileri küfretti. Sanırım çoğu banaydı. Adam tekrar üzerime eğildiğinde kendimi ondan kurtaracak gücü buldum, vücudumu geriye savurup karın ve çamurun içine gömüldüm, debeleniyor son gücümle ellerinden kurtulmaya çalışıyordum.

   "Sakinleşmen gerek. İyi olduğundan emin olmalıyım." Ben cevap vermeyince sessizce sövdü. Parmaklarını başımın arkasında hissettim. Parmakları hızlı ve nazikti. Bütün vücudum iflas etmeden hemen önce kollarını altımdan geçirip beni kucağına aldı.

   Bilincim gidip geliyordu, kısa ve kesik sahneler görüyor, bütün bunlara bir anlam vermeye çalışıyordum. Birinin kucağındaydım, sonra sıcak bir arabadaydım, sonra bir daha birinin kucağında, onun her adımında sarsılıp duruyordum. Küçük bir kulübeye girdik, aşırı parlak bir yerdeydik, bir odanın içinde kıpırtısız durduk, bir asansör belki? Dört tarafı ayna kaplıydı ve aynalardan birinde tanıdık birini gördüğümü sandım. Bir kapı açıldı ve adam yürüyüp yürüyemeyeceğimi sordu. Onu itip yere inmeye çalıştım, bacaklarım o kadar güçsüzdü ki dizlerim çözülmeden beni sertçe tutup koluna sarılmama neden oldu. Aynı kolunu sırtıma geçirip kolumun altından tuttu, böylece az efor sarf edip ona tutunarak yürüyebiliyordum. Bir sürü ayağı gördüğüm koridorda yürümeye devam ederken havada dalgalanan gerginliği bu halimle bile hissetmiştim. İçerisi sıcaktı ve ısındıkça kendime geliyordum. Hala güçsüzdüm.

   Önlüklü bir adam kapıyı açıp bizi bir odaya yönlendirdi. Kolunun altında olduğum diğerlerine dışarıda beklemelerini söyledi. Beni bir sedyeye oturttu, kendi bacaklarıma, moraran parmaklarıma bakıyordum ki eğilip göz hizama geldi. Gözlerini benimkilere kilitledi.

   "Angie?"

   Buz tutmuş ellerimi çığlığımı bastırmak için ağzıma bastırdım. Gözyaşlarım benden önce hareket edip yanaklarımdan süzüldü. Ellerimi ağzımdan çekip fısıldadım.

   "Sen ölmüştün."

   Görüşüm iyice bulanıp tamamen kapandığında kederle ölümü beklemenin ve uyanmak istemenin arasındaki o çok ince çizgide uzunca bir süre gidip geldim. Ne istediğimi bilmiyordum. Doğru olan uyanmak olurdu. Ama ben ne zaman doğru kararı vermiştim ki?

   Belki de vakti gelmişti.

   Artık doğru kararlar vermeliydim.

   Kendime geldiğimde gitmişti. Soğuk görünüşlü ve bana iğrenerek dokunan doktorlar yaralarımı dikip, temizlenmem gerektiğine ve dinlenmemin zorunlu olduğuna kadar verdiler. Birileri ellerimdeki, kollarımdaki ve saçımdaki pıhtılaşmış kanı yıkayıp temizledi ve bütün bunları yaparken endişeyle bakışıp durdular. Ne olduğunu bilmediğim ve açıkçası umursamadığım bir sürü ilaç içtim. İşleri bitince beni kalınca bir yorganın olduğu büyük bir yatağa yatırdılar. Sonra her yerime sıcak su biyotu koydular. Sıcağın, yorgunluğun ve ilaçların etkisiyle uyuyakaldım. Ayakucumda birinin oturduğunu gördüm, nefes nefeseydi, iki büklüm olmuş duruyordu. Bir sorunu olduğu belliydi.

   Vücudumdaki her kas karşı gelse de direnip doğruldum. Başını kaldırıp bana baktığında zayıf ışık yüzünden gözleri iki siyah, boş oyuğa benziyordu. Korkmuş veya sıkıntılıydı, yüzü ter içinde kalmıştı. Saçları yüzüne dökülmüştü. Koluna uzandım ama benden uzaklaştı. İncinmiş bir şekilde kollarımı belime doladım. Ayağa kalkıp hışımla odadan çıktı.

   Hala yaşıyor olmam şaşırtıcıydı, kediler gibi çoğu canımı kullanmıştım. Nerede olduğumu bilmiyordum, kimse sorularıma cevap vermiyordu. Delirip delirmediğimden emin değildim, hayal mi görmüştüm yoksa gerçekten o muydu? Odamda dışarıyı görebileceğim bir pencere yoktu ve burası tamamen çürümüş dev bir gemi kadar pas kokuyordu. Etrafımdaki insanlar ben tekrar ayağa kalkabilir hale gelene kadar benimle sabırla ilgilendiler ama hepsinin suratında aynı iğrenir ifade vardı. Sanki bendim beş yıldır sokakta kalan bisiklet gibi kokan. Öyleyse neden benden kurtulmuyorlardı ki? Doktorun odasında kontrol zamanım geldiğinde masadaki metal tepsinin içinden bisturiyi kaptım ve hemşirelerden birini kolumun altına aldım. Küçük kesici aleti boynuna yakın tutuyordum. Çok hızlıydım, onlar ne olup bittiğini anlayamadan odanın köşesine geçmiş sırtımı duvara vermiştim.

   Tek istediğim cevaptı.

  Odanın diğer ucu bir anda takım elbiseli ve canımı yakmak isteyen adamlarla doldu.

   "Neler oluyor?!" Koridorun diğer ucundan sesini duymak karanlık odaları ve bütün o yaraları geri getirdi. Musa peygamberin denizi ikiye yarışı gibi takım elbiseliler ikiye kaçıştılar ve onu gördüm. 

ANGIEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin