2) İlkler

76K 1.2K 48
                                    

Topuklarımın üstünde dönüp sırtımı dikleştirdim. Birazdan göreceklerime ve yaşayacaklarıma kendimi hazırladım. Yanılıyordum, bu bir kavga sayılmazdı, ayakta üç kişi vardı ve yerde yatan birini tekmeliyorlardı.

"Bu hiç adil görünmüyor."

Bana döndüklerinde ilk gerçek canavarlarımla karşılaştım. Gri derileri bir şekilde akışkan görünüyor, kaynayan su gibi fokurduyordu. İnsan boyutunda, insan kıyafetleri içindeydiler, bu yüzden onları ilk gördüğümde tanıyamamıştım. Sadece ciltleri ve yüzleri korkunçtu. Hastalıklı gibi görünüyorlardı. Dudakları gerilmiş, sivri dişlerini ortaya çıkarmıştı.

"Daha az korkunç olacağınızı ummuştum. Siz gerçekten iğrençsiniz."

Mırıldanmamı duymuşlardı ve sanırım bu onları kızdırdı. Üçü birlikte bana doğru koşmalarını buna bağlıyordum yani, sonuçta canavar da olsalar incinebiliyorlardı anlaşılan. Onlar yakınlaştıkça pas kokusu da arttı. Bütün bunlar olurken üstümde hiç silah olmadığını hatırladım. Keşke topukluları çıkarıp canavarların giymesini sağlayabilseydim böylece yavaşça acı çekerek ölürlerdi. İyi fikir. Ayakkabıları çıkardım, soğuk zemin kendime gelmemi sağladı. Ve ben de onlara doğru koştum. İlk yumruklardan kaçabildim, hızlıydım. Üç kişi olmaları hızımı üç katı düşürüyor muydu? Fizik böyle mi işlerdi? Çünkü sonraki yumruklardan kaçamadım ve popomun üstüne sertçe düştüm. Tekmelerden ve beni yakalamaya çalışan pençelerden de kaçtım. Şanslıydım ki biraz önce yerde yatan, yüzü kan içinde kalmış adam kalkmış, kavgaya geri dönmüştü. Silahı vardı.

Onu kıskandım mı?

Evet.

Onun tarafında olduğumun bilincinde miydi?

Öyle umuyordum.

"Neye bulaştığını bilmiyorsun. Git buradan!" diye hırladı beni kavgadan dışarıya iterken. Ne kadar kabaydı, sonuçta kıçını kurtarmaya çalışıyordum. Ben de bir hanımefendi olup onu tekrar yere serişlerini izledim. Bu sefer yardım istemedikçe konuya dahil olmayacaktım. Karnına yediği tekmeyle nefesi kesildi ve yardım isteyemeyecek kadar kötü durumda olduğunu anladım. İleriye doğru hamle yaptım, canavarlardan kısa boylu olan beni arkamdan yakaladı. Sıradan bir insandan daha güçlüydü, belime sardığı kolu yüzünden kaburgalarım kırılmak üzereydi. Yüzüne gelmesini umup geriye doğru kafamı savurdum. Başım çok acımıştı ama sonuçta beni bıraktı, birlikte yere düştük. Beton zeminden destek alıp kendimi kaldırırken önümde duran silahı gördüm. Hemen dibimdeydi. Uzanıp ağır metali elime aldım. Hissi tanıdıktı. Ayağa fırladım. Yaratıklar yerde hareketsiz yatan sarışını bırakıp bana doğru koşarlarken sırayla ikisinin kafasına ateş ettim. Gürültüsü kulakları sağır edecek kadar güçlüydü, yaydığı barut kokusu genzimi yaktı ve silah ısınırken kabzasını sıkıca kavradım. Yaratıkların yere düşerken çıkarttıkları ses o kadar iğrençti ki üçüncüyü unuttum. Yapışkan, soğuk parmaklarını boynuma geçirirken karnına ateş ettim. Bu onu boğazımı sıkmaktan alı koymadı. Silahı tekrar ona doğru çevirip son kez ateşledim. Elleri gevşedi ve çığlıkla karışık nefes aldım. Var gücümle yaratığı itip kendimden uzaklaştırdım.

Öldükten sonra insan görüntülerine dönmeleri en korkutucu kısmıydı. Buraya kadardı, kendimi daha fazla tutamadım, yol kenarındaki su oluğuna yediğim bütün o beş yıldızlı yemeği kustum. Pas kokusu gitmişti. Elimdeki tabancayı küçük çantama sıkıştırmaya çalıştıysam da sığmadı. Kalkıp ayakkabılarımı tekrar giyerken yerdeki adam da ayağa kalkmaya çalışıyordu.

"Yaşıyorsun." Dedim ellerimi belime koyarken. Yerdeki cesetleri işaret ettim. "Tabii buna yaşamak denirse." Sendeliyordu, uzanıp kolundan tuttum. "İyi misin? Hastaneye gitmek ister misin?"

"Hayır." Ağırlığını üstüme verdi. Boyu benden en az otuz santimetre uzundu.

"Pekala, taksi çağırmamı ister misin?" Kendisinden geçmek üzereydi, sarı saçları çamura bulanmıştı ve bütün yüzü kanla kaplıydı. Boştaki eliyle elimdeki silahı yakaladı, pantolonunun beline soktu. Canavar cesetlerinin olduğu bu yere taksi çağıramazdım. Biraz yürümemiz gerekiyordu. "Biraz daha dayan lütfen." Dedim kolunu omzuma atarken. Sıkıca belinden tutup ilerlememizi sağladım. Cesetler görüş alanımızdan çıktığında ana yola varmıştık. Önümüzde duran ilk taksi oğlanın kanlı suratını görünce ben daha kapıyı açamadan kaçtı gitti. Bir sonrakinin bizi görmesine izin vermeden içine atladık. Şoför dikiz aynasından tedirgince bana bakarken ismini bile bilmediğim yaralı genç adam kucağımda yatıyordu. Otelimin adresini verdim. Yakındık, oraya ulaşmamız beş dakika bile sürmedi.

Otelin önünde indiğimizde sarışın hala baygındı ve onu resmen ben taşıyordum. Yanımdakini görenler eve, dışarıda bulduğu kedi yavrusunu getirmeye çalışan küçük bir kızmışım gibi bakıyorlardı. Belki de gerçekten pek farkım yoktu. Odamın kapısına geldiğimizde tuhaf arkadaşımı duvara yaslanır durumda bıraktım ve küçük çantamdan anahtarı çıkardım. Yere yığılmasından hemen önce tekrar kolunun altına girdim. Kendini bırakmak üzereydi, dökülen kas yığını vücudu yer çekimine yenik düşerken koltuğa denk gelmesini sağladım.

Kıyafetlerini çıkarmam gerekiyor muydu, çünkü çok kötü kokuyordu?

"Daha isimlerimizi bile bilmiyoruz ama söz veriyorum, kötü bir amacım yok."

Cevap gelmeyince nazik hareketlerle tişörtünü çıkarmaya başladım. Teni o kadar beyazdı ki, neredeyse saydam gibi görünüyordu. Vücudunda ve kollarında bölge bölge morluklar vardı. Çizilen yerlerin kanaması durmuş, çoktan kabuk bağlamıştı. Elimi eski bir yara izinin üzerinde gezdirdim. Kıpırdamadı bile. Pantolonu da mı? Tamam. Kemerini söküp, fermuarını açtım. Ayakucuna geçip paçalarından çekeledim.

"Hadi ama!" Diye hırladım dişlerimin arasından. Ter içinde kalmıştım ama sonunda pantolondan da kurtulmuştuk işte.

Yaralara rağmen güçlü görünüyordu, kasları belirgindi, geniş omuzları ve güçlü bacakları vardı. Gönülsüz de olsam üzerini pembe yumuşak battaniyeyle örttüm. Yüzündeki ve kollarındaki kurumuş kanı silmek için havluyu sıcak suyla ve sabunla ıslattım. Tamamen temizlenebilmesi için havluyu birkaç kez yıkamam gerekti. Kat görevlisine kirli kıyafetleri verip acil yardım seti bulmasını rica ettim. Beş dakika geçmeden küçük bir çantayla döndü. İçinde ihtiyacım olan her şey vardı. Gözüme kötü görünen kesik ve çizikleri antiseptikle temizleyip gazlı bezle kapattım. Yüzündeki yaralara yara bandı yapıştırmam gerekti, ne yazık ki çantada sadece üzerinde kelebek olanlardan vardı. Bana göre şirin görünüyordu. Morluklardan taze görünenlere mini buzdolabında ne bulduysam onları koydum. Yabancı zaman zaman inliyor, zaman zaman da anlamadığım şeyler mırıldanıyordu. Yorulmuştum, hala baygın olan misafirimi tek başına bırakıp yatak odasına geçtim. Elbiseyi sıyırıp üzerimden düşmesine izin verdim.

Neler olduğunu veya neler yaptığımı düşünmeme gerek yoktu. Aklım ne zaman canavarlara kaysa kendimi engelliyor, şu ana odaklanıyordum. Vücudum kendi kendine yapması gerekeni yapıyordu zaten. Duşa girmiş, çoktan saçımı yıkamıştım bile, çamuru ve kime ait olduğunu bilmediğim kanı üstümden kazıyıp attım.

Düşünme, düşünme, düşünme...

Pijamalarımı giyip yatağa serildim.

Gözümü kapatıp açmamla sabah oldu.

Uykum küçüklüğümden beri hafifti, en ufak seste, ışıkta veya kıpırtıda uyanıyordum. Şimdi de uyuyabilmek için gün ışığını tamamen kesen karartma perdelere, göz bandına, ses geçirmez duvarlara, lavanta kokan ipek çarşaflara ihtiyacım var.

Hayatım ne kadar zor!

Bu yüzden içeriden gelen tıkırtıyla yataktan fırlamam bir oldu. Misafirim olduğunu biliyordum ama sabah neyle karşılaşacağım tamamen şansa kalmıştı.

Saçımı düzeltip odanın kapısını açtım. Karşımda iç çamaşırlarıyla dikilen, kafası karışmış bir adam duruyordu. 

ANGIEWhere stories live. Discover now