4) Beyaz Kanatlar

75.4K 1.7K 36
                                    

Cevabıyla aynı anda en çekici gülümsememi takındım. Peron numarasını ve trenin şehirden ayrılış saatini söyledim, yerleşim yerinin çok sakin olduğunu, Lavardin yolunda yerden tavana kadar uzanan ve gölete bakan pencereleri olan savaş öncesi döneme ait eski bir binada yaşadığımı, trenin sondan bir önceki durağı olduğu için şehirden çok uzakta kaldığını ekledim. İstasyonda buluşma kararı aldık. Odaya döner dönmez heyecanla bavullarımı hazırlayıp kıyafetimi değiştirdim. Yüksek bel kot pantolon, üstüne de bol, açık kahverengi, yumuşacık kazağımı giydim. Yolculuklarda gerilirdim bu yüzden kıyafetimin ekstra rahat olması şart. Bir an önce Damian'ı görmek için sabırsızlanıyordum. Çoktan evi arayıp Marie'ye misafir odalarından birini hazırlamasını söylemiştim. Biri büyük biri küçük iki tane valizim ve omzumda asılı çantam vardı. Hepsini tek başıma kolaylıkla taşıyabiliyordum.

Eski bir istasyondu ve diğer yolculuk seçeneklerinden daha ucuzdu. Tercih etme nedenim bu değildi tabii ki. Çoğu seçimimi konfordan ve lüksten yana yapmama rağmen bu trenden bir türlü vazgeçemiyordum. Romantik, masalsı bir havası vardı işte. Bana daha... Daha insansı geliyordu. Peronlar arasında dolanıp kendi trenimi buldum. Hemen önünde dikilip beklemeye başladım. Kalkış saatinden yaklaşık on beş dakika erken gelmiştim. Damian'ı görme umuduyla çaresizce etrafıma bakınıyordum. Kalkış saatine beş dakika kala görevliler bütün yolcuların trene binmesi gerektiğini söylediler. Son ana kadar orada öylece dikilip gelmesini umdum. Ruhsuzca trene binip boş bulduğum ilk bölmeye girdim. Bavullarımı yerleştirip kendimi koltuğa bırakınca düşüncesini bile aklımdan uzak tuttuğum gerçeğin farkına vardım.

Damian gelmedi.

Eski moda trenler, gürültülü ve sarsıntılı bir yolculuk sunuyordu. Şehirden uzaklaşırken başımı soğuk cama yasladım. Nefesimin buharıyla bozulan görüntü umurumda değildi. Üzgündüm. Yaşadığım şeyleri düşünmüyor, hala kafamdan uzak tutuyordum. Ve kızgındım. En çok da kendime kızıyordum. Git gide kararan gökyüzünü, hızla yanımdan geçip giden manzarayı izledim. Birazdan gelecek soğuk sisli havayı bildiğimden gün batımının tadını çıkardım.

Durakta benden başka kimse inmedi, burada çalışan biri olduğunu bile sanmıyordum. Terkedilmiş, korkunç istasyonu saran yoğun sis yardımcı olmuyordu. Hava o kadar soğuktu ki nefesimin buharını görebiliyordum. Acı rüzgâr kazağımın içine işleyip beni ürpertti, bavullarımla çıkışa yürüdüm. Takip edildiğim hissi istasyona geldiğimde başlamıştı, üzerimden atamamıştım bir türlü.

İstasyonun kirli camları arasından geçen gölgeyi görünce valizlerimi daha sıkı kavradım. Yürüyüşümü hızlandırdım, kimseyi göremesem de sürekli dönüp arkama bakıyor, gölgelerde birilerini gördüğümü sanıyordum. Trenin sürekli hareketi yüzünden zemin hala titriyor gibi geliyordu.

Çıkışta Marlo'yu görünce boğazımdaki yumru kayboldu. Bu yaşlı, esmer adam ona duyduğum sevginin çok daha fazlasını hak ediyordu. Ne yaparsam yapayım, gösterdiğim minnettarlık yetmiyordu. Hala dev gibiydi, yıllar bunu değiştirememişti. Değişen tek şey saçlarının teninden zıt bir şekilde bembeyaz olmasıydı. Beni görünce kocaman gülümsedi ve uzun kollarını iki yanına açtı.

"Hoş geldiniz küçük hanım." Tok, buğulu sesi, içimi ısıttı.

"Seni görmek güzel Marlo." Dedim kollarının arasında nefesim kesilirken. Bavullarımı taşımama izin vermedi. Koluna girdim. Birlikte arabaya yürüdük.

"Misafiriniz ne zaman gelecek?"

"Gelmeyecek."

Başını salladı, konuyu bir daha açmayacaktı, bir şey canımı sıkarsa anlardı ve bu da o hassas konulardan biriydi.

"Davet nasıl geçti?"

"Sıradandı, bittiğine seviniyorum."

"Bay Kosslyn de sizinle miydi?"

"Evet, Todd da partideydi."

"Tanıdık başka biri yoktu anlaşılan? Sıkılmanıza şaşmamalı."

"Hiddleton diye birini duydun mu Marlo? Soyadı bu gerçi... Ailemi tanıyormuş, büyükannemi ve büyükbabamı da..."

"Hiç duymadım hanımefendi."

"Sen neler yapıyorsun? Yokluğumda uslu durdun umuyorum?" Sonunda şakacı havam geri geliyordu ama hala istemeden de olsa tedirgin bir halde karanlık yollara bakıyordum.

"Oğlum iş çıkışında yardım etti de bahçeye o istediğiniz sardunyalardan ektik. Ortancaların bir sıra üstündeler, eminim beğenirsiniz."

"Kendini yormamanı söylemiştim, bahçıvan da aynen söylediğin gibi yapardı."

"Söyleyene kadar kendim yaptım işte..." Göbeğini zıplatarak güldü.

Yıllardır arka koltuğa oturmam konusunda ısrar ederdi, asla kabul etmedim. Bavulları bagaja yerleştirdikten sonra dolaşıp şoför koltuğunun yanına oturdum. Uslu bir çocuk gibi kemerimi taktım. Müziği seçmeme izin verdi, Evgeny Grinko'da karar kıldım. Sokak lambalarının aydınlattığı, sisli caddeyi izlemeye koyuldum.

Ayaklarım üşüyordu, eğilip bakmaya çalıştıysam da hiçbir şey göremedim. Çok karanlıktı. Sanki bir şey derime batıyordu. Zemin ıslak ve soğuktu. Yalın ayaklaydım. Dikilip nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Yine hiçbir şey göremedim. Kollarımı önüme uzatıp ilerlemeye çalıştım.

İlk adımımda yerden gelen ses bir hışırtıyı andırıyordu

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

İlk adımımda yerden gelen ses bir hışırtıyı andırıyordu. Ağaçlardan dökülen yapraklar ve dallar olduğunu düşündüm. Çakıllar, küçük taş parçaları ayağıma batmaya devam ediyordu, canım acısa da durmadım. Önümdeki sert, pürüzlü bir şeye değdim, dikkatliydim. Önce parmaklarımı üzerinde gezdirdim, ne olduğundan emin olunca avucumla ağacı kavradım. Diğer elimi de üstüne yerleştirdim. Alnımı ağacın kabuksu gövdesine dayayıp korkumun geçmesini bekledim. Seslere odaklandım. Rüzgârın uğultusu etrafımı sarıyordu, ağaçların tepelerinden, yaprakların aralarından geçip geliyor, bütün haşmetiyle bedenime çarpıyordu. Arkamdan, uzaktan da olsa bir çıtırtı geldi. Damarlarıma adrenalin hücum ederken dönüp baktım. Ağaçların siluetleri arasında turuncu bir ışık parlıyordu. Güvende olmayabilirdim, o yüzden ses çıkarmamaya çalışarak ve yavaşça parıltıya doğru döndüm.

Bütün duyularım açılmıştı, göz kapaklarım sonuna kadar gerilmiş, görünen tek ışık kaynağına odaklanmıştım. Seslere karşı hala hassastım. Yaklaştıkça parlayan şeyin ateş olduğunu fark ettim. Ulaşmama az kalmıştı. Derken arkamdan büyük bir gürültü koptu. Tepemdeki ağaçların yaprakları hareketlendi, sanki ağaçlar kendilerini silkiyorlar gibiydi. Ne yapacağımı bilemeden dona kaldım.

Bir şey sertçe bana çarptı, onun beyaz kocaman kanatları olan bir kuş olduğunu çarpışmanın etkisinden kurtulup ateşe doğru uçarken anlayabildim. En yakınımdaki ağaca baktım, arkasına sığınmaya çalışırken biri daha çarptı ve bir diğeri... Sertçe bedenime çarpanların sonu gelmiyordu. Bir hiddetli çarpıştan sonra yere kapaklandım. Üzerimden geçiyorlardı. Hepsi bir yöne, ateşe doğru uçuyordu. Geçerken sırtıma ve kafamın üzerinde birleştirdiğim ellerime sürtündüler. Yüzlerce, belki de binlerce... Kıpırdayamaz hale geldim.

ANGIEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin