21. Bölüm ''Güvensizlik Tuğlası''

14.7K 647 41
  • Αφιερωμένο στον/ην oguzgul
                                    

Cevap vermekten kaçınması nedensiz içime şüphe tohumları serpmişti. Ve biliyordum ki bu tohumlarında hasat zamanı gelecekti.

Polisleri kovar gibi dışarıya çıkartan Vince, gerçekten farklı bir tutum içerisindeydi. Bunu hissediyordum. Rahatsız eden duyguları göz ardı etmek zordur, fakat bir mutluluğu kolayca unutabilirsiniz.Bende aynı o şekildeydim. Belki de nankörce mutlu olduğum anları unutmuştum fakat şu an içinde yaşadığım an unutulmayacak kadar rahatsızdı.
  Saat geç olmuştu ve evdeki kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Başım çatlayacak gibi delicesine ağrıyor, vücudum bana ağır bir yük çuvalıymışım gibi hissettiriyordu. Gün içerisinde yorgunlukla sınanmış vücudum, sinirlerle sınanan beynimle bitap düşmüştüm. ‘Gerçekten’ diyordum kendi kendime bazen, her ne kadar yakınmanın bir fayda getirmeyeceğini bilsem de, ‘Gerçekten, bu hayatta benim göreceğim yaşam bu mu?’ Benim hayallerimi başkası yaşarken, üzerime geçirdiğim zırh beni ne kadar koruyacak? Büyük kaleler ancak içten yıkılır sonuçta, peki iç savaşıma daha ne kadar dayanacaktım? Çöküntülerim, hüzünlerim,üzüntülerim; Yükselişlerim, sevinçlerim ve umudumu gölgeliyordu. Ve bu beni inanılmaz derecede karanlığa yaklaştırıyordu.
Vince ellerini saçlarının arasından hızlıca geçirdi ve bana solgun gözlerle baktı.
‘’Bazı günler inanılmayacak kadar farklı geçiyor.’’ Haklıydı, yerin dibinden gökyüzünün sonsuzluğuna kadar haklıydı.
‘’Biliyorum, ve inanmıyorum.’’
‘’Bende inanmamayı tercih ediyorum.’’ Dedi cümlemin peşi sıra. Salondaki koltuğa yürürken adımlarını yavaşlatmıştı. Vince, Bayan Mchardley’in ölümünden sonra başımıza gelenlerle daha çok yaşlanmıştı. Eski enerjisi ve zindesi kalmamış, gözlerinin altındaki çukurlar vazgeçilmezi olmuştu.
Vince çökmüştü belki, ama bende çökmüştüm. Daha 18’dim ben. Genç kızdım. Hala öyleyim fakat neden gençliğin tadı damağımda ekşi bir misk bırakıyor? Neden kitaplarda okuduğum gençlik cıvıl cıvıl ve ihtişamlıyken benimki çamur banyosu misali? Sitemlerim ve yakınmalarım beni hiçbir yere ulaştırmayacak kadar güçsüz. Kendimi çökertiyorum.
‘’Uyumak istiyorum.’’ Vince sırtı bana dönük şekilde oturduğu koltuktan başını aşağı yukarı onaylar şekilde salladı.
Yatağıma yattığımda göz kapaklarımı bile kapatamayacak kadar yorgundum. Bir an önce sabah olması en azından güne karşı direncimi ölçmeme yardımcı olacaktı. Yorgunluktan kıvransam da,nasıl olduğunu bile anlamadan uykuya dalmışım.

Sabah erkenden uyandığımda yatmadan önce olduğu gibi başım ağrıyor hatta çatlıyordu. Kendimi hiç olmadığım kadar yaşlı hissediyordum. ‘Eğer soğuk bir duşta aymazsa beni bu soğuk havada, o zaman bitmişimdir ben’ diye düşündüm kendi kendime. Gerçi ayılsam da bitmiştim ya.
Soğuk duşun ardından biraz daha kendime gelir gibi oldum. Fakat hala vücudum külçe gibi ağırlığını bozmuyor yük olmaktan geri durmuyordu.
Mutfağa kendime bir şeyler hazırlamak için girdiğimde, Vince’in salonda elinde bir içki bardağıyla sızmış olduğunu gördüm.  Vince salonun dağınıklığına uyum sağlamıştı. Dünkü tantana’dan bana kalan, evin dağınıklığı, huzursuzluk ve can sıkıklığı olmuştu. Tabi ki Perrel’in polisler tarafından götürülmesi benim için en iyilerden birisiydi. Vince’in yanına doğru giderken, yolumun üzerinde gördüğüm ufak tefek dağınıklıkları topluyordum. Gerçekten çok karışmıştı.
Yanına vardığımda önce elindeki bardağı çekip orta sehpaya koydum, daha sonra yanına oturdum ve istemsizce onu süzdüm. Aslında yakışıklıydı. Aslında kelimesi fazla olmuştu. O yakışıklıydı ve çocukluktan beri hayalini kurduğum tek erkekti. Ona karşı kendimde inanılmaz bir çekim hissederken aynı derecede de bir iticilik vardı. Elimi yüzüne götürdüm, dağınık saçlarını düşen yanaklarından yana doğru çektim ve çok kısa bir an için elimi yanağına yerleştirdim. Sıcaktı. Güzeldi. Yumuşaktı. Yeni çıkmaya başlayan sakalları elime hafif bir baskı uyguluyordu. Bu muazzamdı. Ben onun güzelliğine hayranlığımı gözler önüne serer şekilde bakarken hafif kıpırdanmasıyla kendi daldığım duygulardan uyandım. Elimi acele bir şekilde yanağından çektim ve sesimi en duygusuz tonda kullanmaya çalışarak ‘’Bay Mchardley’’ diye seslendim. Boğazımı hafifçe temizledikten sonra ‘’Bay Mchardley, uyanmalısınız.’’  Biraz daha kıvrandı, bana ters tarafa yatık olan yüzünü benden tarafa çevirdi ve yüzünde önce küçük bir gülümseme oluşturdu. Daha sonra gözlerini usulca açtı. Mutlu gibiydi, hatta gibi fazlaydı. Mutluydu.
‘’Günaydın Otilla.’’ Aslında şu anda yaşadığımız durum romantik bir an kavramı içerisine girebilirdi. Onun parlayarak ve muzırca bakan gözleri, şefkat ve memnuniyetle kıvrılmış dudakları ve uykudan yeni uyanmanın verdiği mahmurluk. Fakat romantik bir an değildi,olamazdı.
‘’Günaydın Bay Mchardley.’’ Kolktukta Vince’den birkaç adım daha kaydım ve sonrasında ayağa kalktım. Yüzümde bir duvar örmemi sağlayan ifadesiz maskemi kullanmamın tam zamanıydı şimdi.
‘’Uyuyakalmışsınız burada.’’ Yanından kalktıktan sonra gözleriyle beni takip etmeyi bırakmayan Vince doğru konuştum. Önce cevap vermedi, yattığı yerde dikleştirdi sırtını ve tekrar bana bakmaya devam etti.
‘’Öyle olmuş galiba.’’ Sesi yeni uyanan erkek sesi. Sesi uyku mahmurluğunu ilahlaştıracak kadar güzel bir tınının efendisi.
‘’Kahvaltı hazırlayacağım, Fakat evi ancak akşam işten geldiğimde toparlayabilirim.’’
Konuyu değiştirmek ve aramızdaki bu garip tondaki havayı dağıtmak için ciddiyete bürünmeliydim.
Vince ellerini saçlarından geçirdi ve ‘’Pekala, nasıl istersen.’’ Dedi. Ellerini koltuğa dayamış, gergin bir şekilde omzunu dikleştirmişti ve başı aşağıya bakıyordu. Ani bir ritimle koltuktan kalktı ve yanımdan geçerken bana gülümseyerek üst kata çıktı.
Mutfağa giderken kafamda, kendi kahvaltımı burada yapıp, salondaki masaya Vince’in kahvaltısını tek hazırlayıp, bir an önce işe gitmek vardı.
Öyle de yaptım. Evin kapısını kapatıp, yumuşak bir soğukla beni karşılayan havaya karşı yürümeye başladım. Dışarıyı seviyordum. Ömrümün neredeyse hepsini evde geçirmiş bir kız olarak, dışarısı benim için hayallerim demekti. Dışarıda daha çok kendim olabiliyordum. Evde üzerime yapıştırılmış bir ‘yardımcı’damgası vardı. Fakat dışarıdayken özgürdüm. Belki bir kuş gibi, belki bir kız gibi. Belki herkes gibi, belki hiç kimse gibi. 18 yaşındaydım, yaşıtım kızlar tanımamıştım belki ama, onlardan daha olgun hareketler sergilediğimden emindim. Her zaman ‘büyük’ yaftasıyla gezmiş ve hareketlerimi o yaftaya göre uyarlamıştım. Genç kız kaprislerimi çekecek kimsem olmamıştı, ilk reglimi gizlice anlatabileceğim bir annem ya da genç kızlarla genç erkekler cilveleştiğinde gözümün içine kötü kötü bakacak babam olmamıştı. Her şey zamanı gelince başıma geldiğinde kendi başımın çaresine bakmak zorunda bırakılmıştım. Yaşamamı istenilen hayat bu muydu gerçekten? Ben bu hayatı yaşamak istediğimi zannetmiyordum. Başkası benim hayal bile edemeyeceğim güzellikle donanırken, ben başkasının hayal bile edemeyeceği çirkinliklere boyun eğemezdim. Bu duygu bir başkaldırıydı. Şu zamana kadar işler yolunda gitmemişti, fakat bundan sonra gitmeliydi. Gitmek zorundaydı. Eğer çıkış kapısı yoksa bunu ben yaratmalıydım. Ve bu defa erken pes etmeyecektim.
Düşüncelerimle boğuşurken dükkanın kapısından içeriye girdim.
Kapının üzerindeki çınlayan küçük ziller beni iç dünyamdan çekmek ve dükkana geldiğimi haber vermek için birebirdi. Atilla tezgahın arkasında birkaç düğme kutusunda bir şeyler arıyor, Hasan yerleri süpürüyordu.
‘’Günaydın Lesoli.’’ Gözlerini bir an düğme aradığı kutudan kaldırıp bana çevirdi ve çabucak bir gülümsemeden sonra, yaptığı işe devam etti.
‘’Günaydın Bay Toluktüge.’’ Kısa bir an bende gülümsemesine karşılık verdikten sonra kabanımı asıp arkada bulunan alana geçtim. Dükkanın açılmasına daha vardı, bu demek oluyordu ki genel dükkan işlerini yapmalıydık. Çünkü dünkü gördüğüm manzaranın bugünde aynı şekilde beklide katlanarak karşıma çıkacağından emindim.
Orada bulunan sandalyelerden birine oturdum ve elime bir kumaş parçası alıp çevirmeye başladım. Birilerinin gelip bana görev vermesini bekliyordum. Belli başlı bir iş bölümüyle görevim paylaştırılmadığı için birilerinin yardımına koşmak zorundaydım. Elimdeki kumaşla ilgilenip zaman öldürürken, içeriye Gökçen girdi.
‘’Günaydın Gökçen.’’ Gökçen’in arkadaşım olmasını istiyordum. Yaşamımın bir kısmını onunla paylaşmak istiyordum. Onun sevecenliğine ortak olmak, onun hayatında yer edinmek istiyordum.
‘’Günaydın.’’ Sesi biraz daha soğuk ve mesafeli gibiydi. Sabahın erken saatleri olduğunu ve henüz ayılamadığını düşünerek kötü fikirleri aklımdan kovdum.
‘’Nasılsın?’’ Benimle konuşsun istiyordum.
‘’İyi.’’ Ben? Benim hatrımı sormayı neden erteledi? Yan tarafta bulunan dikiş makinelerinden birine doğru giderken bana kısaca bir baktı. Ve gözlerinin dondurucu soğuğunda kavruldum.
Bir hata mı işlemiştim? Her hangi bir saygısızlık? Kendi adıma düşününce Gökçen’in bana sinirli olması için ortada hiçbir neden yoktu. Her halde başka bir şey onun moralini bozmuş olmalıydı.
Oturduğum sandalyeden kalktım ve yanına doğru gittim.
‘’Gökçen..’’ Gözlerini bana ifadesiz bir tavırla çevirdi.
‘’Evet?’’
‘’Bir sorun mu var?’’ Alt dudağımı üst dişlerimin arasına aldım.
‘’Hayır, seninle ne gibi bir sorunum olsun ki?’’ Yüzü ifadesiz bir şekilde bana döndü. Tek kaşını sanki bana karşı koyar gibi kaldırdı.
‘’Ben yalnızca merak ettim.’’ Benimle sorunu yoksa, neden benimle sorunu varmış gibi konuşuyordu ki? Bunun üzerinde daha fazla durmadım. Her ne kadar böyle davranması aklımda onlarca soru işareti bıraksa da, şu anda yaşadığım hayatın siyah cafcafı yeteri kadar bunaltıcıydı.
Günün yoğunluğunun başlamasına yakın Atilla geldi ve bana bugünlük yapmam gereken görevleri belirtti.  Ve gün başladığında, henüz önceki yorgunluğumu atamadan bugünün yorgunluğunun üstüne ekleneceğini biliyordum. Yorgunluğumun üzerine de mutsuz yüzler, memnuniyetsiz tavırlar ve anlamsız davranışlar tuz biber ekecekti.
Gün başladı ve işler ilk andan itibaren bütün yoğunluyla karşımdaydı. İğneleri taşıyor, mezurayı götürüp getiriyor, kumaş çıkartıyor ve birkaç parça küçük şeyi ütülüyordum.
Gökçen’in hareketlerini ister istemez takip ediyordum. Hala mutsuzdu ve yüzüme bakmıyordu.
İçeri odaya geçip Gökçen’le tekrar konuşmaya karar verdim. Elimdeki son parçayı da ütüledikten sonra, Atilla’ya birkaç göz- kaş işareti yapıp onay aldım ve içeriye geçtim.
Gökçen henüz burada değildi. O gelene kadar ben bir yere gitmeyecektim.
Birkaç dakika sonra elinde ütülenmiş elbiselerle içeriye girdiğinde bende bulunduğum yerden ayağa kalktım.
‘’Gökçen?’’ dedim aceleci bir ses tınısıyla.
‘’Ne oldu?’’ Elindeki elbiseleri üzenle tezgahın üzerine bıraktı.
‘’Bir şeyler var.’’ Derin bir nefes çektim içime.
‘’Sende bana karşı bir şeyler var.’’ Yüzünü soldurdu. Gözlerime baktı.
‘’Sana karşı öfkeden başka ne hissedebilirim ki?’’ Ne öfkesi? Nasıl bir şey bu? Hiçbir şey yapmamışken bir şey yapmış olamam. Şaşkınlığımı gizleme gereği duymadan sordum sorumu.
‘’Ben ne yaptım ki?’’ İki elini beline koyarak bana küçümser bir edayla baktı.
‘’Bunu birde bana mı soruyorsun? Dün sizin evinizde olanlarla bütün şehir çalkalandı. Suçsuz bir kadına iftira atıyorsun ve onu hapse tıktırıyorsun. Bende seni iyi birisi zannetmiştim. Meğersem şeytanların başı senmişsin.’’ Dün bizim evde olanlar. Suçsuz bir kadın. Perrel? Perrel suçsuz muydu? Ben iftira mı attım?
 Ve büyük bir gayzer patlaması yaşayan kalbimden etrafa hayal kırıklığı tüfleri savruldu.
‘’Bu da ne demek böyle? Gerçekten olan bitenden haberin olduğunu sanmıyorum Gökçen!’’ Ellerimin hafifçe titrediğini hissediyordum.
‘’Öyle mi Otilla? Peki sana mı inanacağım ben, daha iki gündür tanıdığım, hatta tanımadığım birine? Yoksa uzun zamandır arkadaşım olan Yasmin’e mi?’’ Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuştum. Gökçen ve Perrel tanışıyorlardı, hatta arkadaşlardı. Dünya küçüktür söylentisini duymuştum fakat kimse bana bir avuç olacağından bahsetmemişti.
‘’Perrel yalancının tekidir. Onu bu kadar uzun süredir tanımana rağmen nasıl olurda bunu anlamazsın?’’ Aslında Gökçen’in Perrel’in neler yaptığını bildiğini, fakat ona borçlu olduğu için yakınında durması gerektiğini ve bu yakınlığın itaat doğurduğunu çok daha sonra anlayacaktım.
‘’Otilla sus lütfen. Boşuna nefes tüketiyorsun. Zeytinyağı misali yukarıya çıkmaya çalışıyorsun. Bütün olayların ince elenip sık dokunduğu ortada. Perrel’i suçlu göstermek için çok çaba sarf ettin. Ve başarılı oldun. Zekana hayranım ancak burada gelip benim gibi doğruları bilen birine ahkam kesemezsin!’’ Sinirlerim gerilmişti. Gerçekten çok gerilmiştim. Dokunsanız ağlamazdım. Dokunsanız sizi gerginliğimle çarpardım.
‘’Sen..’’ dedim tıslarcasına. ‘’Çok yanlış anlamışsın her şeyi.’’
Ve güvenebileceğimi düşündüğüm bir insan daha ellerimden kayıp gitti. Gözlerim dolmuş muydu bilmiyorum fakat, sinirden titremelerim artmıştı.
‘’Herkesi kandırabilirsin Otilla, herkesi. Fakat beni değil.’’ Yüzüme doğru yakınlaşarak söylediği cümleler içime işlemişti.
‘’Kim kimi kandırıyor hanımlar?’’ diye Atilla kapıdan göründüğünde, dükkanın çok kısa bir süre içinde olsa sakinlediğini anladım. Diyecek hiçbir şeyim yoktu. Başım dikti fakat gözlerim yere odaklanmıştı. Atilla, Gökçen’in yüzündeki öfkeyi ve benim yüzümdeki hüznü görmüş olacaktı ki bulunduğumuz yere yaklaşıp sordu.
‘’Neler oluyor kızlar?’’ Sevecen sesi şimdi bir abi tavrına bürünmüş bütün yapıcılığıyla duruyordu. Fakat ben ne Atilla’nın yapıcılığına, ne Gökçen’in yıkıcılığına dayanacak pozisyondaydım.
‘’Ben bugün biraz erken çıkabilir miyim Bay Toluktüge?’’ Atilla’nın soru sorar yüzü, onaylanır şekilde sallandı.
‘’Tabi ki çıkabilirsin. İyisin öyle değil mi?’’ meraklı ses tonunu tatmin edecek bir cevap vermezsem ihanet edecekmiş gibi hissettim.
‘’İyiyim sadece, biraz hasta hissettim.’’ Diğer sorulara ya da söylenilenlere kulak vermemeye çalışarak portmontadan el çabukluğuyla kabanımı alıp dükkandan çıktım.
Yürüdükçe hüzünleniyor, hüzünlendikçe sinirleniyor,sinirlendikçe ağlıyordum.
Gözyaşlarım düşüyordu. Fakat hüzün değildi bu. Bu öfkeydi. Buram buram öfke ağlıyordum.
Ve bu insanlara karşı güvensizliğime dair atılan ikinci tuğlaydı.


Multimedyaya bir göz atabilirsiniz :3
OKUDUĞUNUZ İÇİN TEŞEKKÜRLER!

OdelinaΌπου ζουν οι ιστορίες. Ανακάλυψε τώρα