Bölüm 14: Annabeth

504 19 1
                                    


Vay canına.. Diye düşündü Annabeth. Percy ve Jason çok güçlü bir çiftlerdi. Şimdi de yanlarında çok daha güçlü bir melez daha vardı. Ve dürüst olmak gerekirse de çocuk harika savaşıyordu. Atlas bir an ne yapacağını şaşırdı. O kadar seri saldırıyorlardı ki -özellikle de Vincent- Atlas neredeyse karşılık bile veremiyordu. Ya kafasına bir yıldırım çakıyor, ya dalgalardan bir kroşe darbesi yiyor, ya da kara enerjinin kurbanı oluyordu.

Herkes bir arada saldırıyordu. Leo ile Kalipso Festus'a binmiş, Atlas'a ateşler yağdırıyorlardı. Frank onu ok yağmuruna tutmuş, arada bir de şekil değiştirerek saldırıyordu. Bilirsiniz işte, bir ejderha oluyor, ona da koç boynuzları ekleyip bir de karınca kuvveti ekliyordu (karıncalar ağırlıklarının 50 katını taşıyabilir. Karınca kuvvetine sahip 10 metrelik bir ejderhayı siz düşünün.. Ne var? Sonuçta bilmiş kızım ben.). Piper bile yardımcı oluyordu. Büyükonuş ile Atlas' a "Iskala!" Gibi saçma da olsa etkili emirler veriyordu. İşe de yarıyordu. Atlas'ın kafası karışıyor, sonra da ıskalıyordu.

Herkes el birliğiyle titana saldırıyordu ama Annabeth kendini yararsız hissetmiyor da değildi. Sonuçta onlar gibi inanılmaz güçleri yoktu, onun muhteşem bir zekası vardı, ve bu da çoğu güçten daha etkiliydi. Ama yine de yardım etmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordu. Derken Vincent yanına bir ters takla ile kondu.

"Bayan Chase, yardımınız olmasa onu alabileceğimizi sanmıyorum." dedi.

"Dedi Helios'u tek indirmiş çocuk." diye devam ettirdi Annabeth.

"Bakın, siz bu takımın bel kemiğisiniz. Sizin zekanız olmadan çok kez başarısızlığa uğramış olurlardı. Ayrıca sizde bir stratejik zekadan çok daha fazlası var, ve bunu da keşfetmek üzeresiniz." Sonra da yanından sıçrayıp gitti.

Annabeth düşünmeye başladı. Neler yapılabilirdi? Eğer Percy bir dalga ile titanı sarar ve aynı anda bir yıldırım- derken Annabeth'in gözleri bir şeye takıldı. Bir parıltıya. Ölümün ellerinin göğü taşıdığı yerde, bu bir kalkandı.

Annabeth kalkana doğru koşup onu kaptı. Aslında oldukça küçüktü. Yarı çapı olsa olsa 6 santim olmalıydı. Böyle bir kalkan neye yarardı ki? Annabeth kalkanı koluna geçirince yanıldığını anladı. Bir anda saf ışıktan oluşmuş kalkan çevresi ile bu yarı çap 20 cm kadar olmuştu. Bu, kesinlikle Helios'tan bir lütuftu. Annabeth de bunu akıllıca kullanacağını biliyordu.

Hikayelere göre kalkanın içinde güneşin gücünün bir kısmı bulunurdu. Annabeth bunu titana karşı kullanabilirdi. Sadece doğru ana ihtiyacı vardı. Ve güm! Annabeth kalkanın gücüne odaklanınca bir güneş ışını titanı gözünden vurdu.

"Argh!" diye bağırdı titan. Gözlerini ovuyordu, etrafları yanık içindeydi. Kör olduğu belliydi. Etrafa rastgele kollarını savuruyor, birçok açık veriyordu. Herkes de durumu değerlendirdi.

"Yosun kafa!" diye seslendi Annabeth. "O gözler sonsuza kadar kör kalmaz. Bunu garantilememiz gerek." Percy onu anlamıştı. Tabii ki anlayacaktı, onun iyi bir erkek arkadaşı vardı. Annabeth saçlarını savurmak istedi ama ego için zaman değildi.

Percy kılıcını titanın gözüne sapladı. Titan daha çığlık bile atamadan Vincent kılıca bir tekme indirdi. Kılıç iyice titanın gözünü oydu. Titan kılıcı çıkardı ve aşağı fırlattı. Diğer gözü de görmeye başlamıştı.

Ama Annabeth ona fırsat tanımadı. Bir güneş ışını daha attı ve bu sefer de titanın göğsünü kavurdu. Titan acıyla haykırınca Vincent bir anda fırladı. "Geri çekilin!" Diye bağırdı. Kimse de tartışmadı.

Vincent kancalarını titanın omuzlarına fırlattı. Kancalar saplanınca Vincent onları kendine doğru çekiştirmeye başladı. Bir anda titanın içinden mor bir parıltı -kancaların saplı olduğu- çıkmaya başladı ve yavaşça daha da dışarı çıktı. Ama Atlas bir generaldi ve generallerin de orduları olurdu. Annabeth haklı olduğu için kendinden nefret etti.

İki yüz kadar canavar yanlarına geldi ve sayıları da artıyordu. Annabeth beklemeden saldırıya geçti. Drakon kemiklerinden yapılmış kılıcını sallayarak canavarları biçiyor, kalkanla da kendini savunuyordu. Ne zaman biri kalkana vuracak olsa, bir ışık patlamasıyla geri tepiyordu. Bazı canavarlar ışıktan geçici körlük ile kurtulurken bazıları da buhar olup uçuyordu. Bu kalkan bir harika! diye düşündü.

Bir ara Percy ile sırt sırta geldiler."Naber?" dedi Percy.

"Eh işte," dedi Annabeth. "Herzamanki gibi, sıradan bir savaş."

"Kalkanını sevdim. Senin ışıltını bastıramasa da parlakmış."

"İltifatları sonraya saklayalım yosun kafa. Şimdilik adam biçmeye dön."

Percy sırıttı ve canavarların ortasına daldı. Derken tüm meydan bir çığlıkla inledi. Herkes olduğu yerde kalakaldı. Vincent Atlas'ın ruhunu sökmeyi başarmıştı. Kancalar saplandıkları yerden çıktılar ve titanın ruhu Vincent'ın içine doğru çekildi. Sonra da tüm canavarlar geriledi.

Vincent arkasını döndü. Gözleri gene şu siyah-beyaz, ürkütücü bakışla süslenmişti. Kancalı zincirler etrafında bir hortum gibi dönmeye başladı. "Kimse bir yere gitmiyor!" Diye bağırdı canavarlara. Kancaları bir anda yere savurdu ve zincirler her taraftan fışkırmaya başladı. Kapkara ve dikenli zincirler Stygia metalindendi. Canavarların hepsi delik deşik oluverdi ama Annabeth ve diğerlerinin durduğu bölgeler temizdi. Oradan zincirler patlak vermemişti.

Zincirler çekildiğinde geriye yalnızca tozlar kalmıştı, canavarların Tartarus'u boyladığını gösteren tozlar..

"Geriye yapılacak kolay şeyler kalıyor." dedi Vincent. Kancalarını tekrar çapraz bir şekilde yere sapladı. Onları çekince de Atlas'ın eski boyundaki -ki o da 3 metre vardı- halinin parlak bir şekli belirdi ve doğruca göğün yerle buluştuğu yere gitti. Sonra da gökyüzünü sırtlamaya koyuldu.

"Atlas'ın ruhu lanetini devam ettirecek." Dedi Vincent. "O hala göğü taşımaya mahkum."

"Pekala," dedi Hazel. "Sırada ne var abi?" Annabeth Hazel'ın ona abi demesini pek hoş karşılamamıştı ama ses etmedi de.

"Bunu iyi biliyorsun." dedi Vincent. "Sıradaki durak, Yeraltı Dünyası!"

"NE!?" demeden edemedi Annabeth. "Neden o lağım çukuruna dönelim ki?"

"Çünkü, bayan Chase, cevaplar ancak ve ancak orada bulunabilir."

"Aynı fikirdeyim." Dedi Hazel. "Babamız bizi çağırıyor.. Ama sen.. Onu görmeyeceksin, değil mi?"

"Bizim yollarımız burada ayrılıyor. İlgilenmem gereken bir kardeşim daha var. Ben Tartarus'a gideceğim. Nico oradan derhal çıkmalı. Yoksa Tartarus insanı delirtmekte ne kadar iyi olduğunu tekrar kanıtlar." dedi. "Ve bir de, Tartarus'tan döndüğümde tekrar karşı karşıya olacağız. İçimdeki ruhlar Tartarus'a uyarlar. Beni de zorlayacaklardır. Bakın, gerekirse beni öldürün. Tereddüt etmeyin. Kainatın kaderi buna bağlı. Ve her biriniz kendinizi geliştirmeye bakın. Bay Zhang potansiyelini buldu, sıra sizde. Size olabildiğince yardım edeceğim. Hatta bunu garantileyeyim. Kardeşim?"

Hazel biraz öne çıktı ve kardeşinin gözlerine baktı. Vincent'ın gözleri yine siyah-beyaz oldu. Sonra da ağzından mor bir duman çıktı ve doğrudan Hazel'ın avcuna kondu. Şekilliydi. Bir kolye gibi. Aslında, bu bir kolyeydi. Hem de oldukça güzel bir kolye. Gümüş bir zincirin ucunda mosmor parıldayan bir taş ve onun etrafındaki ok ile yay. Bir de melek kanadı da arka planda -ok ile yayın arkasında- göze çarpıyordu.

"Bu Jessie'nindi. Onu kaybetmeden önce yani. Onun içinde kendi ruhumdan ve umutlarımdan bir parça var. Bu sizle olan iletişimimi garantileyecek. Bedenen karşınızda olsam da hala sizinleyim. Kendinize iyi bakın, ve iyi hazırlanın genç kahramanlar. Helios tutsak ve plan tıkır tıkır işliyor. Acele edin. Bir haftanız bile yok." Sonra da bir gedik açtı. Daha doğrusu iki tane. Biri, Tartarus'a uzanıyordu. Diğeri de tam Styx nehri kıyısına. "Hoşçakalın." dedi ve gediğe girdi. Onun gediği kapandı. Biz de bizimkinden geçtik. Hazel kolyesini boynuna takmaya çalıştı ama beceremedi. Frank onun yerine taktı.

"Pekala.." dedi Percy. "Burası senin bölgen, Hazel. Yolu gösteren sensin."

Sonra da Hades'in sarayına doğru yola çıktılar.





Güneşin YükselişiWhere stories live. Discover now