13

260 42 55
                                    

| Toygar |

Eve girdikten sonra yüzüme çarpan ılık hava dalgası yüzünden gözlerimin istemsizce kapanmasına engel olamadım. Kendi imkanlarımla çıkabildiğim ilk evim olduğu için burayı seviyor muydum, yoksa yaşadıklarım yüzünden artık buradan nefret mi ediyordum, bilmiyordum. İçinde biriktirdiğim onca anı vardı. İyisiyle, kötüsüyle... Ama hangileri ağır basıyordu, artık çözemiyordum. 

Ağır adımlarla koridorda ilerleyip, salona geçtim. Bıraktığım gibiydi. Badem, televizyonun karşısındaki büyük kanepede uyuyordu. Orta sehpanın üstündeki kasedeki oyuncak toplar ortada yoktu; Badem onlarla oynarken yine kaybetmiş olmalıydı. Büyük kanepenin çaprazlarındaki berjerler de eve gelip giden, onlara oturan kimse olmadığı için kanepeye kıyasla çok daha yeni ve hasarsız gözüküyorlardı. 

Gözüm büyük kanepenin sağında, berjerin arkasındaki yemek masasına takıldı daha sonra. Orası da kullanılmadığı için yepyeni duruyordu. Masanın üstü ve hatta sandalyelerin ahşap ayakları toz tutmaya başlamıştı. 

Televizyon ünitesi de eve olan bu ilgisizliğimden nasibini almıştı. Ünitenin raflarındaki kitapların kapakları tozlanmaya başlamış, bazılarının sayfaları açık bıraktığım camdan giren rüzgar yüzünden aralanmıştı. Göktuğ öldükten sonra evi bir kez olsun dip köşe temizlememiş olmamın getirisiydi bunlar.

Orta sehpanın kanepenin sol ucuna bakan köşesindeki bardak izi bile duruyordu. Bu onun bardağının iziydi. Benimle içtiği son kahvesinin bardağından kalan iz... 

Yapamıyordum. Evi baştan uca temizlersem ondan kalan son izleri de yok etmiş olacaktım çünkü. Bunu yapamıyordum. Bu dünyadan bir Göktuğ'un geçtiğinin yegane kanıtları olan bu küçük izleri silip, onu yok etmek istemiyordum.

Onu kafamın içinde kusursuzlaştırmamaya çalışıyordum. Evet, yaşadığı şey çok kötüydü. Bir cinayete kurban gitmişti. Ama sırf bu yüzden onu kafamın içinde bir melek gibi göremezdim. Göktuğ beni, onu sevip, ona yuvasını açan, ona sahip çıkan tek adamı, aylarca aldatmıştı. Bu yaptığının elle tutulur en ufak bir yanı bile yoktu. Bir cinayete kurban gitmesi, bu suçunu hafifletmiyordu.

Ama duygularım böyle işlemiyordu. Onun orada ne kadar acı çekerek hayata gözlerini yumduğunu hayal etmeden, onun hissettiği acıyı kendim de hissetmeden edemiyordum. Ne olursa olsun, kimse böyle bir sonu hak etmezdi. Kimse.

Salondan çıkıp, mutfağa ilerledim. Koridordaki büyük portmantoda asılı ceketlerin sayısı yarıya inmişti. Yokluğu hissediliyordu. Ya da, varlığına o kadar alışmıştım ki, yokluğunu bir türlü kabullenemiyordum. 

Mutfağa girdikten sonra alışık olmadığım bir manzara karşıladı beni. Evin geri kalanının aksine burası, Göktuğ'un tüm izlerinden arınmıştı. Öyle olmak zorundaydı çünkü. Mutfak, içinde yapılan işler gereği sıkça temizlenmesi gereken bir yerdi. Öyle de olmuştu zaten. Göktuğ'un ölümünden sonraki gün, mutfak ona ait tüm izlerinden bir bir kurtulmuştu.

Lavabonun üstündeki dolaptan kendime bir bardak, buzdolabından da gazoz çıkardım. Bu sıcakta bana iyi geleceğinden emindim. Bardağıma gazozu doldurduktan sonra mutfaktan çıkmayı ve odamda içmeyi düşündüm, ama yapamadım. Evin içinde gerçekten nefes alabildiğim tek yer burasıydı. Hele yatak odam... Oraya her gittiğimde boğulduğumu hissediyordum. Her bir köşesi, kaldıramayacağım kadar yoğun anılarla doluydu. Ne yaşandıysa orada yaşanmıştı. 

Geceleri salonda uyumak da bir çözümdü. Ama bunu yaparsam sorunları sadece halının altına süpürmüş olurdum. Yapmam gereken şey geceleri odamda, o yoğun anılara rağmen uyumaktı. Bir aydır da yapmak için çabaladığım şey buydu. Sadece yatak odam özelinde değil, hayatımın her bir yerinde hiçbir davranışımı değiştirmemek... Eğer Göktuğ'un kaybı yüzünden günlük hayatımı sekteye uğratsaydım, işte o zaman bu boğucu hisleri beslemiş olurdum. 

another love | bxbHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin