20. SİYAH DENİZ SUYU

188 44 65
                                    

Ve Ölüm; yırtık eski bir kumaşın kanlı, sökülmüş yakasıydı. Sökük ipleri, kumaşını parçalayan bir sicim parçasıyken; terzisinin dokunsa elinde ufalanacağı kumaş, sesli ölüme gebe bir kan düğümüydü....

Elimi sıkıca kavramış asla bırakmayacağını dokunuşuyla ispatlayan Ars; şuan güvendiğim tek kişiydi. Bu yüzden kafamın içinde ki karanlık siluetlerden sıyrılıp gözlerimi ona çevirdim. Az önce gördüklerini, yaşadıklarını sindirmek için sessizliğe sığınan bu adam, benim aklımı bulandırmamak için her şeyi kendi çözmeye çalışan adam ile aynı kişiydi. Sessizdi ama içinde yeterince ihtimalleri tartıştığını gözlerinde görebiliyordum.

Sanki vücudumun bir parçasıyla bütünleşmişken bir mıknatıs onu çekerek tekrar benden uzaklaştırmış gibi eksik hissediyordum. Büyük bir çekim bir anda bedenimi içine aldığında göğsüm sıkıştı. Bedenim sert bir kayaya çarpmış gibi sendelenirken, Arsın tuhaf bir ifadeyle etrafındaki olana bitene bakan gözleri beni buldu. Belime sardığı koluyla beni bedenine sabitledi. Bütün yaşam enerjim verdiğim her nefeste dışarıya dökülüyor gibi hissediyordum.

"Kız iyi değil." İfademde ki yorgunluk neredeyse bayılmak üzere olduğumun bir kanıtıydı. Rüzgar doğru söylüyordu, iyi değildim. Ayağımın altından yer kaymak için sallanırken, beni ayakta tutan tek etken Gümüşaydı. Belimi daha sıkı sardığında başım çelik gibi olan göğsüne yaslandı.

"O burada hiç bir zaman iyi olamayacak." Boğulup dağılan ses Kebir denen adama aitti. Tüylerim diken diken olurken bedenim kasıldı. Gözlerim ruhum çekiliyormuş gibi tekrar kapandığında artık korkmaya başlamıştım. "Tuhaf tuhaf konuşup onu endişelendirmeyi kes!" Cümlelerin ucu sivri oklara dönüşüp muhatabına isabet ederken konuşması netti. Gözlerimin sunduğu karanlıkta yalnızca onları dinleyebiliyordum. Hareket edince canım yanıyor ve bu şey daha da kötüye gidiyordu. Vücudumun her yeri ağrımaya başlamıştı.

"Tüm bu olanları unut Usta! Biz buraya asla gelmedik sende hiç bir şey görmedin!" Göğsünün içerisinde bir orman varmış ve o orman nefes alıyormuş gibi inip şişti. Sesi bir dağı ortadan ikiye ayıracak keskinlikteydi. "Beni duydun mu, ona bakmayı kes!" Sesi dalgalanarak yükselirken karşıda ki sazlığın içinde ki canlıların bile ürktüğüne emindim. İrkilip açık tutmakta zorlandığım harelerimi Kebir ustaya çevirdim.

"Gözlerini ondan çek." Tane tane ve ürkütücü bir sakinlikle onu tekrar uyarmıştı. Başımı göğsünden yavaşa ayırıp kendime gelmeye çalıştım. Kafamı kaldırmakta güçlük çeksem de ayakta kalmalıydım. Ona yük olmak istemiyordum.

"Sakin ol ona zarar verecek değilim." Bana bakıp ayakta kalabildiğimi gördüğünde, bir adım ileri atarak beni geride bıraktı. Ellerimiz bir köprünün bağları gibi kenetliydi. Arsın yüzünde oluşan ifadenin temeli o kadar sarsılmaz bir sütünden oluşuyordu ki ürkmemek elde değildi.

"Ona zaten kimse zarar veremez. Çünkü ben varım. Ve sen, benim varlığımın ne demek olduğunu biliyorsun. Benim adıma o tapındığın kartların seni uyarmıyor mu ihtiyar?" Bu bir tehditti. O kadar açık ve yalındı ki, sınırı olmayan bir adamın dilinden dökülen basit cümleler değildi bunlar, emindim.

Kebir denen adam yalnızca gözleriyle Arsın yüzüne bakmakla yetindi. Sanki sözsüz bir konuşmayı bakışları ile destekliyorlarmış gibi hissetmiştim. Babasını öldürdüğünü biliyor olabilir miydi? Eğer öyleyse Arsın anlattığını asla düşünmüyordum o halde bahsettiği kartlar sayesinde biliyor olabilir miydi? Bir deste kart geçmişi geleceği ve yahut şimdiyi gösterebilir miydi?

İZMİHLALWhere stories live. Discover now