GİRİŞ

1.7K 150 66
                                    

İYİ OKUMALAR ARKADAŞLAR... SONUNDA YENİ BİR HİKAYEYE DAHA GİRİŞ YAPMIŞ BULUNUYORUZ... UMARIM BEĞENİRSİNİZ... YENİ BÖLÜMLER SİZLERİN YORUM VE BEĞENİLERİNİZE GÖRE GELİYOR... 50 YORUMUN ALTINA BÖLÜM GELMEYECEKTİR.. BOL KEYİFLER...


       Bir zamanlar 'din' kavramına sahip değilken insanlar muhtemelen mutluydular. O zamanlarda yasaklar sadece toplum kurallarıyla sınırlıydı ve sanat duvarlardaki çizimlerden tablolara, mermerlere ve müzik aletlerine taşmıştı.

Sonrası ise tam bir kaos...

Hristiyanlık, tüm dünyayı etkisi altına aldı. Bir zamanlar taptıkları putların hepsi kırıldı ve yok edildi. Kendilerine şaman diyen din adamları rahiplere, pederlere ve papazlara dönüştüler. İnandıkları, tanrıların yerini tek bir tanrı aldı ve her Pazar o tanrıya dua etmek için binalar inşa ettiler.

Karanlık hiç bu kadar hızlı yükselmemişti şüphesiz. Sanat günah, sanatkâr ise günahkâr kabul edildi. Resimler yakıldı, heykeller kırıldı ve müzik enstrümanları ise susturuldu. Bilim ise tamamen yok sayıldı. Kabul edilen tek şeyin tanrının sözleri olduğuna herkes hem fikirdi çünkü.

Krallar, önemlerini yitirdiler. Askerler, halkı korumak yerine din adamlarının ideolojilerinin peşinden gittiler. Ardı ardına düzenlenen Haçlı Seferleri, yanında açlık ve sefaleti getirdi. Ancak din adamları isyanların önüne geçmenin bir yolunu bulmuşlardı.

Açlık ve sefalete dayanabilenlerin cennetle ödüllendireceğini söylediler ve tüm halk sakinleşti. Onlar kiliselerinde krallardan bile daha güzel yemekler yerken, Vatikan'ın kapıları ardında rahat bir hayat sürerken halk kırıldıkça daha da çok kırıldı.

Konulan kuralları çiğneyenler cadı olmakla suçlandı. Büyücüler ve cadılar canlı canlı yakılarak idam edildiler. Din tasviri için yapılanın dışında sanat tamamen yasaktı. Açlıktan kırılan halk bir parça ekmek çalmaya çalıştığında bile en acımasız şekilde din adamları tarafından yargılanıyordu.

Hakimler, komutanlar ve kralların devri kalkmıştı artık. Tek ve gerçek din adamlarıydı. Her şeyi kontrol altına almış olan kiliseler ve Vatikan'dı. Onların boyunduruğu altında yaşamak cehennem dedikleri şeyin ta kendisi gibiydi.

Benim gibi yakalanmaktan korkanlar gecenin karanlığına ve bodrum katlarına gizlenmek zorunda kaldılar. İçimizden taşan ve sözcüklerin yeterli gelmediği sanatı yerine getirmek için. Bu bir tür bitmek bilmeyen bir kaşıntı gibiydi. Her an ve her dakika seni rahatsız eden derini kaşındıran o kazağı giymek gibi ve bunun bitmesi için tek şansımız içimizdekini dökmekti.

Böylelikle bodrumlar canlı renklerin ve hayattaymış gibi görünen heykellerin sığınma alanı oldu. Sesini duyurmayacağına inanların müziği ile neşelendi ve yazarların kelimeleri ile şahlandı. İnsanlar, korkularını bastırarak ölmek pahasına şehveti, acıyı, mutluluğu ve sevgiyi canlandırdılar.

Ancak gizlenmek yetmedi. Evlere baskın yapıldı. Bodrumlar talan edildi. Tutkulu sanatçılar yakalandı ve en acımasız şekilde idam edildiler. Karanlık Çağ, bütün gücüyle yükseldi. Korku tenimizin içine işledi ve ilham perileri bu korkunun karşısında tamamen sessizliğe gömüldü.

Eğer bir kadınsanız ve bir sanatçıysanız sonunuz çok belliydi. Cadı olarak yakılmaktan sadece bir adım geride bir hayat yaşıyordum. Bir gün birileri evimi talan edip yaptıklarımı bulamasa bile sadece bir kadın olduğum için bile cadı olarak itham edilebilirdim.

Saçlarımı düzgünce kapatmadığım için, artık kumaşın isyan ettiği elbisem pis ya da yeterince iyi yamanmamış olduğu için, bir komutanın isteklerine cevap vermediğim için ya da herhangi bir şey için.

Tanrı, gerçekten var mıydı? Vardıysa bile gerçekten dünyayı güzelleştirecek her şeyi yasaklamak ister miydi gerçekten de? O zaman neden onu bu kadar güzel yaratmıştı ki? Bahsi geçen cehennemi dünyada yeterince yaşıyorduk zaten. O zaman cehennemden korkmanın ne anlamı vardı ki?

Din bu kadar acımasız ve nefret doluyken nasıl ona inanabilirdim? Nasıl ona itimat edebilirdim ki? Beni böyle yaratan kendisiydi ve içimdeki tutkuya ket vuran da onun emirleriydi. Buna inanmam mümkün değildi.

Asla dile getiremeyeceğim bir şekilde dini inkâr ettim. Hristiyanlıktan, kutsal kitaptan, tanrının varlığından ve din adamlarının yobazlığından nefret ettim. Onların var oldukları bir dünyada yaşamak bile istemedim. İçimden yükselen nefret her bir ressamın, heykel tıraşın ya da müzisyenin yakılarak öldürülmesiyle daha da büyüdü.

Öyle ki sevgi dolu eserlerimin yerini öfke aldı. Mutluluk timsali olan her şeyin yerini acı ve göz yaşı aldı. Belki de bizler gibi yapan çoğu sanatçı gibi din adamlarına yaltaklanmalıydım. Sadece Meryem Ana'yı ya da İsa'yı yaratmamıza izin vardı ancak onlar benim içimdeki ilhamın kaynağı değillerdi.

Onların temsil ettiği her şey beni hapseden, zincirleyen ve korkutan dinin tek göstergesiydi.

Yıllar geçtikçe kilisenin gücü azalmaktan bir yana güçlendikçe güçlendi ve sonunda artık kabul ettik. Tanrı tekti ve hepimiz onun kullarıydık. Din adamları ise onun elçileriydi ve onların sözleri tek gerçek kurallardı.

Aç kalmamız gerektiğini söylediklerinde aç kalacaktık. Sürünmemizi söylediklerinde sürünecektik ve ölmemizi söylediklerinde ölecektik. Bütün bunları bize vaat edilen ancak gerçek olup olmadığını bile bilmediğimiz cennet için yapacaktık.

Belki de en kötüsü rahibelerdi. Meryem Ana'nın bahsi geçen o muhteşem anneliğinin ve bakireliğinin temsili olmalıydılar oysa ki. Belki de sevişememek bir kadını böyle acımasız ve egoist yapıyordu.

İnsanlara Tanrı'nın yolunu sevgi ve şefkatle göstermesi gereken muhteşem rahibeler, onlar ataerkil bu toplumda erkeklerden daha acımasız ve aşağılayıcıydılar. Onlar Tanrı'nın katına yükselecek seçilmiş olan bakirelerken geri kalanlarımız cehennemde çürüyecek sıradan halktan başka bir şey değildik. Cennetin katını hak etmek için sürünmek ve sefalet çekmeliydik.

Bütün bunlar olmadan yaşayabileceğim bir yer var mıydı? Dünya üzerinde tanrıdan ve onun kurallarından bağımsız bir toplum var mıydı? Dindar insanların kirlettiği bu diyarlardan uzakta.

Özgürce yaşayan, istediği müziği duyan, istediği resmi yapan ve heykellere can veren bir toplum. Gerçek güzellikleri yaşayan ve hiçbir sınırı olmayan o insanlarla birlikte olmak isterdim.

Korku dolu yaşamaktan nefret ediyordum. Saçımı kapatmak zorunda kalmaktan, doğuştan göğüslerim büyük olduğu için günahkâr olmaktan ve en kötüsü de hiç şüphesiz içimden taşan o istekti.

Bir mermerin karşısına geçtiğimde içinden gelen tek şey ona bir şekil vermekti. Perilerimin beni yönlendirdiği gibi onları şekillendirmek isterdim. Korkmadan sergilemek ve belki de onları şehrin en işlek noktalarına koyabilmek.

Üzgün bir insanın mutluluğu yansıtan bir heykele baktığında gülümsediğini görmek isterdim. Ne yazık ki bütün hayallerim bir bodrum katında heykellerimle birlikte kilit altında yaşamaya mahkumlar.

Tıpkı benim ve benim gibi olan geri kalan herkes gibi korku ve acı içinde...

TANRILARIN ELÇİSİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin