Bahar kokusu sinmiş yanık bağrıma.

2.7K 427 119
                                    


Bahar kokusu sinmişti yanık bağrının tam ortasına. Zemheri de ayaza çalan akşamın saatlerinde bir gülümseme ısıtmıştı, yıllardır üşüyen koca gövdesini. Bu hissettiği sıcaklıkla, Kalın kıvrımlı dudaklarının arasından bir ıslık nidası şenlenmişti. Halbuki bu yaşına kadar ne türkülerden haberi olurdu ne de şarkılardan. Dilinde şenlenen bu türküyü de yakın zamanda, Abdullah Ağabeyin kahvehanesinde, cızırtılı radyodan dinlemişti. "Evlerinin önü bulgur sokusu" diye başlamıştı o yanık sesli adam. Oysa arka arkaya çayını yudumlarken hiç de dinliyormuş gibi değildi. Demek ki hafızasının derinliklerine kayıt olurken bu akşamı bekliyormuş dile gelmesi için.

" Yel estikçe gelir yarın kokusu" Derken melodisini de çok iyi tutturmuş, kelimelerin anlamını da düşünmeye başlamıştı.

Sahi yar ne demekti ki. Kime denirdi bu yar. Herkes mi olurdu yar. Herkesin yârim dediği de mi böyle ateş düşürürdü bağrına. Sonra ne yapardı o yar? Seni yaktım söndüreyim diye sinesine sığınır, hafifletir miydi?

Bilmezdi ki İbrahim. Ne bilsin. Görmemiş ki er ile avrat nasıl olur. Bir yaşında babası ölmüş, beş yaşında annesi siktir olup gitmiş İbrahim, nereden bilecekti bacası tüten şu evlerde, iki eş nasıl olur, nasıl davranır ne yer ne içerler, nasıl uyurlar. Ailemi görmüştü ki İbrahim bunları bilsin.

"Yârim küçüktür cilve kutusu. Ben yârime neler neler alayım"

Sahiden de yârim diyeceği Mihran ne küçüktü öyle. Soğuktan titreyen dudakları ve ucu kızarmış küçük burnu. Siyah perçemleri dökülen o küçük alnı. Al al olmuş yanakları, kuranı kerimi kucağına bastıran o küçük elleri. Küçüktü ama silahı büyüktü Mihran kızın. Kocaman elaya çalan gözleriyle, tok kirpikleriyle vurmuştu İbo'nun tam bağrının ortasından. Hem de tek bakışıyla. Türküde bahsedilen cilve dedikleri bu muydu yoksa. Şayet öyleyse vay halineydi İbrahim'in.

O Küçücük ellerde bir deve, kul köle olurdu o tek bakışa. Yar acaba böyle midir dediğine.

.........

Eve doğru yürüdüğü yol bitince ıslığı da bitmişti İbrahim'in. Yol boyunca gördüğü düş anında silinmişti. Yine gelmişti işte kara delik dediği, otuz küsür yılını çürüttüğü şu eve. Bacası tütmeyen, ışığı yanmayan, aşı kaynamayan, eşiği süpürülmeyen bu ev, açık mezarıydı onların. Lakin üstlerini örten kimseleri yoktu. İki baş. İki leş olarak çürümeyi bekliyorlardı işte. Çürüyüp toprağa karışmak. Sonra da yok olup gitmek.

Canı yine sıkılmıştı İbrahim'in. Şu kadına kaç kez tembih etmişti sobanın yanında duran odunlardan birkaç tane içine at da üşüme diye. Şayet kendisi yapmasa asla yapmazdı. Sonra da yataklara düşer, inim inim inlerdi de İbrahim'in burnundan fitil fitil getirirdi.

Kar bulaşmış botlarını eşiğe sertçe vurup, tahta kapının zemberek yayını çekerek açtı. İçeri adımladı ama burnuna dolan kokuyla yüzünü buruşturdu. Bilerek yapıyordu lanet kadın. İşkence olsun diye İbrahim'e bilhassa yapıyordu. Eli ayağı tuttuğu halde çişini de büyük abdestini de bir tasın içine yapıp köşeye bırakıyordu. Sonra da temizlesin dursundu İbrahim. Bir de şu evin içine ışıl ışıl o kızı gelin getireceğinin hayalini kurduruyordu Cihat Efendi. Yüz yıl yıkansalar da yine parlamazdı bu iki leş.

Aslında yanlış düşünürdü İbrahim. O dursun Kadının bütün çirkefliklerine rağmen hep temiz olmuştu. Küçük yaşlardan itibaren evin bütün sorumluluğu üstünde olunca, temizliğini de iyi yapardı. Ama kendini hep kirli sayardı işte. Pislik bulaşmadığı yeri kalmamıştı.

Büyük adımlarla söylenerek içeri girdi. Evin içi zifiri karanlıktı. Yenice bağlattıkları cereyanın düğmesine bastı. Yanan ampulden cızırtılar gelmeye başlayınca, eliyle sıkılaştırdı. Nenesi uyuyor olmalıydı ki sen mi geldin lan diye bağırmıyordu. Aman uyusun dedi. Uyusun da bana karışmasın.

İBRAHİMWhere stories live. Discover now