Alınacak Bir Gönül Var

4K 466 103
                                    




" İki sepet var evde " diye başladı söze İbrahim. Sözü söylediğine değil de elinde tuttuğu çay bardağını yakınlaştırmış kalan son yudumuna bakıyor, parmaklarıyla da bardağı evirip çeviriyordu.

"Ne sepeti?" diye sordu, merakla başını kaldıran Cihat. İki sohbet edelim diye kahveye zorla getirdiği İbrahim'in ağzından, yarım saattir tek kelime çıkmamış, şimdi de sepet mepet bir şeyler söylüyordu.

İbrahim anında vermedi cevabını. Bardağındaki kalan son çayı, tepesine dikerek bir kere de içti. Sonra da beşinci çayını içmek için elini havaya kaldırarak, Kahveci Abdullah'a işaret verdi.

Cihat onu dikkatle izliyor, izlerken ne söyleyecek diye sabırsızlanıyordu. Fakat bunu huy edinmişti İbrahim. Tek kelime eder, sonrasını getirmek için de Cihat'ı karşısında it gibi kıvrandırırdı.

"Sana diyorum lan ne sepeti?" diye bir kez daha sordu. Yine cevap gelmedi. Bir gün Cihat'ı öldürecekti bu vurdumduymazlığıyla, ama ne zaman?

Aslında İbrahim arkadaşının hallerini görüyordu da konuya nasıl girsem diye düşünüyordu.

Sırtını oturduğu kahvehane sandalyesine yaslayarak, ayaklarını üst üste atıp rahat bir pozisyon aldı. Cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Zehirli dumanı içine öyle bir çekti ki dışarıya hiç vermedi. Cihat anladı arkadaşının halini. Vardı bir şeyler ya hayırlısı. Üçüncü kez sormasına gerek kalmadan, yüzüne bakmadan konuşmaya başladı.

" Ne bileyim ne sepeti. İçine ister saman koy ister elma" dedi. Böylesine de konuşmak denilirse!

Elma kelimesi ağzının içinden çıkarken saniyelik durduğunu ve yutkunduğunu fark edince Cihat, daha çok merak etti.

" Ee ne olmuş o sepete? " diye sorarken, kahveci Abdullah ağabey, çaylarını getirip önlerine koyunca, devamını getiremedi.

" Oğlum çok demli içiyorsun bak. Delip geçecek mideni, sonra Abdullah'ın çayı adam öldürdü diyecekler " diye gülerek araya girdi. Severdi bu iki genci Abdullah. Bilekleri kuvvetli, bedenleri sağlam, akılları zehir gibiydi. Her köyde bulunması gereken üç beş yiğittendi bu ikili. Maksadı takılmaktı fakat ikisinden de ses çıkmamıştı. İbrahim çay tabağını çevirerek dertli dertli tüttürüyordu yine. Cihat da kaşlarını çatmış, onun bu halini izliyordu.

" Hayırdır kış günü dutu nerede buldunuz" diye ince espri yapmaya çalıştı. İbrahim'in dikkatini çekmek için omzuna dokundu. Omuzundaki baskıya ve söylediğine karşı "ne dutu ağabey! anlamadım " dedi.

Kahveci Abdullah; İbrahim'in verdiği tepkiye gülümsedi, demli çayı parmağıyla önüne itekleyerek " Demi iyi mi diyorum" dedi.

Sonra başını Cihat'a çevirdi. "Hayırdır" diyerek, kaşıyla İbrahim'i işaret etti. Cihat omuzlarını silkeledi. O da bardağını önüne çekti. Bıkkın bir halde verdi cevabını.

" Ne bileyim ağabey. Hayır mı şer mi! Bu öküzü biliyorsun işte. Elma sepeti dedi, saman sepeti dedi, sonra da sustu. Bekle ki ardı arkası gelsin. Ben de konuşacak diye ağzının içine bakıyorum işte " dedi.

Dudakları alayla yana kıvrılan Abdullah, boşları tepsiye koyarken rahat bir tavırla "Ha! o mesele " dedi. Cihat merakla, İbrahim ise şaşırarak aynı anda adamın yüzüne bakakaldılar.

Elindeki dolu tepsiyle ikisinin ortasında " Eben ile haşlamışsınız kızı. Duydum da İbo'nun suçu yoktur dedim " dedi gülerek.

İbrahim'in suratı iyiden iyiye değişti. Bir korku doldu göğsüne. Adını bilemedi. Mahcubiyet mi denirdi bu hissiyata. Haşlamak derken neyi kastediyordu ki? Nenesinin pis ağızlı halini herkes biliyordu işte! Öğrenmemişler miydi halen. Yine yapmıştı yapacağını da birileri 'huyudur onun' diye rahatlatmamış mıydı kızı. Demek ki şu köyde halen bilmeyenler de vardı huyunu.

İBRAHİMWhere stories live. Discover now