IŞIK MÜRİDİ (TAMAMLANDI)

By BatuhanKadnah

3.4K 732 2.7K

Metal ayakları benek benek kabarmış, paslı bir ranzada yatan mahkûm, tavanın köşesini, iki taş duvarın kesişt... More

GİRİŞ
MAHKÛM
YAZ GÜNDÖNÜMÜ
AV
GRİ EV
DAVETSİZ MİSAFİR
MEDCEZİR
KARANLIK
DEVİNİM
ANATOLİA
BAŞKALDIRI (Birinci Kısım)
SİTHİS
BAŞKALDIRI (İkinci Kısım)
ŞAMAN BÜYÜCÜ
SOYSUZ BİR SOYLU
BEDEL
HİÇLİK
ANATOLİA BEYİ
ÇANLAR
ELVEDA
BUZ ve ATEŞ
YARIMADA
IŞIK (Birinci Kısım)
IŞIK (İkinci Kısım)
FİNAL

SERAPHOS BATAKLIĞI

74 23 112
By BatuhanKadnah

Artemisia Kulelerine ulaşan Corthus ve Gaius, yılankavi şekilde seyir eden derin vadiyi yarılamak üzereydi. Kar tüm şiddetiyle yağıyor, Sithis'in gün yüzüne kavuşmaktan bir hayli uzak olan bu derin ve dar vadiyi, delice uçuşan kristal beyazı tanecikleri ile gölgeliyordu. Bata çıka ilerledikleri bu patikada topuk tepmek hakikaten zorluydu. Vadinin yamaçlarından kayıp dökülen, adamı her an bir böcek gibi ezecek iri kayaların altında kalma tehlikesi de cabasıydı.

Vadiyi tam da yarılamışlardı ki kar kesilmiş, yerini patikayı un ufak edercesine üfleyen, tozu toprağı önüne katıp bakışları yerlere düşüren şiddetli rüzgâra bırakmıştı. Baldır kesen ağrıları görmezden gelmek giderek daha zor bir hale gelse de ikili, topluluk ile aralarındaki mesafeyi tez adımlarla, kâh tırmanıp kâh yuvarlanarak eritmeye çalışıyordu. Daha hızlı olmaları gerektiği konusunda sürekli dırdır eden Corthus özellikle kaygılıydı. Flora'yı düşünüyor, kadının efsunkâr suretini hiçbir suretle aklından öteye taşıyamıyordu.

Vadinin sonuna yaklaştıkça ikilinin benzi atmış toprak üzerindeki muntazaman adımları ritim kaybetti. Donmuş toprak geride kalan her adımın ardından çamurla biraz daha yumuşamıştı çünkü. Dahası hava da ilginç bir şekilde sakinlemiş, önlerinde uzanan patika fevkalade canlanmaya başlamıştı. Vadinin etekleri bodur çam ağaçlarıyla kaplıydı ve iğne yapraklar iliklerine sıkı sıkıya tutunmuş, dallarından kopup gitmemişti. Bu alışılmadık, hayat dolu manzaranın dermansız bacaklarına can vermesi bir yana hayretle donakaldı ikili. "Bu nasıl mümkün olabilir?" diye fısıldadı Corthus, başını usulca göğe dikip.

Bulutlardan kopan ılık bir damla alnına düştüğünde yüreği pır pır etmeye başladı Gaius'un. Huşu içerisindeydi. Parmağına alnına götürüp meraklı, haylaz bir çocuk gibi bu damlacıkla oynadı. "Tüm Arz bin türlü musibetle can çekişirken... Aklım almıyor dostum."

Gaius'un gözü yukarıdayken Corthus'un gözü topraktaydı. Sol topuğunun üzerine çömelip elini kara çamura daldırdı. Parmak uçlarında uyanan his heyecanını da gıdıklıyordu. Avuç içindeki toprağın nazik dokunuşları boyunca "Rüya... Rüya..." diye mırıldanmıştı Corthus. Ama mırıltıları çok geçmeden şiddetini artırdı. "Baş tanrıça Fer'in bize gösterdiği rüya gerçek olmalı! Arş parçası yarımada gerçek olmalı! Burada bir şekilde hayat korunduysa orada da korunmuş olmalı."

Aynı şekilde Gaius da çömeldi. "Karınca yuvalarıyla oynayan çocuklar gibi Arş'ın efendileri de bizimle oynuyor dostum." diyerek elini arkadaşının omzuna attı. "Bu dalgalar bizi nereye sürükleyecek bilmiyorum ama daima yanındayım."

Gaius bir bakıma, arkadaşının taşkın düşüncelerine bir hıza verme gayretindeydi ve görünen o ki işe yaramıştı. Ayağa kalktı Corthus. "Beni zindandan kurtardın dostum. Sebebin her ne olursa olsun, bana olan güvenine sahip çıkacağım. Seni, Flora'yı, şu geri zekâlı kardeşimi, Saraykent'ten arta kalan tüm yurttaşlarımızı o yarımadaya, kurtuluşumuza yetiştireceğim. Sana söz veriyorum!" derken gözlerindeki alev de eski hücresinden kurtulmuş gibiydi.

Corthus'un bu duygu boşalmasını bir fısıltı gibi çiselen yağmur takip etti. Her ikisinin de gözleri, yanaklarını ıslatan bu müjdeyle gizlice yaşarmıştı.

###

Ilık yağmurun kayganlaştırdığı dar ve kıvrımlı vadide, yatağından taşmış bir heyecanla yollarına devam eden Corthus ve Gaius, Seraphos Bataklığının ucunda bekleyişini sürdüren topluluğa bir saat demeden ulaştı. Aval aval kamp alanı boyunca ilerledikleri sırada "Karşılama töreni de mi yok?" diye homurdandı Gaius.

Arkadaşının sitemine Corthus da eşlik etti. "Ne yani! Kâle alınmak için illa ki bir ejderha mı kesmek lazım?"

"Eğer öyle bir şey varsa şimdiden söylüyorum... Ben yokum dostum!" diye gelen nükteli cevabın ardından ikili katıla katıla gülmeye başladı.

Densiz kahkahaları, kampın kurulumu için vızır vızır çalışanların, yara bere içindeki çadırların ve lejyonerlerin kulplarından tuttuğu neredeyse yüksüz karavana kazanlarından tüten dumanların arasından bataklığın görünmesi ile sona erdi. Gövdesi cüzzamlı gibi kabarcık kabarcık olan yosun tutmuş ağaçlar, bunlardan fırlayıp eti sıyrılmış, göğe yakaran kemikli dallar ve topraktan taşmış, sarmaş dolaş burgulu kökler, birazcık ürkütücüydü. Lakin her şey o kadar canlıydı ki!

Diz boyunda, irili ufaklı göletlere tül tül, salkım salkım düşen yaprak kümeleri, bir yağlı boya tablosu gibi bulanık da olsa bu karanlık sulardan kusursuzca yansıyordu. Suya atlayan haşarı bir kurbağa sanki bir fırça darbesiymiş gibi sudaki yansımaları büküp kurşuni yeşili yaprakları dalgalandırınca Corthus'un dudakları da umuda dair bir gülümsemeyle kıvrıldı. Bir şekilde hayat burada kendini korumuştu.

"Demek başardınız!" dedi arkalarından otoriter fakat yalancı bir ses. "Şu menfur kurdu haklayacağınıza inancım tamdı."

Lafın sahibine yüzünü dönen Gaius, "Güveninizi boşa çıkarmadığımız için memnunuz tabii." dedi, komutanları Rufus'u hedef alan bir sahtelikle.

Rufus o kadar keyifliydi ki Gaius'un dilinde hüküm süren şu kronik alaycılığa laf yetiştirme zahmetine girmedi. "Söyle bakalım... Bataklık hakkında ne düşünüyorsun? Harikulade öyle değil mi? Alışmamız belki zaman alacak ama burada yaşayabiliriz."

Bataklığın bütün güzelliğine rağmen Gaius'un aklında soru işaretleri vardı. "Burayı özel kılan ne bilmiyoruz komutanım. Nedense bazı şeyler kafama yatmıyor. Bir düşünün... Arz bin türlü felaketle yitip giderken neden burası? Bataklığı ilk keşfeden biz olamayız. Gerçekten anlamıyorum... Burası, Kartia, Meridan, Lapsis ve Anatolia'nın tam kesişimi hâlbuki. Bu durum hiç hoşuma gitmedi."

Gaius'a bir nefes kadar yaklaştı Rufus. Yüzündeki neşe solup gitmişti. "Benim de hoşuma gitmeyen şeyler var, Gaius! Sabaha çıkacağı meçhul yaşlılar, açlıktan ölen çocuklar, hasta ve yaşlılar sebebiyle çadır yetiştiremediğimiz için donarak ölen askerlerim... Anlıyor musun?"

Gaius istemeye istemeye de olsa "Anlıyorum komutanım..." diyerek çaresizliklerini kabullendi. Umut olmayınca tedbirin pabucu pek çabuk dama atılırdı. Ayrıca şu çılgın rüyayı söylemek için de uygun bir zaman değildi kuşkusuz.

Tüm bu süre zarfında Corthus, gözlerini bataklığa dikmiş, kardeşi için yüzünü dönmeye tenezzül bile etmemişti. Rufus'a olan öfkesi muhtemelen bir ömür sürecekti. Bir süre sonra Flora, heyecandan nefesi kesilmiş halde koşarak çıkageldi. Alnını aşıp yüzüne düşen ak saçları, zümrüt yeşili gözlerine çökmüş endişeyi gölgeleyemiyordu. Kadının kurumuş damağını tırmanarak "Döndün..." diye çıkan çocuksu bir fısıltı Corthus'un gözlerini bataklıktan çıkarıp bir anda ona çevirdi.

Corthus, lafa ikinci kez girmesine müsaade etmeden, cüretkâr bir hamleyle Flora'nın dudaklarına yapıştı. Bu ahmakça hareket ile birlikte Gaius ve Rufus'un kara incileri göz aklarına hücum etmişti. Muhtemelen Flora, adamı bir kaşık suda boğacaktı. İnsaflı bir anına denk gelmiş olmalı ki Corthus'un suratına indirdiği okkalı bir tokatla yetindi. Arkasını dönüp birkaç adım attıktan sonra durdu Flora. "Sırtındaki yaralara pansuman yapmak lazım... Sıhhiye çadırına! Hemen!" diye talimat verdi Corthus'a ve ardından hışımla çekti gitti.

Gaius ve Rufus, pişmiş kelle gibi sırıtarak kafalarını olumsuz anlamda sallamıştı. Bir nevi Corthus'un bu şamarı hak ettiğini beyan ediyor gibiydiler. Buna rağmen tatlı tatlı gülümsüyordu Corthus. Haksız da değildi; Flora öfkeyle sırtını dönmeden önce adam, kadının kuytu gülümseyişini bir anlığına yakalamıştı çünkü.

###

"Ucuz kurtulmuşsunuz!" dedi şaşırmış bir edayla Rufus. Sıhhiye çadırının köşesinde, Flora'nın maharetli elleri Corthus'un sırtındaki yaraları pansuman etmekle meşgul iken Gaius, başlarına gelen acayiplikleri uzun uzadıya anlatmıştı. Lapsis hamamlarında keseleniyormuş gibi yüzüstü yatan Corthus'un keyfine diyecek yoktu; tüm bu rapor verme işlerini arkadaşına bırakmıştı. Üstelik Gaius'un dilinden dökülen her bir felaket Flora'yı biraz daha endişelendirmiş olacak, kadının kasılan parmakları, sonrasında yumuşacık bir nezakete bırakıyordu Corthus'un yaralarında kendini.

"Artemisia Kulelerinde size yetişemedik ama yine de uzun bir süre bizi beklemişsiniz." diye devam etti Gaius. Şaşkınlığını gizlemeyi ihmâl etmemişti bunu söylerken.

Rufus, "Aslında beklemedik..." dedi sakince. Adamın bunu umursamazca söyleyişi, Flora'nın tek tek her bir mimiğine mahcubiyet yelleri estirmişti. Corthus ve Gaius'un yokluğunda kadın, sayısız kez beklemeleri konusunda ısrar etse de komutanları Rufus, bunları kulak arkası etmişti hep.

Gözlerini Flora'nın dik bakışlarından kaçırıp "Gönderdiğim gözcüler geri dönmediği için kararsız kaldım." diyerek lafını tamamladı Rufus.

Nihayet sohbete dâhil olan Corthus, alelade bir şekilde "Arkalarından neden bir gölge göndermedin?" diye sordu kardeşine.

Altta kalmamak için bir süre bu tabiri düşündü Rufus. Ne var ki bunun ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu.

Cevabı Flora verdi. Hazır fırsatını bulmuşken Rufus'u aşağılamak istiyordu. Lejyonun hekim simyacısı olmasına rağmen bu tarz askeri taktikleri bildiği için kendisiyle gurur duymuştu. Kim bilir? Belki de Corthus'un gözüne girmeye çalışıyordu sadece. "Gözcüleri gizlice takip eden kişiye denir. Olur da başlarına bir şey gelirse gölge, olaya karışmadan geri dönüp durum raporu verir." dedi kitabî bir dille.

Flora'nın bu sinsi saldırısıyla iyice keyiflenen Corthus, son darbeyi vurdu. "Saray erkânının çanağını yalamayı bırakıp lejyona hizmet etmekle meşgul olsaydın ne olduğunu bildirdin, kardeşim" dedi. Sesini bir nebze olsun yükseltmemiş, yattığı yerden gerine gerine, keyifle söylemişti bunu.

Rufus için şifacısı ile bozuşmak söz konusu bile olamazdı lakin mevzu bahis, ağabeyi Corthus ise aynı şey söylenemezdi. "Ulu Kal Aşkına! Kartia donuyor, Meridan yanıyor; Saraykent'ten arta kalmış bir can varsa o da bahsettiğiniz şu kar hortumları ile çoktan silip süpürülmüştür. Kör müsünüz? Kısacık bir hat üzerinde sıkışıp kaldık. Kolay mı sanıyorsunuz?" diye söylendi Rufus. Göründüğü kadarıyla üzerindeki sorumluluk adama ağır gelmeye başlamıştı.

"Sadece bir haftalık erzakımız kaldı. Gönderdiğim adamlar her seferinde elleri boş döndü. Sen olsan ne yapardın ha! Nereye kadar bekleyebilirdin, söylesene!"

Tartışma hepten alevlenmek üzereyken dipten vuran şiddetli bir sarsıntı oluverdi. Belki uzun değildi ama işi gücü bıraktırıp dikkatleri üzerinde toplayacak kadar da kuvvetliydi. Ne olup bittiğini anlamak için dışarı çıktılar. Bataklığın kenarına birikmiş kalabalık can havliyle oradan uzaklaşırken önlerindeki manzara da keskinleşti. Bataklığın tamamı canlanmış gibi kıpraşıyordu. Işık tutmayan karanlık suların kenarındaki bataklık çiçekleri, püsküllü yaprakları tutan ağaçların kolları, rüzgâr varmış gibi bir o yana bir bu yana savurulurken sarmallar halinde yüzeye fırlamış devasa kökler gıcırdayarak kımıl kımıl oynaşıyordu.

Flora dehşet içinde "Vadi!" diye inledi. Diğer üçü gözlerini canlanmış bataklıktan güç bela alıp geriye çevirdi. Kapana kısılmışlardı! Vadinin ağzı, göğe doğru yükselen, sarmaşıklardan oluşan bir duvarla kapanmıştı.

Bataklığın ağzındaki gölet, fokur fokur kaynamaya henüz başlamıştı ki ikinci bir darbe geldi. Çığlıklar yükseliyordu insanlardan. Korku her birini fethetmişti. Sarsıntı tüm şiddeti ile devam ederken bataklık tarafındaki karanlık suların yatağından fırlayan sarmaşıklar, yumak halinde göğe uzandı. Bir bütün halinde toplanan bu sarmaşık, devasaydı. Herkese, her şeye yukarıdan bakıyordu. Sarsıntı sona erdiğinde, sarmaşığın ortasında, dikine bir oyuk aralandı ve oyuğun içinde de bir kadın belirdi.

Kadının üzerinde kıyafet namına sadece kadınlığı ile kıvrımlarını örten geniş taçlı yapraklar vardı. Saçları ve görünürde kalan teni ise çamurla kaplıydı kadının. Göz kapakları ile birlikte alnının tamamı kapkara ve isliydi lakin o karartının arasında ışıldayan gözleri, nazik rüzgârlarla salınan tazecik çayırlar gibi yemyeşildi.

Komutan Rufus, "Askerler! Sivil yurttaşları hemen uzaklaştırın!" diye emir vermiş olmasına rağmen, lejyonerlerden ikisi, arbaletlerini oyuktaki kadına nişanlayıp ansızın ateşlemişti. Gel gör ki peşi sıra bir ıslık sesiyle fırlayan oklar kadını çepeçevre sarmalayan sarmaşıkların tokadıyla öteye savruldu. Takibinde beş lejyoner daha saldırıya geçti. Ellerindeki kılıçları amaçsızca sallayıp naralar atarak kadına doğru koşuyorlardı. Sonucu tahmin etmek için âlim olmaya gerek yoktu. Bir ahtapotun kolları gibi salınan sarmaşıklar adamları bileklerinden yakalayıp gerisin geri başlangıç noktalarına fırlattı.

Bir süre daha başka bir saldırı gelip gelmeyeceğini bekleyen kadın, "Oyununuz bittiyse... Lideriniz öne çıksın." diye fısıldadı. Sesini yükseltmiş yahut bağırmış değildi ancak işitenler için kadının sesi bir adım önlerinden geliyormuş gibi kuvvetli ve netti. Sanki bataklıktaki hava kadının fısıltılarını taşıyor ve büyütüyordu.

Yardım dileyen bakışlar üzerinde toplanmış olmasına rağmen Rufus hiçbir hamle yapmadı. Hatta yüzünü kimseye değdirmeme gayretindeydi. Bacaklar usulca geriye adım atarken Corthus, öne çıktı. Adamın üstü çıplaktı ve sargılarından Flora'nın meşhur kara merhemi sızıyordu. Ciddiye alınacak bir tarafı yok gibiydi bu haliyle.

Kadın meraklanmış gibi bir edayla başını hafifçe omzuna doğru götürdü. Bu hamlesinin ardından devasa sarmaşık tekrar harekete geçti ve kadını Corthus'un on adım önüne bıraktı.

Kendini öne atmasına atmıştı ama ağzını açacak cesareti yoktu Corthus'un. Söz konusu sadece kendi hayatı olsaydı belki... Yutkunup çevresine baktı. Kapana kısılmışlardı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Alev alev yanan bir şehirde, dört duvar arasına sıkışan fareler bile acıyla ciyaklarken onlar suspus kalmıştı.

Corthus'a dikkatlice bakan kadın, bir adım daha yaklaştı. "Burası, saldırmadığına göre bizden bir şey istiyorsun... Ne istiyorsun büyücü? diye sorman gereken bölüm, öyle değil mi?" dedi. Kadının bu atağı Corthus'u olduğundan daha beter bir çıkmaza sokmuştu. Tüm ipler büyücünün elindeydi ve çaresiz hissediyordu. Kadını bataklıkta haklamaya çalışmak, taçsız bir krala unvan dilenmekten farksızdı. Görünüşe göre bataklık kadının ta kendisi olmuştu.

Bir adım daha Corthus'a yaklaştı kadın ve "Ti lena perdere oloi mas. Non habeat fiduciam ti lena. Episis to onoma mou est Hedara." diye fısıldadı.

Corthus "Anlamıyorum..." derken kadın bir adım daha yaklaştı. "Aranızdan biri anlıyor ama." diye fısıldadıktan sonra ekledi. "Işık hepimizi öldürüyor. Işığa güvenmeyin. Bu arada adım Hedara diye tercüme edebiliriz."

Bu defa bir adım atan Corthus idi. Bu işin sonu hayra alamet değildi ama yine de yaptı bunu. Gözünü karartmıştı artık. "Işığı bilmem... Şu anda gördüğüm tek tehdit sensin. Gözcülerimize ne yaptın?"

Hedara yılgınlıkla göz devirdi. "Tehdit ben miyim? Baki olan tek tehdit ışığın kendisidir. Neyse... Mesajımı alan aldı. Gözcülere gelecek olursak, bataklığıma karıştılar elbette. Toprağıma bir damla kan oldular. Dahası değil ne yazık ki."

"Öldürdün yani?"

Hedera gülümsedi. Bu sohbetten bir anlamda keyif alıyor gibiydi. Ayakları altındaki toprak yükselip kabaca bir sandalye şekli aldı. Aynı figür Corthus'un tam arkasında da şekillenmişti.

"Lütfen, otur!" diye buyurdu Hedara. Herhangi biri ile uzun zamandır münasebete girmediği hevesinden anlaşılıyordu.

Kadına eşlik etmek maksadıyla Corthus da oturdu. Elinden geldiği kadarıyla diplomatik olmaya çalışıyordu. Tek seçeneği buydu. Diplomasi, güçlülerin değil güçsüzlerin enstrümanı idi ne de olsa. Şu lanet büyücü her kim ise onları bir çırpıda öldürecek bir güce sahipti belli ki.

"Öldürmek konusuna gelirsek..." diye söz aldı Hedera. "Tanımadığın bir kimse, gece vakti yatak odana girerse hoş geldiniz diye mi karşılarsın?"

Corthus kendinden emin söze atıldı. "Bataklığın evin olduğunu bilmiyorlardı ama!"

"Bu durum, mutfağınıza dadanan hamam böcekleri için de geçerli, öyle değil mi?"

Corthus dudaklarını kemirmeye başladı. Ciddiyetini kaybetmek üzereydi. "Bataklığın girişine bir tabela koysan fena olmazmış!"

Hedera zarif bir hamleyle bacak bacak üzerine attı. Bunu yaptığı sırada toprakla şekillenmiş sandalyenin olmayan kolçakları oluvermiş, kadının dirseklerine dayanmıştı. "Kümesin kapısını bilerek açık bırakır mısın? Siz kendi evinizi tüketmiş olabilirsiniz ama ben evimi besliyorum."

Cevabını almıştı Corthus. Bataklıktaki fevkalade canlılığın kaynağı ne yazık ki belli olmuştu. Bu cevap onu hiddetlendiriyor, midesinde tiksindirici kasıntılara sebebiyet veriyordu. "Başka bir canla!"

Hedera'nın dudakları sempatiyle büküldü. Gülümseyişi karşısında oturan adama bir ders verme niyetindeydi. "Hep öyle değil midir?"

"Yeter artık!" diyerek fırladı Corthus. Gel gör ki ancak iki adım öteye gidebildi. Zira kıvamlı bir hal alan toprak, Corthus'u dizlerine kadar yutmuş, felç etmişti.

Tekrar ayağa kalkan Hedera, tüm topluluğa hitap edecek şekilde konuşmaya başladı. "Bataklıktan geçip yolunuza gitmenize izin verebilirim ancak günah değmemiş on iki kız çocuğu istiyorum." demesiyle birlikte bir uğultu yükseldi topluluktan. Karşı duran bir tınısı yoktu; isyankâr olduğu ise asla söylenemezdi. Korkuyla kasılmış bir vızıltı şeklindeydi bu uğultu. Soluktu... Acıydı... Birkaç saniyenin ardından Hedera, "Ya da..." diye kulak tırmalayıcı bir fısıltı ile hıçkırık gibi titreyen bu uğultuları kovaladı. "Aranızda saklanan büyücüyü bulup bana teslim edin. Evimde yalnızlığımı unutturacak ikinci bir fısıltı istiyorum. İki saatiniz var!"

Kalplerde terör estiren bu konuşmanın ardından Hedera, sarmaşıklara katılıp nasıl geldiyse aynı şekilde gözden kayboldu. Buna rağmen korkunç fısıltıları, işiten her bir kulakta insafsızca çınlamaya devam etmişti.

###

Topluluktan bir hayli uzakta, kolları açıklığa, karanlık gölete doğru uzanan bir ağacın gölgesinde toplantı halindeler idi. Komutan Rufus, başını elleri arasına almış, boynu bükük bir şekilde kara kara düşünüyordu. "Aramızda gizlenen şu büyücüyü bulabilir miyiz? Sessizliğini koruduğuna göre Hedera'ya katılmak gibi bir niyeti yok."

"Hedera'nın yalan söylemediği ne malum?" diyerek dikkatleri başka bir yöne çekti Flora. "Saraykent'te Narsia hepimizi oyuna getirmişti. Ya ortada bir büyücü yoksa?"

Flora bunları söylerken düşünceli bir şekilde uzaktaki huzursuz topluluğa bakıyordu Gaius. "Corthus, sen ne düşünüyorsun?" diye sordu. Geçmişte Corthus, lejyon büyücüleri ile uzun bir süre haşır neşir olmuştu sonuçta. Hiçbiri onun kadar iyi tanımıyordu büyücüleri. "Hesapçı ve öngörülemez insanlardır." diyerek söze girdi Corthus. "Hedera'nın bize iki seçenek verdiğini düşünüyorsunuz ama öyle değil... Esasında tek bir seçeneğimiz var!"

"Aptallarımız için biraz daha açıklayıcı olabilir misin?" dedi Rufus, Gaius'tan ödünç almış gibi bir dokundurmayla.

"Bakın..." diyerek göz ucuyla huzursuz topluğu işaret etti Corthus. "Bizden farkları yok. Büyücüyü arıyorlar. Genç Livius'un çırpınışlarını ta buradan seçebiliyorum. Lejyonerler, sivil yurttaşlara yüklenmeye başladı bile. Haklılar da; On Üçüncü Lejyon'da herkes birbirini tanır. Büyücünün siviller arasında gizlenmiş olması daha olası..."

"Yani?" diye sordu Gaius. En az Rufus kadar çaresiz hissediyordu kendini.

"Yani mi?" deyip gülmeye başladı Corthus. Sinirle boşalan gülüşleri söndüğünde, "Rufus haklısın! Çünkü ortada bir büyücü varsa sessizliğini koruyor. Flora sen de haklısın! Hedera yalan söylüyor olabilir. Konu da bu zaten! Hedera iki saat mühlet verdi. Bu kısacık sürede, aramızda bir büyücü varsa bile onu tespit etmemiz mümkün değil. Başından beri aslında tek bir seçeneğimiz vardı. Ve Hedera bu alengirli yolla o seçeneği sağlama aldı."

"Düşünüp adam akıllı bir plan yapmamızın önüne geçti yani." diye onayladı Gaius.

"Hedera tek bir lafla bizi parçaladı ve birazdan tüm kampa kargaşa hâkim olacak." dedi Rufus. Hemen ardından "Lanet olsun!" diye bağırdı. "Anlamıyorum! Hepimizi öldürebilirdi. Ulu Kal aşkına hala öldürebilir! Ne diye bizimle oynuyor? Neden masum çocukları istiyor?"

Göletin yüzeyini kaplayan rengârenk yapraklar, bataklık tarafından esen sert bir rüzgârla tersine doğru süpürülürken Flora, gizlice iç çekti. Kendinden tiksiniyordu ama korkusu, vicdanına tamamen egemen olmuştu. Ve ne yazık ki cevabı biliyordu. Çünkü yanıla yakıla aradıkları büyücü kendisiydi!

Hedera'nın bu isteği, baş tanrıça Fer tarafından yaratılan cismani kâinatın, yine onun eserleri olan benzeşim ve bedel yasalarına dayanması ile alakalıydı. İki metre çukur kazarsan iki metre tepecik elde ederdin aynı zamanda. Cismani kâinatta hiçbir şey yoktan var olamaz, varken de yok olamazdı. Sadece şekil değiştiriyordu. Flora'nın anladığı kadarıyla Hedera, evrenin anası sayılabilecek Fer'in yasalarından yola çıkarak bataklığına hayat veriyordu.

Gerçi Flora, Hedera'nın neden on üç değil de on iki kız çocuğu istediğini anlamamıştı. Arşın her bir efendisi için bir çocuk kurban edilmesi lazımdı. Doğum, zifiri karanlık bir rahimde gerçekleştiğine göre, ölüm de kör edici bir saflığa sahip olan ışıkla gelirdi. Bedel, dengeyi sağlamak üzerineydi. Günahsız on iki kız çocuğunun ölümü, bataklık için yaşam olacaktı.

Tüm bunlar aklından geçerken büyücünün lafını anımsadı. Kadın, Işığa güvenmeyin, ışık hepimizi öldürüyor demişti. Işık, büyücüler için hikmet demekti; Fer'in kâinat kurallarının bükülmesi, yani büyüydü. Büyüye güvenmemeleri gerektiği bir sır değildi. Arz'ın hali ortadaydı! O zaman Hedera neden böyle demişti ki? Işıktan söz ederken bir mefhumdan ziyade bir varlıktan söz ediyor gibiydi. Büyüyü değil de onu Arş'tan kaçırıp Arz'a getiren tanrı ya da tanrıçayı mı kastediyordu acaba? Flora, onun kim olduğunu bilmiyordu. İşin aslı hiçbir büyücü bilmiyordu. Belki... Hedera, büyünün Arş'tan indirildiği zamandan, yüzyıllardan öncesinden kalma, büyü hikmetine sahip olan ilk âlimlerden idi. Flora emin değildi ama başka bir açıklama da bulamıyordu.

Dalıp gittiği, korkusunun, vicdanını ağır bir şekilde ezdiği bu düşüncelerden onu Gaius'un sorusu çekip çıkardı. "Komutanım, emriniz nedir?" diye sorduğunda direnmekten çoktan vazgeçmişti Gaius. Hedera karşısında hiçbir şansları yoktu. Büyücü oldukça kesin konuşmuştu. Kapana kısılmışlardı ve kaçacak, onları bu hayattan kurtaracak hiçbir delik yoktu ortalıkta.

Rufus'un istemsizce kasılan dudaklarından "Hedera'ya istediğini vereceğiz." diye sönük bir fısıltı çıktı. Adam kararını açıklarken Gaius'un gözü, belki karşı çıkar umuduyla Corthus'u yoklamıştı ancak Corthus sükûnetini korumuştu. Gaius aptal değildi. Şüphesiz ki Corthus, lejyonun komutasını ele geçirmeye yarayacak değerli bir fırsat olarak görüyordu Rufus'un bu zalim ancak çaresiz kararını. Gaius kurtuluşlarının bir bedel gerektireceğinden emindi. Fakat bu bedelin bu kadar tez geleceğini ne yazık ki hesaba katmamıştı.

###

Sonraki saat, herkese beterin de bir beteri olduğunu hatırlatmıştı. Sıhhiye çadırını çepeçevre korumaya almış lejyonerleri aşmaya çalışan bir kadın acı acı çığlık atıyordu. Geçit vermez kalkanlara çarpıp yere yığıldığında dahi vazgeçmiyor, sinmiş, dağlanmış ciğerlerinden kopardığı muğlak nefesiyle kızının adını sayıklıyordu kadın. Bırakın diye yalvarıyordu. Bu feryat figan haykırışlara kulağını tıkamaya çalışsa da başaramamıştı Flora. Titreyen elleri, ne olup bittiğinin farkında olamayacak bir yaşta olan on birinci kız çocuğunu muayene ederken kurada çıkan on ikincisi de annesinin yakarışlarına katılmıştı. Her şey berbat, mide bulandırıcıydı. Ve tüm bunlar kendisinin suçuydu!

Yeni yetme bir lejyoner, arbaletleri ateşlenmeye, kılıçları savrulmaya hazır nöbetçi grubunu aşıp sıhhiye çadırının önünde dikilen Rufus, Corthus ve Gaius'un yanına geldi. Aslında üst devreleri tarafından gönderildiği aşikârdı bu çaylağın. "Komutanım... Şey..." diye beceriksiz bir başlangıç yaptı genç lejyoner. Gerçi laflarının tökezleyeceği belliydi. "Hıı... Bazı aileler kızları ile birlikte kal..." diye devam ederken "Hayır olmaz!" diye lafını kesti Rufus. Hiddetle titriyor, gözleri fıldır fıldır dönüyordu. "Şu yerin dibine giresice, yer yutasıca, Ulu Kal'ın cezası, lanet olasıca bataklıktan s*ktir olup gideceğiz ve arkada... Başka kimseyi bırakmayacağız! Anladın mı beni? Sana diyorum! Ne yapacaksanız yapın, gerekirse bayıltın aileleri! Arkamızda kimseyi bırakmayacağız!"

Genç lejyoner kıvrana kıvrana "Ama komutanım... Ailelerden üçü lejyondan..." demek gibi bir hata yapınca yakasında Rufus'un pençelerini buldu. "Sersem herif anlamıyor musun? Aileler, Arş'ın efendilerinden olsa dahi onları bırakmayacağız! Defol git şimdi!"

Çanağına vuran topuklarından, apış arasına sıkıştırdığı kuyruğundan, lejyonerin anladığı anlaşılıyordu. Keza sıhhiye çadırında tüm bu bağırış çağırışları duyan, on ikinci kız çocuğunun muayenesi için bekleyen Flora'nın da... Öylesine utanıyordu ki! Ateş basmıştı yüzüne. Gözyaşları, kıpkırmızı kesilen yanaklarından buhar olup uçuyordu adeta. Gözyaşlarını akıtmaya bile layık değildi kadın. Utancından muayene masasında iki büklüm olmuş, midesi kasılmış, her bir annenin acı feryadı bir düğüm şeklinde gırtlağına dolanmıştı. Yine de her şeye rağmen gerçeği, aradıkları büyücünün kendisi olduğunu söylemeyecekti Flora. Ölesiye korkuyordu çünkü. Korktuğu sadece Hedera değildi. Asıl, büyünün ta kendisinden korkuyordu. Eğer Hedera'ya teslim olursa, bataklığın yaşaması için yapmaya zorlanacağı şeylerden korkuyordu. Şu anda, belki, on üç kız çocuğunun kanı elinde olacaktı ama yarın... Daha fazlası olmayacak mıydı?

Tanrıça Ferlux'ın yüzüne bakmadığı, makûs talihine mahkûm kurada ismi çıkan on ikinci kız çocuğu gelmeden Corthus çadıra daldı. Bu beşinci dalışıydı. Her seferinde Flora'ya iyi olup olmadığını sormuş, istisnasız her bir sonraki girişinde kadını daha beter bulmuştu. "Bu sonuncu..." dedi Corthus. "Bir daha böyle bir şeyin olmasına izin vermeyeceğim. Sana söz veriyorum!"

Flora, boynu bükük, yere bakıyordu. Corthus'un bu sözleri sadece onu incitiyordu. "Ama buna verdin..." diye fısıldadı Flora. Kendisinin cesareti yoktu pekâlâ ama Corthus da karşı durmamıştı buna. Rufus bile tereddüt etmişken Corthus, sedasında hiçbir tereddüde mahal vermemişti. Flora'yı üzen asıl buydu. Ağzından çıkanlara kendi bile inanamıyordu ama her halükarda söylemişti. "Adam akıllı aramadınız bile şu lanet olasıca büyücüyü!"

Corthus iyiden iyiye afallamıştı. "Flora! Sen değil miydin Hedera'nın yalan söylüyor olabileceğine işaret eden?"

"Evet! Öyleydim... Öyleydim değil mi?"

"Eee? O zaman?"

Flora sımsıkı yumdu gözlerini. Oysa gözyaşları bir şekilde yolunu bulmuştu. "Çünkü... Haklı olmak vicdanımı rahatlatmıyor." dedi, titreyen fısıltılarıyla.

Bu vahim haline daha fazla dayanamayan Corthus, Flora'ya metanetle sarıldı. "Bugün kaybettik sevgili... Yarın kazanalım diye bugün kaybettik. Evet, şans yüzüme bakmamış olabilir fakat baş tanrıça anası, galiba bakıyor." dedi. Flora, kafası bir hayli karışmış şekilde baktığında Corthus, "Başka bir zaman sevgili..." diyerek lafı geçiştirdi. Devamında kendinden emin bir dille son kez konuştu. "Ama sana söz veriyorum! Seni, hepimizi kurtaracağım! Şu lanet olasıca Arz'dan da... Onu bu hale getiren büyücülerden de..."

Flora'nın zihninde kendisinin de dâhil olduğu lanetler yankılanırken Corthus sıhhiye çadırından çıkmış, peşi sıra Gaius, kucağında dokuz, on yaşlarında bir kız çocuğu ile içeriye girmişti. Baygındı kız çocuğu. Üstü başı yırtık, eli yüzü bere içinde kalmış idi. Annesinin kollarından çekip alınırken direnmiş, mücadele etmiş olmalıydı. Flora, muayene masasına yatırılan bu kıza ürkekçe baktı. Gözleri kıza değip değip kaçıyordu. Kendisinden iğreniyordu. Zira şu ufacık kız çocuğu kadar yüreği yoktu.

###

Komutan Rufus'un yaveri genç Livius ve beraberindeki on kişilik nöbetçi grubu ile arkada kalmıştı Flora. Nöbetçiler kız çocuklarını lejyon çadırlarından birine toplamıştı. Akli melekeleri henüz tam olarak gelişmemiş iki küçük kız çocuğu, büyüklerinin hüngür hüngür ağlamalarından, acı acı yardım dilenişlerinden kötü bir şeylerin geldiğini bir nevi sezmiş olacak, birbirlerine sarılmış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Çadırın girişinde, bu masum yalvarışların odağındaki Flora, kâse şeklinde, kubbe kapaklı, metal zincirlerle taşınan bir buhurdana simyasal, yeşil renkli bir sıvı döktü. Acı kiraz bitkisinden elde edilen bu sıvı, hekim simyacılar tarafından açık yaralı, ağır hastalara müdahale etmeden önce, onları uyuşturmak için kullanılırdı. Buhurdanın delikli kapağından sızan dumanlar da aynı işlevi görüyordu.

Ağzını burnunu bir mendille kapatan Flora, buhurdanı çadırın ağzındaki direğe astı. Kızların yakarışları, anne ve babalarının adlarını sayıklayışı bu simyasal dumanla çok geçmeden patır patır sönmüş, yerini ölüm sessizliğine bırakmıştı.

Flora'nın köşe bucak kaçacak yer ararmış gibi tez fakat acıyla kesik kesik yalpalayan adımları, on, on beş dakika önde yoluna devam eden topluluğu yakalamak için daha da hızlandı. Genç Livius ve diğer nöbetçiler ona yetişmeye çalışıyordu.

Kızılca yaprakların, karanlık suların gölgesinde kıpraşan gümüşi otların, ılık rüzgârların, ağır ağır çiselen yağmurun tüm o güzelliği, yeşil yapraklı ağaçların hayat dolu hışırtıları ve ayakları altındaki toprağın yağmurla gelen o nefis kokusu, Flora'nın midesini ölesiye bulandırıyordu. 

Continue Reading

You'll Also Like

154K 6.6K 14
"MARDİN'DE AŞK" Birbirlerine olan aşklarını ifade etmek için konuşmaya gerek yok . Belki de sessizlik, kalplerinin birbirine daha da yakınlaşmasına...
1K 71 16
Sihre inanır mısınız? Abrakadabra ne demektir? Kader nedir ve bizim için belirlenmiş bir kader mi vardır? Sizce herkes kendi istediği kaderi yarata...
743K 17.2K 56
"Madem çok ısrar ettiniz, o zaman artık bey diyebilirim." deyip gülümsedim, bandı yapıştırdıktan sonra yutkundu. "Boşver beyi." deyip dudaklarıma yap...
199K 13K 61
Kitap en baştan düzenleniyordur bu yüzden bölümlerde karışıklık olabilir. Bu yüzden düzenlenmeyen bölümlerin olunmaması önerilir !!! Dünya baştan koy...