IŞIK MÜRİDİ (TAMAMLANDI)

By BatuhanKadnah

3.4K 732 2.7K

Metal ayakları benek benek kabarmış, paslı bir ranzada yatan mahkûm, tavanın köşesini, iki taş duvarın kesişt... More

GİRİŞ
MAHKÛM
AV
GRİ EV
DAVETSİZ MİSAFİR
MEDCEZİR
KARANLIK
SERAPHOS BATAKLIĞI
DEVİNİM
ANATOLİA
BAŞKALDIRI (Birinci Kısım)
SİTHİS
BAŞKALDIRI (İkinci Kısım)
ŞAMAN BÜYÜCÜ
SOYSUZ BİR SOYLU
BEDEL
HİÇLİK
ANATOLİA BEYİ
ÇANLAR
ELVEDA
BUZ ve ATEŞ
YARIMADA
IŞIK (Birinci Kısım)
IŞIK (İkinci Kısım)
FİNAL

YAZ GÜNDÖNÜMÜ

909 183 466
By BatuhanKadnah

1

Gök kubbenin nuru olan gümüşi yıldızların coşkuyla, telaşla göz kırptığı bir oyun sahnelenmişti tüm gece. Athmir semalarını tümüyle coşturan bu gösterinin başrolünü, Arzın çok çok ötesinde ikamet eden bir yıldız kapmıştı. Öyle ya, destansı kariyerini büyük bir final ile bitirme niyetindeydi. Kâinat kendisini şükranlıkla alkışlarken geriye, kırmızı, sarı, yeşil, turuncu ve mor dâhil bütün renkleri barındıran, fokurdar halde bir bulutsu bırakacak şekilde göz alıcı bir parlaklıkla patlamış, sahneyi paylaştığı diğer yıldızları gölgede bırakmıştı. Belki bir kaçını yutmuştu hatta.

Gelgelelim yılın en kısa gecesiydi bu ve gözüne bir damla uyku girmemişti kadının. Uykularını kaçıran, ne yazık ki gök kubbenin bu şatafatlı gösterileri değildi. Yanı başındaki kocası, dört duvar arasındaki uykularına saklanırken kadın, önlerinde uzanan lanet olası koca bir günü zihninde tekrar tekrar canlandırmıştı. Aradığı, çıkar bir yol değildi işin aslı. Kızları için en doğrusunun bu olacağını bizzat kendinden biliyordu. Farkında değildi ama kendi gerçekliğinin ağırlığı altında ezilmemek için üzüntü ile başa çıkmada yine üzüntünün ta kendisinden faydalanıyordu.

Yataktan kalkıp sabahlığını üzerine geçirdiği gibi kızları Sura'nın odasına yürüdü. Kapı eşiğinden kızına baktı. Tan ağarırken pencereden içeri süzülen turunculuk Sura'nın yüzünü aydınlatmıştı. Gördüğü, on altı yaşına daha yeni adım atmış genç bir kızdan ziyade sekiz yaşında annesinin sevgisine ve korumasına her zamankinden daha muhtaç bir çocuktu.

Gece yarısı doğurmuştu onu kadın. On altı yıl önce, tam da bu geceydi doğum. Mars'ın mavi ışığı semaya taşmıştı adeta. Öyle sancılı ve işkence vericiydi ki hekimlere göre bedeni ikinci bir çocuğa katiyen müsaade etmeyecekti. Kadın biliyordu... Odadan içeriye adımını atarsa kızının yanına kıvrılacak, yüreğinin içine içine alacak şekilde ona sarılacak ve biricik kızlarını asla ama asla bırakmayacaktı.

Dalıp gittiği tüm bu keşmekeş duygulardan kadını koridordan gelen ayak sesi çekip çıkardı. Kocasıydı gelen. Çeki düzen vermeye çalıştı kendine. Boğazını temizledi, sabahlığının cebinden çıkardığı gümüşten bir toka yardımıyla küllü saçlarını toparladı. Kızın odasından koridora doğru yayılan gün ışığı adamın yüzündeki karanlığı ve umutsuzluğu daha da belirgin kılmıştı.

Karısının güvenli limanlarına demir attı adam. Lena'ya sımsıkı sarıldı. Beti bereketi kalmamış, kederli bakışlarını kızlarına değdirdi. "Uyanır uyanmaz soluğu Sura'nın yanında alacağını biliyordum" dedi sessizce. Kızlarının uyanmasını istemiyordu. "Sura'dan ayrı kalacağız Lena, üç yıl boyunca... İyi olup olmadığından bir haber üç koca yıl... Nasıl böyle güçlü durabiliyorsun?" dedi adam, darmadağınık hislerine gem vuramayarak.

Lena, kocasının yüzünü okşadı. Eli saçlarının arasına karışmışken dudağından öptü. Kocası Kalwyn'in harap haldeki sinirlerini elinden geldi kadarıyla yumuşatmaya çalıştı. "Sura için güçlü olmalıyız hayatım" dedi kararlı bir ses tonuyla. "Bugün, o an geldiğinde, eğer zayıf davranırsak kızımız muhakkak zafiyetimizi bize karşı kullanacaktır. Bir erkek olarak bu yolu anlamanın mümkün olmadığını biliyorum ama güven bana. Sura her ne olmak, her kim olmak istiyorsa bu süreç sonundaki hali, en iyisi olacak."

Kalwyn, ciğerlerinin her bir odacığını dolduran derin bir nefes alıp verdi. "Her şeye rağmen Sura'nın, evinde, Athmir'de olacağını bilmek bir nebze içimi rahatlatıyor" dedi.

Athea çifti, yorgun ve mahmur gözlerle sanki bir bebeğin uyuyuşunu izler gibi bir süre daha izledi kızları Sura'yı. Nihayetinde araflarını da yanlarına alarak ayrıldılar.

2

Tüm gece masanın başından kalkmamıştı gri rahibe. Arada bir belini sağa sola doğru gererek kalçalarındaki uyuşukluğu gidermek zorunda kalmış olması dâhil halinden tümüyle memnundu. Çalıştığı masanın üzeri karmakarışık bir haldeydi. Envaiçeşit yağ şişeleri, kırık dökük cam örnekleri ve farklı yoğunlukta alkol kapsülleri dört bir yana dağılmıştı. Burnunun direği ha kırıldı ha kırılacaktı. Lakin amber kokularının ziyafetini çekmeye meyleden bir damak tadı yoktu onda. Bilakis makine yağının çürük meyve kokteyline benzeyen kokusuna vurgundu.

Zaman algısı çökeli çok olmuştu gri rahibenin. Sithis'in doğmasına vakit var diye düşünüyor, mekanik simyacılık eserleri ile dolu kişisel kitaplığına göz atıyordu. Dikkati "Sithis'in Işınları ve Cam Yüzeyler" adlı yazma kitaba kesilmişken birden kafasına dank etti.

"Lanet olsun! Ayine geç kaldım!"

Sithis'in gün yüzü ufukta yeni bir günü vaat ederken, gri rahibe Agnis huzursuzca evinden fırladı. Athmir'in nizami şekilde döşenmiş parke taşlarını tepip nefes nefese Işık Tapınağı'nın merkez salonuna girdi. İlk defa bir ayine geç kalıyordu. Bütün gece çalışmak bir mazeret miydi? Hayır! Söz konusu, yılın en kıymetlisi olan yaz gündönümü ayini ise? Kesinlikle hayır!

Boşluk hissi uyandıracak siyahlıktaki mermer döşeli zeminde yankılanan sert adımlarına rağmen tanrıça Rhea'nın huzurunda hazır bulunan gri rahibelerden hiçbiri dönüp arkasına bakmamıştı. Başrahibe ise platform üzerindeki sunağın önünde ayine başlamak üzere son hazırlıklarını yapıyordu. Kahretsin! Baş rahibenin ayin sonrası kendisine iki çift lafı olacaktı, orası kesin...

Başrahibe, nard isimli, mavi yapraklı çiçeklerden oluşan buketi tanrıçaları Rhea'nın heykelinin bitişindeki sunağın üstünde yer alan, ağzı açık, ayaklı ve basitçe oyulmuş taş vazoya yerleştirdi. Arkasına sıralanmış on bir gri rahibenin eşliğinde ayini başlatmak üzereydi.

Doğudan yükselen Sithis'in ilk ışıklarının Athmir'e düşmesi ile aynı zamanda başlayacaktı ayin. Bununla birlikte Tanrıça Rhea'nın öğretilerine göre gün doğarken Işık Tapınağı, ışıktan mahrum olmalıydı. Zira asıl doğum, zifiri karanlık bir rahimde gerçekleşirdi. Tanrıçanın muazzam heykelinin yüzü gibi merkez salonun dışa açılan kapısı da batıya dönüktü ve kasvetli bu ortamda deyim yerindeyse göz gözü görmüyordu.

Birkaç saniye içinde Agnis, diğer on bir gri rahibenin arasındaki tek boş yeri doldurdu. Nihayetinde geç kalmıştı. Lanet olsun! Yaz gündönümü ayinine nasıl geç kalmayı becermişti? Kalbi kulaklarında atıyordu. Nefes alışverişini düzene sokmaya çalışıp bir yandan da göğsünü yaracak gibi atan kalbini dizginlemeye çabaladığı sırada başrahibinin dilinden dökülen sözcükler merkez salonun taş duvarlarında yankılanmaya başladı:

Hey... Işık getiren, ışığın sahibi, ta kendisi... Boşlukta dolanıyoruz, savruluyoruz köşelere. Gözlerimiz görmüyor yokluğunda, ellerimiz bilmiyor neyi kavradığını. Ortasındayız her şeyin ve hiçbir şeyin. Arıyoruz doğruyu ve yanlışı.

"Hep birlikte şahidiz!" diye yakardı gri rahibeler.

Doldu ise boşalt, boşaldıysa hikmetinle doldur zihinlerimizi. Kabulüz senden her gelene, bizden her gidene. Sakınma, çekinme doldurmaktan hiçliğimizi. Avuçlarımızı açık, iliklerimize kadar hazırız bilgeliğine.

"Hep birlikte şahidiz" diye yakardı gri rahibeler.

Dönüşür ne karanlık ışığa ne de ışık karanlığa. Gidip geliyor ya ruhlarımız arasında. Sona ermiyor değişmeye parçalar, bir yukarı bir aşağıya. Bu değiliz aslında ama varamayacağız yine de en nihayete, aslına.

"Hep birlikte şahidiz!" diye yakardı gri rahibeler.

Taş vazonun içerisindeki nard buketi önce içten içe çatırdayıp hafifçe tüttükten sonra birden alev almaya başladı. Turuncu ateş topu, ufukta milim milim yükseldikçe, mavi alevler de bir o kadar harlanıyordu. Küçücük çiçek buketinden yükselen devasa alevlerin gölgeleri, benekli taş duvarlarda kaygısızca dalgalanırken gri rahibeler, karalar bağlamış mermer zeminin hiçliğinde asılı kalmış gibiydi.

Sürüklenirken Arz boşluğa, bilinmez sonsuza. Bir olalım tek parça, yeniden. Ruhlarımızda yanan alev soğur da unutulursak yakmaktan çekinme bizi, yeniden.

"Hep birlikte şahidiz!" diye yakardı son defa gri rahibeler.

Yakarışlar sona erdiği gibi engin hiçliklere mahkûm mavi alevler, kaynağına doğru yavaş yavaş çekilmeye başladı. Topluluğa kapalı, Tanrıça Rhea'nın müritlerine özel yaz gündönümü ayini de böylelikle sona ermek üzereydi. Geriye son bir kör adım kalmıştı. Başrahibe, yüzünü diğerlerine dönüp ayini diğer gri rahibeler gibi 'hep birlikte şahidiz' diyerek onaylaması gerekiyordu. Bir nevi bu, ayinin sonlanmasının tesciliydi.

Ancak hiçbir şey yapmadı. Tek kelime etmeden, kımıldamadan sunağın önünde öylece durdu. Kadının arkasında, platformun aşağısında sıralanmış diğer on iki gri rahibe, bir süre birbirlerine bakındı. Çıt çıkarmadan bekliyorlardı. Sorun neydi?

Bir süre sonra, gri rahibelerden Aenor diğerlerine el hareketiyle arka tarafa doğru toplanmaları için işaret etti.

"Arkadaşlar, eminim geçici bir durumdur fakat başrahibe, son günlerde çok dalgın. Siz de fark ettiniz mi?"

Diğerleri, hayır anlamında başlarını salladı.

"Geçen gün özel olarak evime uğradı. Zihninin bulanık olduğunu söyledi. Dahası benden uyarıcı, dikkat toplayıcı ilaç istedi. İnanabiliyor musunuz?"

Diğerleri, evet anlamında başlarını salladı.

"Her neyse... Nihayetinde ayin tescillenmese bile sonlandı değil mi? Sonuçta başrahibe, tek kelime etmeden... Sadece duruyor." dedi sessizce.

Diğerleri, evet anlamında hızlıca başlarını salladı.

Sonuç itibarıyla tüm gri rahibeler hemfikir oldu ve Aenor'a destek çıkarak başrahibeyi yalnız bırakmak üzere merkez salondan ayrıldı. Biri hariç. Agnis ayrılmadı. Ayine geç kaldığı için suçluluk hissediyordu. Tanrıçalarına yaptığı saygısızlık cabasıydı.

Vicdanını rahatlatma gayesiyle başrahibeden gelecek okkalı bir azar arzuluyordu o anda. Diğerleri gibi ayrılamazdı. Kabahatinin yükü, omuzlarını aşıp tüm sinirlerine dokunmak üzere kalbine mıhlanmıştı bir kere.

Cesaretinden değil yılgın utancından gelen küçük bir adım attı. Bu, bir sonraki adımı doğurdu. Sonra bir adım daha... Onu ilkinden daha çekingen üçüncü bir adım takip etti. Sunağa doğru adım adım yaklaşırken başrahibe, elinden bir bez çıkarıp küle dönmüş nard buketinin üzerine serdi. Agnis, attığı tüm adımlara lanet etti. Ayağının altındaki cansız mermer gibi donakaldı. Gerçek şu ki başrahibenin lanet olasıca ayini sonlandırdığı, tescillediği falan yoktu!

Gri rahibe Agnis, ilkinden daha zor bir duruma düştü. Belli ki başrahibe, gizli saklı bir şekilde ayini devam ettiriyordu ve Agnis de buna istemeden şahit olmuştu. Dahası, o an itibarıyla merkez salondan çıkıp gitmek imkânsız bir hal almıştı.

Rhea'nın Cezası!

Başrahibe onu ya fark ederse? Ne diyecekti? Eğer şansı yaver giderse bir fırsat doğar ve merkez salondan ayrılırdı. Rhea aşkına! Nasıl bir fırsat olacaktı ki bu?

İpsiz sapsız kaçış planları kurgularken başrahibe bir şeyler fısıldamaya başladı. Agnis belli belirsiz duyuyordu. Merkez salonun akustiği kadının ağzından çıkanların anlaşılmasını zorlaştırıyordu.

"Hey rahminden ............ anası, kural koyucu. Fanilerin ...... şekil veren ..., kuralını ...... sen. ......... çiğneyenlerin nice hali. Unutmadım ben. Sen de unutma her şeyin ........., .......... koyucu. Fani kabuğundan ......... güç. ......... mani olasın. Verildiyse de ............... doğan kabuğundan ............"

İki elini sırtında kavuşturup yavaşça narin boynunu kütleten başrahibe, "Hep birlikte şahidiz." diyerek ayini bu sefer gerçekten sonlandırdı ve tescilledi. Kendisini gözetleyen gri rahibe içine çektiğini nefesi henüz iade etme fırsatı bulamamış iken başrahibe, "Agnis, yanıma gelebilirsin, çekinme hiç..." dedi. Kadının sırtı hala ötekine dönüktü. Agnis'in beyninden kaynar sular döküldü. Başından beridir orada olduğunu biliyor muydu yani?

Çekingen ve ufak adımlarla baş rahibenin yanına doğru yürümeye başladı. Olayın vahameti sebebiyle baldırları kasılmış, kolları bedeninde kilitlenmiş, zihninin koridorlarında avareler kol gezer olmuştu. Nasıl bir savunma yapacaktı? Yaz gündönümü ayinine geç kaldığı yetmezmiş gibi bir de gizlice (ya da öyle sanıyordu!) başrahibeyi gözetler duruma düşmüştü.

Berduş düşüncelere gebe, velveleyle kaçışan kelimeler, beynindeki harap dehlizleri aşıp bir türlü diline varamıyordu. Başrahibenin karşısında suspus durdu, içinden kendine bin bir lanet okuyarak. Diğer gri rahibeler gibi çekip gitmeliydi!

"Her şey yolunda kızım, merak etme..." dedi başrahibe pek alelade bir şekilde. Kadın, o kadar sakindi ki Agnis, şahit olduğu gerçekliği sorguladı. Ayini gizli saklı devam ettiren bizzat başrahibe değildi sanki! Kadın umursamıyordu. Ne tanrıçalarını... Ne de yakalandığını...

Athmir semalarına dolan aydınlık, merkez salonun dış kapısından usulca içeriye süzülmüştü. Başrahibenin zümrüt yeşili gözlerine bekçilik yapan o tombul iki şişlik ise bu mayhoş aydınlığa inat, tüm karanlığıyla hala yerli yerinde duruyordu. Agnis'in görebildiği, karanlığın ötesi bir hiçlikti.

"Hadi bakalım... İkimizin de biraz temiz hava almaya ihtiyacı var besbelli." dedi başrahibe, anaç bir tavırla Agnis'in koluna girip.

Gri rahibenin kalbini sıkıştıran o gerilim, başrahibenin sıcacık ve şefkatli dokunuşuyla ansızın dağılmaya başladı. Kadının efsunkâr bir cazibesi vardı. Doğru zamanda, doğru yerde kalbine temas ederdi.

Merkez salondan ayrıldıklarında Agnis daha iyi hissetmeye başladı. Tapınak avlusunun emektar ağaçlarında hoşbeş eden kuşların cıvıltıları bir melodi tutturmuş kulağına çalıyordu. Hele bir de sabahın teni okşayan billur tazeliği ile buluşmak, içinde bir yerlere gizlenen karanlığın o solgun gölgesini de korkutup kaçırmıştı.

İkili bir süre hiç konuşmadan, sessizce, küçük adımlarla tapınak avlusunda gezindi. Acaba zaman mı kazanmaya çalışıyor? diye içinden geçirdi Agnis. Hâlbuki başrahibenin o esnada tek gayesi, Sithis'in sabah vakitlerine özgü nazik dokunuşlarını tadabilmek idi. Hala fırsatı varken...

Başrahibe bir süre sonra aylaklık vaktinin dolduğuna kanaat getirerek Agnis'in koluna girip onu tapınak arazisine giriş yapılan tek kapının çevresindeki ağaçlığa götürdü. Aradığı mahremiyet idi. İlkinden çok uzun zaman sonra, bir kez daha...

"Kızım..." dedi başrahibe insana güven veren bir ifadeyle. "Tanrıçamızın nasıl doğduğunu bilirsin. İkinci doğandır o. Planda yoktur doğumu, aniden ve hesapsızdır. Avcı tanrı Brelas'ı da bilirsin. Baş tanrı Kal ve baş tanrıça Fer'den doğan ilk yücedir. Baba, Brelas'ın doğumuna o kadar sevinir ki içi içine sığmaz ve tanrıçamız Rhea, kabına sığamayan babasının kafasından fırlar. Böylece ikinci yüce olarak doğar. Ancak bu duruma baş tanrıça Fer içerlenmiştir. Doğumunda payının olmaması sebebiyle tanrıçamız Rhea'ya kin besler ve Brelas'ın ondan her anlamda üstün olduğunu savunur. Hal böyleyken tanrıçamız Rhea da baştanrıça Fer ile bir savaşa tutuşur."

"Hep birlikte şahidiz." diye fısıldadı gri rahibe. Yaratılışı ve sonrasını çok iyi biliyordu. Agnis, tanrıçasına sadık bir mürit idi.

"Seni çok uzun zamandır tanıyorum Agnis, benim de kendimce genç olduğum zamandan beri. Bazı şeyler unutulur kızım, ancak bazısı daima hatırlanmalıdır. Hatırlamaz isek aktaramayız. Aktaramaz isek maziye gömülür gider."

"Anlıyorum başrahibem. Ayine geç kaldım, hiçbir mazeretim yok. Lakin tanrıçamızı asla gücendirme niyetinde değildim." dedi Agnis, vakur bir ifadeyle.

Esasında başrahibenin neden bu konuları açtığını bilmiyordu. Zihnini talan eden malum bir soru vardı. Yine de sohbet esnasında nabzı normale dönmüştü. Belki de makul bir açıklaması vardı başrahibenin. Sormalıydı... Sormak zorundaydı...

"Başrahibem merakımı affedin lütfen ama sormak zorundayım. Ayini aslında bitirmediniz. Baştan sona tam olarak ne dediğinizi anlayamadım ancak seslendiğiniz kişinin tanrıçamız Rhea olmadığını kavrayacak kadar da duydum. Tüm bunlar ne anlama geliyor? Neden baştanrıça Fer'e dua ettiniz? Bana gerçeği söyleyebilir misiniz?"

"Merak affedilecek bir huy değildir kızım." dedi başrahibe, dudaklarına kondurduğu muzip bir tebessümle. Ancak devamını getirirken yüzü ciddileşti. "Ama istediğin gerçek, düşündüğün kadar kolay değil. Doğrulardan farklı olarak büyüleyici bir şeydir gerçek, bükülemez, kırılamaz ve tüm varlığı ile sabittir. Buna rağmen bu güzellik onu çok zor yapar. Titizlik ister, özenli olmak gerekir."

Kaşları çatılmıştı Agnis'in. Ne düşüneceğini, ne hissetmesi gerektiğini kestiremiyordu. Ahh... Çekip gitseydi keşke! Başrahibe onun akıl hocası gibiydi. Ve işte tam bu sebeple ihanete uğramış gibi hissediyordu. Tanrıçaları Rhea'ya olan ihanet, kendince hissettiğinin yanında daha hafif kalıyordu nedense. Alacağı ya da alamayacağı cevaptan hoşlanmayacağını hissederek yine de sordu. "Neden baştanrıça Fer'e dua ettiniz başrahibem? Işık Tapınağında neden ona dua ettiniz anlayamıyorum."

Gökyüzüne bakarak devam etti başrahibe. "Katır ne eşektir ne de attır değil mi? Ama nihayetinde her ikisinden de birazdır. Biz bilgi ve hakikat bulmak için tanrıçamız Rhea'ya sığındık. Onun müritleri olduk. Onun yolunu doğru belledik. Ya ortada başa çıkılması gereken bir gerçek varsa ve biz o gerçeğe ulaşmak için doğru bildiğimiz yoldan saparsak... Bu ışığa, gerçeğe ihanet etmek sayılmaz mı?"

Huzursuzca kollarını göğsünde birleştirdi Agnis. "Yani?" diye vurguladı.

"Üstesinden gelmeniz gereken sorun her ne ise, tanrıçamızın değil baştanrıça Fer'in kudretine bağlı. Lafı dolandırdığınız şey bu mu?" Agnis, içten içe başrahibenin bu dolambaçlı, afili laflarına sinir olmaya başlamıştı.

"Tam olarak öyle..." diye cevapladı başrahibe, yorgun ve kederli bir bakışla.

"Tahmin ediyorum bu sorunu her ne ise bana anlatmayacaksınız?"

"Yine doğru bildin..." diye onayladı başrahibe.

"Beni tapınağın bu uzak köşesine kadar getirdiğinize göre benden bir şey istiyor olmasınız. Yanılmıyorum değil mi?"

"Bakıyorum da çabuk öğreniyorsun kızım." diyerek muzipçe gülümsedi başrahibe. "Hepimiz nedenselliğin esiriyiz. Ayine geç kalmıştın. Ve suçluluk duygusunu üzerinden atmak için de beni bekledin. Gerçi beklediğinden fazlasını buldun da neyse... Ne şans ki benim de birine ihtiyacım var kızım. Merkez salonda kalan sadece sendin. Kısacası benim sana, senin de bana ihtiyacın vardı, farklı sebeplerden. Bu arada ayine geç kaldığın için tanrıçamıza saygısızlık yaptığını düşünüyorsan... Bu düşünceden vazgeç! Tanrıçamız böyle ufak hatalarla mı uğraşacak sanıyorsun?"

O gün ilk defa gülümsedi Agnis. "Artık tamamen eminim, başrahibem. Arkamı dönüp salonu terk etmeliydim." dedi.

Ta tapınağın girişinden bile duyulabilecek kıkırtılar yükseldi ikiliden.

Tepelerinde konuşlanmış güvercinler, kahkahaların darbesiyle tırnaklarını geçirmiş oldukları dalları teperek kaçışırken başrahibenin yarım ay şeklindeki dudakları da ciddileşerek tekrar düz bir çizgi halini aldı.

"Bir iyiliğe ihtiyacım var Agnis. Fakat şimdiden söylüyorum, olağandışı bir iyilik bu. Akşam ayinden sonra, bu yılki son boş yerimiz de doluyor. Onunla ilgilenmeni istiyorum. Malum nedenlerden ötürü gayet açık ki bunu fark ettirmeden yapman lazım."

"Gerçekten dediğiniz gibi alışılmadık bir rica oldu, başrahibem. Gri Ev için münasip mi sizce bu?"

"Biliyorum kızım ama gerekçelerim var, açıklaması güç nedenler ile birlikte..."

"Kimlerden peki bu kız çocuğu? Merakımı affedin rahibem." dedi Agnis. Bu kız çocuğu her kim ise daha şimdiden Agnis'in kafasında binlerce soru işareti oluşmasına neden olmuştu.

"Merak affedilecek bir huy değildir demiştim ya kızım." dedi başrahibe. Gözlerine yine aynı keder ve bitkinlik oturmuştu kadının. "Athealardan Sura, on altı Sithis döngüsünü tamamladı ve bugün tanrıçamız Rhea'nın himayesine giriyor."

Agnis sorma zahmetine girmedi. Cevabını alamayacağını pekâlâ biliyordu. "Bu arada unutmadan..." dedi başrahibe, "Diğerlerine de söyle, akşam topluluk ayini için kimseyi erkenden içeriye almasınlar. Mümkünse ayinden hemen önce girsinler."

"Pekâlâ, söylerim rahibem" dedi Agnis, akabinde "Müsaadenizle..."diyerek tapınağa yürümeye başladı. O sırada ağaca sırtını dayayıp gölgelikte tünemeye devam eden başrahibe, Agnis'e son defa seslendi.

"Eğer dışarıda bir işin varsa gündüzden halletmeni tavsiye ederim kızım. Öğleden sonra, bilemedin akşam hava dönecek. Fırtına geliyor... Gök gürültülerini şimdiden duyuyorum."

3

Arz devri daim eyleyip Athmir semaları, yüzünü Sithis'in gün yüzünden çevirmeye başladığı vakit, kadın da kendi suretine bakıyordu. Boy aynasından yansıyan, al yanaklı, kendinden şerbetlenmiş kırmızı dudaklı yüzü, odadaki ateşküreden daha parlak, kapı eşiğinden onu süzen adam için her şeyden daha sıcaktı.

Adam, büyülenmiş gözlerle, hırçınlaşmış kalbiyle, efsun değmiş kızıl saçlı bu güzelliğin seyrine dalmış, kadının aynı anda hem ön hem de arka suretini görebilmenin keyfini sürüyordu.

"Gitmek zorunda mısın, Gemma? Ayine gitmesen ne olur ki? Yaşlı bunak çok mu kızar?" diye söylenmeye başladı Westos.

Gri rahibe kıkırdarken bir yandan da başını hayır anlamında sallıyordu.

"Başrahibe var ya! Öldürür beni, öldürür! Zaten bir haller var kadında. Sabahki ayini bile usulüne göre bitiremedi kadın. Bizimkilerden biri, iyice bunadığını söylüyor."

Pirinç ayaklı, yaprak oymalı kızıl maun ağacından yapılma antika bir boy aynasının önünde duran kadına belinden sarılıp sokulan Westos, "Gitme işte! Sana doyamıyorum, bilmiyor musun?" diye yalvardı. Adam inat etmişti.

Belini saran eli tutup yüzünü adama döndü gri rahibe Gemma. Parmakları üzerinde bedenini yükselttikten sonra Westos'un dudaklarına yapıştı. Akabinde tatlı gülümsemesine tezat üzgün bir bakışla, "Tatlım, topluluk ayini bu... Tam kadro olmak gerekiyor. Sonra Konsey'de laf çıkacak hakkımızda. Bunu herkesten daha iyi biliyorsun. Bir de, şey... Bu akşam tapınağa bir kız çocuğu daha katılacak. Bu yılın son çaylağı... Başrahibe, böyle günlerde her zamankinden daha gergin oluyor."

Westos kıvranmaya devam ediyordu. Genç kadını gitmekten vaz caydıramamanın üzüntüsü ile "Of pekâlâ! Kim bu aramıza giren kız çocuğu? Onu söyle bari!" dedi, burun kıvırarak.

Gri rahibe Gemma, sınırlamaları gayet iyi biliyordu. Yine de kızın tapınak himayesine girmesine bir saat kadar kalmıştı. Ne olabilirdi ki? Birkaç saniyelik tereddüt, kızın adının ağzından çıkıvermesi ile son buldu.

"Sura..." dedi, "Kız çocuğunun adı Sura Athea."

İsim, zihninde gümbür gümbür yankılanırken Westos, gri rahibeye bir hışım sırtını döndü. Zira fal taşı gibi açılan gözleri kendini, yapmayı düşündüklerini ele verebilirdi.

Nasıl olur! Sura on dördüncü idi! Rhea aşkına! Öncekilerden biri... Ölmüş olmalı...

İşin aslı kızı da aileyi de çok iyi tanıyordu adam. Tanımaktan fazlası, neredeyse ailenin bir ferdi gibiydi. Işık Tapınağı ve Konsey arasındaki binlerce yıllık gerginlik sebebiyle Athealara yakınlığından bir kere bile bahsetmemişti ötekine. Sonuçta Lena Athea, bir Konsey üyesi, sevgilisi Gemma ise tapınak müridiydi. Asla bir araya gelmeyecek iki şey...

"Ben... Şey... Ayine gidiyorsun madem. Benim de... İşim var. İşimi halledeyim bari." diye gevelemeye başladı Westos. Sonrasında, Gemma'nın yanağına kocaman bir buse kondurup koşa koşa sevgilisinin evinden ayrıldı.

Yarımadanın geniş, yarım saate kalmaz inci gibi dizilmiş geceyuvarları ile aydınlanacak sokaklarını canla başla teperken tek bir cümle dönüp duruyordu aklında.

Ayine girmeden yetişmeliyim... Ayine girmeden yetişmeliyim...

Yol boyunca artık hangi tanrı ya da tanrıçanın adını sayıkladıysa şansı yaver gitmişti Westos'un. Tapınağın büyük avlusuna açılan devasa kapının önünde, huzursuz, yoğun bir kalabalık birikmiş, henüz kimse içeri alınmamıştı. Genellikle topluluk, ayinden bir yarım saat önce içeri alınırdı. Metal işlemeli, ahşap kapının önünde dikilen bir gri rahibe, "Başrahibenin emri! Lütfen anlayışlı olun. Sizleri ayin başlamadan hemen önce içeri alacağım. Daha önce mümkün değil, lütfen!" diye ciyaklıyordu.

Kalbi göğsünü sıkıştırırcasına güm güm atarken Westos, stresten buğulanmış gözlerle kalabalığı taradı. Lanet olsun! Herkes siyah pelerin giyiyordu. Bir, iki dakika tanıdık tanımadık birçok kız çocuğunu yokladıktan sonra onu gördü. Sura'nın alev rengi kehribar gözlerini... Annesi Lena ve babası Kalwyn'in yanında, ürkmüş bir vaziyette içeriye girmeyi bekliyordu.

Yarım dakika kadar nefesini rahatlatıp ailenin yanına gitti. Suratında ne bir heyecan ne de bir gerginlik vardı artık.

Aylak aylak yanlarına sokulan genç adamı, "West! Burada ne işin var? Tapınak işleriyle pek aran yok diye biliyordum." diyerek karşıladı Sura. Yüzündeki tatlı tebessüme alaycı bir şaşkınlık da katılmıştı.

Kız çocuğunun omzuna narince elini attı Westos. "Efendi Kalwyn, müsaadenizle Sura ile biraz konuşabilir miyim? Şey... Akşam tatlı cadalozumuzun doğum günü var ama. Ne yazık ki çok önemli bir işim çıktı ve katılamayacağım. Ehh... Kendimi de affettirmem lazım sonuçta. Sizden bir dakikalığına Sura'yı alsam? Uygun mudur?" diye sordu. Öyle bir rol kesmişti ki kendi bile inandı söylediklerine.

Kalwyn, sinmiş ciğerlerinden çekebildiği kadarıyla bir of çekti. Gem vurmakta zorlandığı duyguları, renk vermemeye çalıştığı yüzünde enteresan kasılmalara sebep oluyordu. İkinci iç çekişinden sonra yüzünü Lena'ya döndü. Kadının dalgın bakışları, çok öteye, sığ kıyılara vurmuş gibiydi. Belki de genç adamı fark etmemişti bile. Kim bilir?

Karısından umudu kesen Kalwyn, "Beş dakika! Yakınlarda olun..." dedi, itiraz kabul etmeyecek bir dille.

Westos'un kolunda, kalabalığın ötesine, bir ağacın gölgeliğine doğru sürüklenirken Sura, dönüp ailesine baktı. Tüm gün böyleydi ikisi de. Bir haltlar dönüyordu ama katiyen kestirememişti. Öyle ya, babasının gülümseme süsü verdiği bakışlarındaki keder ve annesinin kan çanağı içindeki gözleri başka bir şeyi, doğruların arkasına gizlenmiş bir gerçek olduğunu ele veriyordu.

Omuzlarına yerleşmiş elleri hissedince yüzünü Westos'a döndü tekrar. Genç adamın gözlerine tünemiş kanlı, kırmızı çatlaklar kendisine bakarken adeta kıpraşıyordu.

"West, ne demek işim çıktı! Doğum günüme gelmiyor olamazsın! Tüm arkadaşlarıma senden bahsediyorum. Beni rezil mi edeceksin?"

Genç adamın ağzı kurumuş, dilinin kepengi mühürlenmişti. Zira bu akşam Athea konutunda bir doğum günü kutlanmayacaktı.

"Suracım... Beni iyi dinle şimdi dedi!" dedi. Genç adamın öz önceki sakin ruh hali bir anda değişivermişti. Bu sırada, çevresine bakınıp davetsiz bir kulak var mı diye yoklamayı da ihmal etmemişti.

"Sana anlamsız gelecek, biliyorum. Ama her halükarda beni iyi dinle. Konuşacaklarımızı asla aklında çıkarma. Bunları doğrudan söylemem mümkün değil. Bazı... Şeyler var işte, açıklayamam. Şimdi söyle bana! Işık Tapınağı hakkında ne düşünüyorsun?"

Sura tümden afallamıştı. Dahası, omuzlarını kavramış genç adamın elleri, her saniye biraz daha sertleşiyor, ona yük bindiriyordu. "Ne saçmalıyorsun? Nereden çıktı şimdi bu? Beni korkutmaya başladın." dedi.

"Hayır... Hayır, asla korkma... Cevap ver Sura, lütfen düşün!"

Genç adamın omuzlarını acıtan ellerini bir köşeye fırlatan Sura, kollarıyla göğsü üzerinde bir kalkan oluşturdu. Eğer bu Westos değil de bir başkası olsaydı çoktan tiz bir çığlığı basmıştı.

"Tapınak işte ya! Ne bileyim! Hiçbir şey düşünmüyorum. Yapılışında bizim günahımız yok ama Arz'ın en çirkin tapınağı işte!"

"Sura... Hayır... Hayır... Boşver şimdi çirkinliğini! Beynimiz çok mu güzel görünüyor, sence?" diyerek kız çocuğuna elden geldiği kadarıyla yol göstermeye çabaladı Westos.

Sura yılgınlıkla gözlerini devirdi. "Hadi ama West! Kabuğun çirkinliğinin içinin güzelliğine engel olmadığını falan mı söylemeye çalışıyorsun? Rhea Aşına! Lafı dolandırma artık! Ne demeye çalışıyorsun?"

Ötede, kalabalığın arasından çıkan babası Kalwyn'in huzursuzca kendilerine baktığını görünce eli ayağı dolandı Westos'un. Acele etmeliydi. Vakit daralıyordu...

Yaz gündönümü, yılın en uzun günü bitmek üzereydi ve Sithis, bu yorucu mesaiyi tamamlayıp inzivaya çekilmeye üzere gözden kaybolurken şehri, karanlığa, gece tarafından yutulmasına terk ediyordu.

"Sura! Vakit yok... Vakit yok... Düşün! Bu şehir... bu tapınak... İnsanlar olmadan ne işe yarar? Bir anlamı kalır mıydı? Düşün!" diye tısladı Westos. Kafese kıstırılmış bir hayvan gibi debelenen zihnine kızınkini de ortak ediyordu sanki.

Kız çocuğu, şakaklarına üşüşmüş iki tutam saçı kulaklarının arasına sıkıştırdı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Bugün bir sorun vardı. Bugün kimse kendi gibi değildi. Ama Westos'a güveniyordu. Karşısındaki adam delirmiş gibi davransa da ona güveniyordu. Şu lanet şehirde onu anlayan bir tek o vardı çünkü. Düşündü... düşündü...

"Işık Tapınağı önemsiz..." diye fısıldadı kız çocuğu. "Kabuk, sadece içerisindekini korumak için var. Önemli olan onu, kabuğu yaşatan insanlar... Tapınağı düşünürsek önemli olan gri rahibeler..." diyerek zihninde aylaklık eden düşüncelere bir hiza vermeye çalıştı. Cevaba yaklaştığını düşünüyor olmalıydı ki  gölgelerin içinde kalmış,  kör bir ışık demetini andıran dişleri tebessümle aralanan dudaklarının arasından gururla ışıldamaya başladı.

Köşe başından kalabalığa doğru baktı Westos. Işık Tapınağı'nın sur kapısı önünde dikilmiş gri rahibenin yanında sevgilisi Gemma'yı gördü. Kadının kızıl saçları, siyah pelerinli, iplik iplik sisler arasında deniz feneri gibi parlıyordu.

"Vakit yok! Vakit yok!" diye çırpınmaya başladı Westos. "Haklısın Sura... Ama eksik, bir şeyler eksik... Işığa güvenme Sura! Sakın ışığa güvenme! Tapınak şehirden önce de buradaydı Sura! Şehirden önce de... Okudum! Her şeyi okudum. Doğru gelmiyor...  "

Kalabalığa hâkim olmaya çalışan gri rahibe, pes edip kale geçidi gibi yükselmiş kapıyı iki defa sertçe vurunca Westos, gözlerini yumup göğsünü davul gibi şişirecek kadar derin bir nefes aldı. Ardından kızın ellerini nezaketle kavradı. Gözlerine set çekmiş haleler, adeta dalgalanıyordu.

"Karanlığa çekildiğinde -ki hepimiz bir zaman, bir yerlerde illa ki çekiliriz- yolu kaybettiğinde kendini hatırla. Kendini bil..." diye fısıldadı genç adam. Dudaklarından çıkan son kelime henüz Sura'nın narin beyaz tenine varmamışken bir anda ona sarıldı. Ellerini kızın küllü sarı saçlarında gezdirip yanağından öptü. Genç adam aslında veda ediyordu. Derya deniz karışmış gözleri, arkasını dönüp uzaklaşırken kız çocuğunun alev rengi kehribar gözlerine son bir kez değemedi. Zira kendine engel olamayabilirdi artık.

Keşmekeş duygulara kapılmış halde ailesinin yanına vardı Sura. Anne ve babası Westos ile ne konuştuklarını sormadı. İlgilenmiyorlardı... Sonrasında Athealar ve önceki öfkeli hal ve tavırlarından uzaklaşmış diğer Yarımadalı soylular -birkaç Limanlı da- büyük avluyu aşarak nizami bir şekilde Işık Tapınağı'nın merkez salonuna girdi. Ardından, şehirdeki nüfuzlarına göre yolunca yordamınca ön saflardan merkez salonun girişine doğru yerlerini aldılar. Artık yaz gündönümü ayini için sessizce beklemekten başka bir şey kalmamıştı geriye.

Merkez salon olabildiğince karanlıktı. Karşılıklı iki köşede birer tane simyasal kullanılmış duvar meşalesi ile aydınlanıyordu. Dünyevi gözlerin ancak seçebileceği donuk bir aydınlıktı bu. Sunağın arkasında, yüzü girişe, başka bir ifadeyle batı yönüne doğru bakan tanrıça Rhea'nın devasa heykeli bulunuyordu. Hemen önünde de bir platform üzerinde sunak vardı. Tapınak, insan gözüne takılabilecek tüm detaylardan arındırılmıştı. Ne bir resim ne bir fresk ne de süslü objeler mevcuttu. Bu bariz gösterişsizliğe aykırı denebilecek iki detay göze çarpıyordu sadece. İlki elbette tanrıça Rhea'nın ince işçilikli heykeli, bir diğeri de salonun mermer kaplama zemini...

Küçüklüğünden beri, Sura'nın içini ürpertirdi bu tapınak. Işığın, ateşin, kehanetin ve bilginin tanrıçası Rhea ile bu loş, karanlık ve kabul etmek gerekirse çirkin tapınağı birbirleri ile bağdaştıramıyordu. Athmir'in koruyucusu tanrıçasına biat ediyordu lakin geri kalanı anlayamıyordu işte. Sekiz yaşlarındayken bir keresinde annesine sormuştu. Tapınak neden bu kadar karanlık ve ürkütücü? Ayinlerde korkuyorum ben demişti. Lena kısaca Karanlıkta ışık daha belirgindir diye cevaplamıştı, kızının yaşına başına bakmadan. Hala tam olarak kavramış değildi Sura, annesinin ne demek istediğini.

Topluluk sessizce bekleyişini sürdürürken başrahibe sunağın önüne gelerek kapüşonunu geriye doğru attı. Bunun üzerine geri kalan herkes de yüzlerini tamamen açıkta bırakacak şekilde kapüşonlarını indirdi. Sura'nın görebildiği kadarıyla başrahibe mavi yapraklı bir demet çiçeği sunağın üzerine bıraktı. Simyasala bulanmış bir bez parçasını demetin üzerine sermesiyle birden sunak alev almaya başladı. Uçlarına doğru dans edercesine dalgalanan, laciverte çalan kara bir alevdi bu.

On iki gri rahibe, bu melun alevler tanrıça Rhea'nın yüzüne doğru harlanırken devasa heykelin arkasından fırlayarak sunağın önüne doluştu. Yarısı kara yarısı da ak cüppe giymişti. Alevler yükseldi... Yükseldi...

"Arasındayız!" diye yakardı başrahibe. "Arasındayız!" diye kükredi topluluk.

Aklar ve karalar birbirlerine dolanıp döne döne dans etmeye başladı. Siyah mermer zeminde, hiçlikte süzülüyorlardı adeta.

"Arasındayız!" diye yakardı başrahibe. "Arasındayız!" diye kükredi topluluk.

Ak ve kara cüppeli gri rahibeler, fırıldak gibi dönüyor, eş zamanlı taklalar atıyordu. Elleri, kolları, bacakları bir diğerinin uzvuna dolanıyordu. Gece ve gündüz birbirini yokluyor gibiydi. Biri, bir diğerini yutmaya çalışıyordu sanki.

"Arasındayız!" diye yakardı başrahibe. "Arasındayız!" diye kükredi topluluk.

Gri rahibelerin efsunlu dansları sona erdiğinde başrahibe, başka bir simyasal bezi sunağın içine bıraktı. Alevler kademe kademe içine doğru soğurularak küçüldü ve en sonunda da yok oldu. Sonrasında önünü topluluğa doğru döndü ve kapüşonunu tekrar başına geçirdi. Topluluk da ona eşlik etti.

"Hep birlikte şahidiz" diye fısıldadı başrahibe ve ayini sonlandırıp tescilledi. Kadının ince fısıltısı, merkez salonun duvarlarında göle atılan bir taş gibi sekmişti.

Yarımadalı topluluk sakin ve küçük adımlarla merkez salonu terk ederken Athealar sunağın önünde öylece beklediler. Sura, annesi Lena'nın başrahibe ile görüşeceğini düşündü. Zira Konsey konsularlığı dönemlerinde bunu sıklıkla yaptığını biliyordu. Yine de garip gelmişti. Annesi bu yıl konsular seçilmemişti çünkü.

"Anne... baba?" dedi Sura endişeli bir tavırla. "Neden hala bekliyoruz?"

Ses yoktu... Cevap gelmedi. Her ikisi de, gözleri boşluğa dikilmiş tek kelime etmeden duruyorlardı. Sura korkmaya başladı. Babasının yüzünde bugün sıklıkla şahit olduğu o keder vardı. Annesi ise bembeyaz kesilmiş, kaşları çatılmış, sanki bir deliğe tıkılmış gibi kaskatı bir vaziyette kıpırdamadan öylece duruyordu. "Neler oluyor anne? Anne lütfen cevap ver... Anne!" diye haykırdı. Dudaklarından dökülen her bir kelimenin şiddeti peyderpey yükselmişti.

O esnada sağ taraftan iki rahibenin kara mermer üzerinde sanki boşlukta süzülüyormuşçasına yumuşak adımlarla yanlarına doğru yürüdüklerini gördü. Derken arkalarından merkez salonun yüksek metal kapısı GÜM! diye kapandı. Sura'nın yüreği ağzına gelmişti. Titreyen omuzlarını kapıya doğru çevirdi. Ortalama bir kadına kıyasla son derece uzun ve kalıplı bir gri rahibe, merkez salonun karanlığında onları süzüyordu.

"Bizimle geliyorsun!" dedi gri rahibelerden biri.

"Zorluk çıkarma!" dedi öteki.

Binlerce dikenin ucu Sura'nın boynundan aşağı batar gibi olmuş, göz bebekleri neredeyse akını yutacak kadar büyümüştü. Kelimeler ağzından dökülecek kadar güç bulduğunda "Baba? Baba hayır... Baba hayır!" diye yalvarmaya başladı. Sadece diliyle değil, zangır zangır titreyen başından, yuvarlarından fırlamaya hazır dehşete bulanmış gözleriyle de yalvarıyordu.

"Ne diyor bunlar? Neler oluyor! Bizimle geliyorsun da ne demek!"

Merkez salonun taş duvarları kız çocuğunun tiz çığlıklarını emiyor gibiydi. Öyle ki dalga halinde yayılan yakarışlarını bir kaç saniye sonra sağır edici bir sessizlik karşılıyordu. Ne annesi Lena ne de babası Kalwyn ağzını açıp konuştu. Sura'nın tek görebildiği var gibi görünen ama aslında burada olmayan annesi ve babasıydı. Hayal mı görüyordu, tüm bunlar rüya mıydı? Eğer öyleyse hemen uyanmak istiyordu bu kâbustan.

Avazı çıktığı kadar "Lanet olsun! Ne diyor bunlar anne! Nereye götürecekler beni! Nasıl izin verirsiniz! Rhea Aşkına! Neler oluyor konuşsanıza!" diye bağırdı. Sesi çatallaşıyordu. Gırtlağı alev almış yanıyordu. Gözyaşlarına boğuldu. Ne kadar bağırırsa bağırsın kimse onu dinlemiyordu; kimse onu duymuyordu bile.

Rahibelerden biri "Yeter artık!" diye tısladı.

"Tanrıçamıza saygısızlık ediyorsun!" diye ciyakladı öteki.

İki gri rahibe aynı anda kollarından tutarak sürüklemeye başladı kız çocuğunu. Kalwyn'in gözleri tamamen kapalıydı. Zihnini başka yerlere hapsetmişti. Dudakları hiddetle seğiren Lena ise tırnaklarını avuç içine saplamıştı. Kanıyordu... Kadın, gri rahibeler kızına dokunduğundan beri tek bir kez bile gözlerini kırpmamış, Sura'ya kilitlenmişti. Bedeni, tepelerindeki tanrıça Rhea heykeli kadar kaskatı ve soğuktu. Çıkışa doğru sürüklenirken Sura'nın annesi ve babasında görebildiği tek şey acizlikleri ve kederleriydi.

Çaresiz, başı önde, her iki kolunda da birer gri rahibe eşliğinde tapınağın arka kısmına çıktılarında kayalıklara çarparak fokurdayan dalga seslerini duydu. Demek ki onu Athmir'den götüreceklerdi. Ancak kafasını kaldırdığında varlığından bihaber olduğu bir binayla karşılaştı. Bunca zamandır Işık Tapınağının arka bahçesinde böyle bir ev mi vardı? Nasıl bilmezlerdi? Bir kere bile bahsi nasıl geçmezdi? Korkunç görünüyordu ev. Yarımada evleri gibi taştan değil ahşaptandı.

Bu metruk görünümlü eve sürüklendi Sura. Evin içi, nasıl mümkün olabiliyorsa dışarıdan daha karanlıktı. Gri rahibelerden biri, "Gemma... Bundan sonrasını sen hallediver, olur mu ?" dedi.

"Hıı hıı..." diye onayladı öteki, kendine Gemma denen.

Gri rahibe, kız çocuğunu evin bir üst katına çıkardı. Uzun ve loş bir koridora varmışlardı. Alevin yoğunluğunu önleyen bir tür simyasal kullanılmış duvar meşalesi ile aydınlanan bu koridor, giriş katından da karanlıktı. Bunların aydınlıkla ilgili bir sorunları vardı herhalde.

Kızıl saçlı, kendine Gemma denen gri rahibe, Sura'nın kolunu serbest bıraktı. Ne kızın yüzüne ne de koridorlara açılan kapılara bakıyordu. Parmağıyla en yakındaki kapıyı işaret ederek başladı.

"Bu yatakhanede iki yıl önce, ortadaki yatakhanede geçen sene, ötedeki yatakhanede de bu yıl katılanlar var." dedi ve hiçbir şey yapmadan durmaya başladı.

Demek yalnız değilim diye aklından geçirdi kız çocuğu. Tüm bunlar nasıl olabilirdi? Kim bu katılanlar? Kendisi gibi miydi? Kendisi neydi ki? Sura kadının yüzüne bakıyordu ancak kadından herhangi bir tepki gelmiyordu. Kafasında yankılanan binlerce soru vardı ama nafile, şu an elinden gelecek hiçbir şey yoktu. Sorgu sual etmeden koridorun sonundaki yatakhaneye yöneldi.

Kapıya vardığında tekrar kadına baktı. Fakat gri rahibe çoktan gitmişti. Odaya girip girmediğine bile bakmadan çekip gitmişti. Bir an kaçmak istedi Sura. Kaçabilir miydi? Ama annesi ve babasının o çaresiz halleri aklına geldi. Sanırım bu durum her ne ise kimse kaçamazdı.

Elini ürkekçe yatakhane kapısının kulpuna götürdü. Tenini ısıracak kadar soğuktu. Beynine hücum eden kan, uzuvlarının tamamını hislerden yoksun bırakırken kulpu çevirip kapıyı içe doğru ittirdi. Eğer ki burnuna, tahtaları esmerleşmiş, ahşabı çürümüş yatakların o ekşi kokusu üşüşmeseydi kapının hiçliğe, boşluğa açıldığını düşünecekti.

Yatakların gıcırdamasını, kapı eşiğine, kendine doğru ilerleyen karaltıların ürkek adımları takip etti. Siluetler, yaklaştıkça et kemiğe bürünüyordu. Aralarından biri, "Sura? Sura... Rhea aşkına! Sen... Sen de mi?" dedi, afallamış bir ses tonuyla. Sedasına sevinç de katılmıştı.

Karanlık silüet, kapı eşiğinde tanıdık bir yüze kavuşup sımsıkı Sura'ya sarıldı. Caithlin idi o. Doğum gününe çağırmaya bile zahmet etmediği arkadaşı Caithlin idi sarılan. Ağlıyordu kız. Üzüntüden mi sevinçten mi belli değildi ama.

Yatakhane girişinde dikilen on üç kız çocuğu, Yarımadanın hemen ucunda, dipsiz bir karanlığın koynunda, körfezden esen hırçın rüzgârların tokat gibi çarptığı bir evde, iki adım ötede sayılabilecek yuvalarından ayrı düştükleri ketum bir geleceği kucaklıyordu.

Beğenip yorumlamayı unutmayalım arkadaşlar. Eğer okurken keyif aldıysanız destek olmak amacıyla arkadaşlarınıza da tavsiye edebilirsiniz.

%İsimlerin Söylenişi%

Sura - Sùra
Lena - Lëna
Kalwyn - Kælvìn
Agnis - Ægniz
Lithia - Litya
Westos - Westòz
Gemma - Gēma
Caithlin - Kæytlýn

Continue Reading

You'll Also Like

Sad Waltz By Haneul

General Fiction

12K 908 23
"Fırçamın ucundaki yağlı boyanın teninde kaymasını istiyorum, seni istiyorum." • 520. Not: +18, yetişkin içerik içerir.
2K 186 37
Ahsen, babasının ihanetinden sonra terk etmek zorunda kaldığı Artvin'e seneler sonra tekrar dönmek zorunda kaldığında başına geleceklerden habersizdi...
4.4K 341 12
"Beni altınlarla, gümüşlerle süslediler; ona sunmak için. Güzelliğimle alt edeceğime inananlar, en büyük hatayı yapmışlardı. Kartal Cihanbeyli'yi anc...
2.5M 104K 27
Psikiyatrist, karanlık kadar çekici ve zeki bir adam... Şizofren, öldürücü güzellikte bir kadın... Her şey çok normaldi ta ki kadının aslında şizofre...