Özel 'Asi'stan

theokuryazar tarafından

2.3M 74.7K 6.8K

Hırslı bir iş adamı. Ve onun asi küçük 'asi'stanı. Hazel ve Yiğit'in hikayesi. Asi mi asi ama bir o kadar da... Daha Fazla

Tanıtım
|1|•Belalı Kahve
|2|•İş Yemeği
|3|•Resmiyet
|4|•Geleneksel Anneler Eziyeti
|5|•Buluşma
|6|•Ağır Sözler
|7|•Yeni Bir Başlangıç
|8|•Yeni Asistan
|9|•Hayal Kırıklığı
|10|•Yeni Ortak
|11|•Karışık Durumlar
|12|•Belirsizlikler
|13|•Hastalık
|14|•Yeniden
|15|•Sevgilim Ol
|16|•Sahte Sevgililik
|17|•Acı
|18|•Gitmek
|19|•Anılar
|20|• Bulunmak Ya Da Bulunmamak
|21|•Unutamamak
|22|• Kayboluş
|23|•Benimle Gel
|24|• Gerçekler
|25|• Sevmek
|26|• Korku
|27|•Kaçış
Çok Önemli Bir Duyuru
Özlem Dolu Bir Not
|28|• Dönüş
|29|• İhtimal
|30|•Savaş
|31|•Acının Ayak İzleri
|33|•Vicdan
|34|• İyileşmek
|35|• Sevilmemelerin Meşru Müdafaası
FİNAL

|32|•Yiten Bir Sabahın Ardında

28.3K 844 32
theokuryazar tarafından

Sabahın ilk ışıkları, perdede bulduğu küçük bir aralığı doldurarak tüm kızıllığı ile karanlık odayı dolduruyordu.

Esmekte olan sert rüzgara karşın boyun eğmek istemeyen dalların hoyrat hareketleri, duvarda gölgeler bırakırken uykusuzluktan yanan gözlerimi yavaşça yumdum.

Düşünceler beni bir saniye bile bırakmazken yatakta yan dönerek, pencereden sabahın ilk ışıklarında oynaşan dallara baktım.

Uyanmakta olan doğa, her yeri beyaza boyayan kar, soğuğa rağmen yaşamın olduğunu belli eden kuş cıvıltıları, rüzgarın hoyrat bağırışı... Her şeye rağmen hayat devam ediyor diyorken benim içimde zaman durmuştu sanki.

Kapana kısılmıştık, tam anlamıyla.

Bitmek tükenmek bilmeyen kelimelerin beynimi ele geçirmesine mani olamıyordum. Zihnimin içinde kazanamadığım bir savaş veriyordum.

Kulvarlarımda gezinen her şey binbir parçaya bölünürek zihnimin tabanında katran karası bir gölet oluşturmuş, o gölet bir bataklık gibi beni içine çekip esir almıştı.

Bırakmıyordu.

Uykusuzluk gözyaşı gibi gözlerimden akıyordu lakin zihnim dinç bir şekilde ayakta duruyor ve nefes almama izin vermiyordu.

Her biri, binlercesine katılan düşünce yumakları arasında şeytanlarımla savaşıyordum. Ve hiçbirini yenemiyordum. Kendi yarattığım şeytanları nasıl yenebilirdim ki?

Zihnimin odacıklarında binlerce ses yankılanıyordu. Binlerce kelime, aynı anda algı süzgecimden geçmeye çalışıyor ve ben bu sesleri anlamdırmaya çalışırken yoruluyor, binlerce sesin içinde kendi kaybolmuş sesimi bulup bağırmak, bu işkenceyi durdurmak istiyordum.

Maske takmış binlerce şeytan kafamın içinde kol geziyordu. Bir yerden annemin sesi geliyordu. 'Dikkat et kzım, akşam geç kalma.' diyordu. Başka bir yerden Murat sesleniyordu bana. 'Bu dosyayı kayda geçirdin mi Hazel?' diye soruyordu. Başka bir yerden Arzu'nun sesini duyuyordum, 'yemeğe gidelim mi Hazel?' diyordu.

Birini, binlercesine katan bu sesler susmak bilmiyordu.
Saat sabahın körüydü, ben deliriyordum, öyle sanıyordum.

Yerimde rahatsızca kıpırdandım. Gözyaşlarım yanaklarımı boyarken aklımdaki tüm sesleri susturmak için bir şarkı mırıldanmaya başladım.

Sesler yükseldi.

"Sana dikkat et demiştim kızım."
"Yiğit için kendini harap etme dedim sana Hazel."
"Yiğit Bey, yerine başka bir asistan aldı Hazel."

Sesler yükseliyor, yaptığım hataları bir bir yüzüme vuruyordu.
Mırıldanmaya devam ediyordum. Gözyaşlarım sicim gibi akıyordu. Sesler desibelini yükseltirken gözlerimi sıkıca yumdum. Daha güçlü mırıldandım. Ellerim kulaklarımı buldu. Kulaklarımı koparıp atmak istiyordum. Zihnimin içinde susmak bilmeyen şeytanlarımı öldürmek istiyordum.

Yatakta doğruldum. Hıçkırıklarım nefes almama engel oluyor, boğulacakmış gibi oluyordum. Buna rağmen hâlâ şarkıyı mırıldanıyor, sanki mümkünmüş gibi sesimi daha da yükseltmeye çalışıyordum.

"Hazel, sana söylemiştim. Neden dikkat etmedin kendine kızım?"
"İş yerimizle anlaşma yapmak isteyen Yiğit'miş, Hazel."
"Şok şok şok! Başarılı Holding sahibi Yiğit Baturalp evleniyor mu?"
"Hazel, sana demiştim ya, yeni bir asistan işe alındı diye, meğer o Yiğit Bey'in nişanlısıymış. İnanamıyorum!"

Aklımı kaçırmıştım. Kendi yarattığım şeytanların elinde can vermek üzereydim.
Bağırıyor, seslerin susması için yalvarıyordum. Her yeni göz yaşı çene çizgime doğru yol alırken kararan bakışlarımı sabit tutmaya çalışıyor, yitip giden zihnimin ipini tutmak için çabalıyordum.

"Yeter!" diye mırıldandım. Lakin sesim öyle kısıktı ki duyamadım. Derinden, çok derinden gelen bu ıstırap dolu ton kulaklarımda derin kesikler bırakarak kayboldu.

Şeytanlarım susmadı. Her biri ayrı ayrı maskeler takmış bu şeytanlar bana bakıp sırıtıyor, ellerindeki bıçakları, yüzlerindeki sinsi ve hoyrat gülüşle bileyip zihnimin duvarına sinmiş bana doğru geliyorlardı.

"Yeter artık!" diye bağırmayı denedim bir kez daha. Gözlerimi sıkıca yummuş kesik nefeslerimin arasında soluklanmaya çabalıyordum.

Şeytanlarım bana yaklaşıyordu. Kafatasımın içindeki organda olağandışı bir savaş yaşanıyordu. Birini, binlercesine katmış Şeytanlarım üzerime üzerime geliyor, ellerindeki bıçakları bana gösterip sırıtıyordu.

En acısı da bu şeytanların tanıdık olmasıydı. Kimisi annemin suretindeydi. Yüzünde hüzünlü, ağlak bir ifade taşıyor lakin elindeki bıçağa baktıkça o ifadesi dağılıp düşman kesiliyordu. Kimisi Murat'ın suretinde yüzündeki acımasız düşle bıcağı bana kaldırıyor sonra kahkaha atarak geriye yalpalıyordu. Kimisi Arzu'ydu. Kimisi Lale oluyordu. Kimisi Umut'tu, alaycı bir ifade ile beni izliyordu.

Sonra onu gördüm. Elinde diğerleri gibi bir bıçak taşıyor, en arkada durmuş yüzündeki anlaşılmaz ifade ile beni izliyordu. Duruyordu.

"Yiğit?" diye seslendim ona. "Yiğit, kurtar beni." sindiğim duvardan ellerimi kaldırıp ona uzattım. Ellerim kapkara, yara bere içindeydi. Yer yer çatlayan dudaklarımı ıslattım bir kez.
Şeytanlarım üstüme doğru ilerlerken sesler susmuyor, kahkahalar kafamın içinde yankılanıyordu. Ben hâlâ elimi ona uzatıyor, beni kurtarması için yalvarıyordum.

Sonra Yiğit, şeytan kalabalığın yarıp bana ilerledi. Göz yaşlarım görüşümü bulanıklaştırırken muhtaçça elimi ona uzattım. Tam önümde durdu. Kollarımı bacaklarına sardım. Yüzümü dizlerine gömdüm. Şeytan kalabalığı susmuştu.

Yiğit, ellerini enseme attı. Ensemdeki saçlarım terden sırılsıklamdı..
"Yiğit." dedim yorgunca. Ne var ki o, elindeki bıçağı sırtıma sapladı.

"Hayır!" kalbim göğsümü delice döverken belimi yasladığım yatak başlığından ivedi bir şekilde ayrıldım.
"hayır, hayır, hayır!" deli gibi ağlıyor, bağırıyordum. Nefeslerim boğazımda tökezliyor, boğulacakmış gibi oluyordum.

Odanın ışığı yandı. Işık, ağlamaktan kızarmış gözlerimde elektriksel tınılar bırakırken hızlı hızlı soluyordum. Ellerim, istemsiz bir şekilde kollarımı bulmuş, beni korumak istermiş gibi sıkıca göğüs kafesimde çaprazlanmıştı.

"Hazel?" dedi tanıdık ses. İçimde kıyametler kopuyor, biri sanki kalbimle top oynuyordu..

Yanıma geldi. Elleri çenemi buldu. Yatağın beyaz çarşafında panik bir şekilde dolanan bakışlarımı zorlukla ona çevirdim. Endişe dolu bakışları yüzümü incelerken bir kez daha adımı seslendi. Çenemi serbest bırakan elleri bana uzandı.

Zihnimde canlanan bıçaklı eli, sırtımı bir kez daha delerken, ensemden tüm omurgama yayılan ürperti ile ondan hızlıca uzaklaştım.

"Yaklaşma bana! Uzak dur benden!" bana uzanmak için uzattığı elleri havada asılı kalırken şaşkın bakışları yüzümü turluyordu.

"Hazel? Ne oldu?" şaşkınlık sesini ele geçirirken yatakta sanki mümkünmüş gibi ondan daha uzağa kaçmaya çalışıyordum. Zihnimde defalarca sırtıma bıçakları geçiriyor, aklımı yitirmiş gibi hissediyordum. Nefeslerim içimde yumak olup büyüyor, göğüs kafesimi sıkıştırıyordu.

"Hazel?" dedi bir kez daha. "Ne oldu güzelim, kabus mu gördün?"

Lakin durulmuyordum. Aklım beni terk etmiş, kapkaranlık bir zindanın ortasında öylece bırakmıştı. Gerçeklik ile düşsellik arasındaki sınırı koyamıyordum. Karşımda duran Yiğit, gerçek olan Yiğit miydi yoksa elindeki bıçağı zihnimin koridorlarında defalarca sırtıma geçiren o sinsi şeytan mıydı, bilmiyordum.

Nefeslerim uslanmak bilmiyordu. İçimden kopan hıçkırıkların haddi hesabı yoktu. Ellerim titriyor, bulanık bakışlarım kaçacak bir aralık arıyordu.

Ben korkuyordum. Tuhaf olan, neyden korktuğumu bile bilmememdi. Kendi elime yarattığım düşmanlardan mı yoksa gerçekte karşılaşmaktan kaçtığım düşmanlardan mı korkuyordum, bilmiyordum.

Yiğit, yatağın ucuna sinmiş bana doğru usulca yaklaştı. Hıçkırıklarımdan göğsüm sarsılıyordu. Nefeslerim kesikleşirken bulanık bakışlarımı ona diktim. Usulca, göğsümde çaprazladığım ellerimi tuttu. Korkup çığlık attığımda ellerimin üzerini okşadı.

"Şşş" dedi bana daha da yaklaşırken. Tuhaftı. Yaptığı küçük bir hareketle kalbim yavaş yavaş uslanmaya başlamış, hıçkırıklarım kendini iç çekişlere bırakmıştı.

Bana daha da yaklaştığında ona izin verdim. Sakinleşmeye ihtiyacım vardı. Bedenim zangır zangır titriyor, dişlerim birbirine çarpıyordu.

Beni yavaşça kendine çekti. Büyük elleri sırtımı bulduğunda zihnime doluşan görüntüleri savmak için başımı iki yana salladım. Sırtı, sızlayan belimde aşağı yukarı hareket ederken kendi kabusumun içinde bana bıçak bileyen adamın, şimdi beni korkutmaktan çekinircesine sırtımı okşaması garipti. Öyle bir gariplikti ki bu, ne söküp atabiliyor ne de dört elle sarılabiliyordum.

"Geçti güzelim." dedi ben göğsünde derin nefesler alırken. Kokusu öyle bir şeydi ki içinde dünyanın tüm okyanusları barınıyordu. Rahatlatıcı ve serin. En etkili uyuşturucudan daha fazla mayıştırıyordu. Kokusu öyle bir şeydi ki ondan ayrılmak istemiyor, sonsuza kadar göğsüne gömülü kalıp bu kokuyu solumak istiyordum.

Ellerinden biri saçlarımı buldu. Parmakları saç tellerimde iz bırakarak gezerken ben hâlâ derin soluklar alıyor, kendime gelmeye çalışıyordum.

Başım çatlıyordu. Gözlerim hafif kapalı bir şekilde Yiğit'in siyah kazağıda takılı kalmıştı. Zihnim dumanlı bir sisin ardında yavaşça uzaklaşmaya başladığında gözlerimi tamamen kapattım.

Uyku, tüm ihtişamıyla beni kollarına alırken kendimi ona teslim ettim.

***
Yiğit.

"Sen ciddi misin? Kafayı mı yedin ağabey? Söylediklerini kulağın duyuyor mu senin?"

Umut, sıkıntıyla odada cirit atarken baş ağrımdan kurtulmak için burun kemerimi sıktım.

"Elimden gelen en iyi şey bu." inanamıyormuş gibi bana baktı. Alaylı bir gülüş dudaklarını terk ettiğinde bakışlarımı masaya diktim.

"Hayır, bu düpedüz pes etmek. Sen çıldırmışsın. Böyle bir şeyin imkanı yok. Yapamayız." sesi desibelini artırırken sinirlerime hakim olmaya çalışıyordum.

Kafayı yemek üzereydim. Başım ağrıdan patlayacaktı. Yorgunluktan düşüp bayılacak raddeye gelmiştim. En son istediğim şey ise kavga etmek bile değildi.

"Daha iyi bir fikrin var mı?" diye sordum sertçe. Anlamıyordu. Günlerdir kafayı yiyecektim. Düşüncelerim öyle dağınıktı ki bir çıkış yolu bulmak için onları toplamaya bile tenezzül etmemiştim.

Zihnimin duvarında kalın harflerle kazılı tek gerçek, bir yol bulmam gerektiğiydi. Ama lanet olsun ki kapana kısılmıştım. Binlerce çözüm üretmeme rağmen her biri için bir kayıp vermek zorundaydık ve ben artık kaybetmek istemiyordum.

Umut, cirit atmaya devam ediyordu. Elleri sıkıntıyla saçlarından geçti.

"Yine de aklın alıyor mu Ağabey? Sence tek yol bu mu? Peki onca yaptığımız şey? Hepsi boşuna mı yani?" derin derin soludu. "Lanet olsun! Ölümle bile burun buruna geldik. Hepsi sen pes et diye mi?!"

Bağırtısı odada yankılanırken oturduğum yerden kalktım. Sinirlerim tepeme doğru ilerlerken Umut'a ilerledim.

Gömleğinin yakalarını tutup kendime çektiğimde sinirden nefeslerim tekliyordu.

"Ne yapayım ha?! Sen söyle! Ne yapayım?! Acı çekiyor, görmüyor musun?!" öfkem içimi bir ateş gibi yakarken soluklarımı düzene sokmaya çalışıyordum. "Acı çekmesini görmekten nefret ediyorum. Elimden bir şey gelmiyor. Kahretsin ki çaresizim Umut." derin bir nefes aldım. Bedenim şoka girmişim gibi tir tir titriyor, ellerim bulunduğu yeri tutmakta zorlanıyordu. Gözlerimi dolduran yaşları geri göndermek için başımı yukarı kaldırdım.

"Ne yapacağım Umut, sen söyle." dedim burnumu çekerken. Umut'un ifadesi yumuşarken elleri, yakasını sıkıca tutmuş ellerime sarıldı. Başımı, yorgunca omuzuna bıraktığımda elleri belimi bulup beni sakinleştirmek istercesine sıvazladı.

Ağlıyordum. Bir çocuk gibi ağlıyordum. Erkekler ağlamaz diyen her kimse, külliyen yalan söylüyordu. Erkekler de ağlardı. Evet, bir çocuk gibi ağlıyordum. Babası tarafından sevilmemiş, hep ötelenmiş bir çocuk gibi. Babası ne derse yapmış bir çocuk gibi. Çünkü onun her dediğini yaparsa babası onu sever sanıyordu bu çocuk. Bir kez olsun sevilmek istemişti. Babam, saçlarımı bir kez okşarsa yeterdi bana. Ama yapmadı. Benden nefret ettiğini göstermese de hissediyordum. Nedenini hiçbir zaman öğrenemedim. Yahut da  öğrenmek istememiştim. Sanki öğrenirsem, yaşamak için hiç bir sebebim kalmayacaktı. Sanki öğrenirsem, yıllardır içimde büyüttüğüm o kor ateşin alevlerinde can verecektim.

Ama babam Lale ile evlenmemi söylediğinde, elime aldığım tabancayla içimdeki o sevgi bekleyen çocuğu gözümü kırpmadan öldürmüştüm ben.

İçimde ölü bir çocuğun mezarlığını taşıyorken bir de Hazel'in sebebi olamazdım.
Onu çok seviyordum. Kendimden bile daha fazla. O, arkasını dönüp gittiğinde ölüyorum sanmıştım. Yüzünü görmediğim aylar geçirmiş, her gün ıstırap veren düşüncelerle savaşmıştım. Yokluğuna alışırım sansam da onsuz geçen her saniye nefesimi kesiyordu.

Aklımdan çıkmıyordu. Onu içimden söküp atmak istesem de yapamamış, gözlerinin hayalinden bir an bile kurtulamamıştım. Tüm nefesim o iki okyanus mavisi gözün içindeydi. Ben onu hayatımdan çıkarmakla ancak kendimi öldürürdüm.

"Bir çaresini bulacağız." dedi Umut, yatıştırıcı bir sesle. Cevap veremedim. Ben artık ihtimallere tutunmak istemiyordum. Böylesi hep Hazel'in hem de benim canımı yakıyordu.

Umut'tan ayrılıp dolan gözlerimi ivedi bir şekilde sildim. İçinde yanan ateşin haddi hesabı yoktu. Öylesine öfke doluydum ki elime bir tabanca verseler yoluma çıkanın kim olduğunu umursamadan vururdum. Durmazdım da. Çünkü durmak için hiçbir sebep bırakmamışlardı bana.

"Hazel uyanınca gidiyoruz buradan." dedim kararlılıkla. Umut, olumsuz bir şekilde başını salladı. İtiraz etmek için dudaklarını araladığında konuşmasına izin vermedim.

"Burası artık güvenli değil. Sen de biliyorsun." bir şey söylemedi. Söylenecek söz kalmadığını o da biliyordu.

Ben artık bir korkak gibi kaçmaktan yorulmuştum. Artık şerefli bir şekilde savaşmak istiyordum.

***
Hazel.

Birbirine yapışan göz kapaklarımı güçsüzce araladım. Başım çatlıyordu. Kuruyan boğazımı ıslatmak adına yutkunduğumda acıyla gözlerimi yumdum. Sanki boğazımda binlerce karınca geziyor, ayakları ile geçtikleri her yeri eşeleyip oraya zehrini bırakıyordu.

Saat kaçtı, bilmiyordum. Zihnim bulanıktı. En son ne yaptığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Zaman algım kaymıştı sanki. Odanın içinde soluk bir mavi, etrafı görmemi sağlıyordu.

Başımı yavaşça yastıktan kaldırdım. Kaldırmamla birlikte aniden şakaklarıma batan sızı, yüzümü acıyla buruşturmama neden oldu. Üzerimdeki ağır yorganı güçlükle kaldırıp kenara ittim. Soğuk, seri bir şekilde bedenime çarparken en azından bunun beni biraz da olsa kendime getirmesini umarak zorlukla ayağa kalktım. Çıplak ayaklarım, buz kesmiş zeminle buluştuğunda vücudumdaki tüm tüylerin diken diken olduğunu bilsem de umursamadım.

Zaman algım hâlâ kapalıydı. Günün hangi diliminde olduğumu anlamak için pencereden dışarı bakacaktım. Bunun az da olsa yardımı olacağını düşünüyordum.

Yavaş adımlarım, iki üç adım ötedeki pencere pervazına kadar güçlükle ilerledi. Soğuk, kendini iyice belli ederken üzerimde yalnızca ince bir kazak ve bir pijama altı olduğunu görmezden gelmeye çalıştım.

Başımın ağrısı gittikçe artıyordu. Gözlerim, sanki uykudan daha yeni uyanmamışım gibi yanarken sonunda pencereye ulaşmıştım. Beyaz, dantelli perdeyi usulca çektiğimde kurşuni bir  sabahın izlerini taşıyan gökyüzüne baktım. Ne zamandır uyuyordum, bilmiyordum lakin uzun bir süredir bilincimin kapalı olduğunu hislemiştim nedense. Bedenim eskisi kadar yorgun değil gibiydi. Uzun bir süredir uyuduğumu varsayarak dışarıda usul usul yağan kara baktım. Ağaç dalları bembeyazdı. Çoğunluğu çam ağaçlarından oluşan ormanda tek tük başka ırktan ağaçlar yer alıyordu. Baykuş sesleri, uzaktan kulağıma ulaşırken, boynu bükük dalların dışarıdaki fırtınaya karşı direncini yitirmemek için bir o yana bir bu yana sallanmasını izledim bir süre.

Hava, git gide açık bir maviye bürünürken zaman algım, sabahın erken saatlerinde olduğumu söylüyordu.

Perdeyi yavaşça kapattım. Evde çıt yoktu. Sabahın köründe olmasını beklemek de saçmalık olurdu.
Yine, yavaş adımlarla kapıya ilerledim.

Zihnim boş bir levhaydı sanki. Dün, aklımdan tamamen silinmişti. Hiçbir şeyi hatırlamıyordum. Ne zaman uykuya daldım, bilmiyordum. Tek hatırladığım yine böyle sabahın erken saatlerinde tavanı izlediğim ve düşüncelere daldığımdı. Ama ne var ki, en son ne düşündüğüm bile hatırımda değildi.

Kapının kulpunu yavaşça indirdim. Kimsenin uyanmasını istemiyordum. Hoş, uyuduklarından bile emin değildim lakin isteğim o yöndeydi. Nedense kimse ile karşılaşmak istemiyordum. Annemle konuştuğum günden beri içime dönmüştüm. Kimse ile konuşmak, düşünmek, yüz göz olmak istemiyor, bir süre kendi başıma kalmak istiyordum. Bu yaptığım tamamen bencillikti, farkındaydım. Sadece kendimi düşünebilecek bir durumda değildim ama elimde değildi. Kendime gelmem için önce kendime dönmem gerekiyordu.

Kapı, gıcırtılı bir sesle aralandığında nefesimi tuttum. Bir süre sessiz kalıp etrafı dinledim. Olağandışı bir gürültü çıkmadığında rahat bir nefes verip kapıyı ardımdan kapattım. Boğazım, susuzluktan yanıyordu. Ayrıca ağrı kesiciye ihtiyacım vardı. Merdivenleri de aynı dikkatle indiğimde sonunda aşağı ulaşabilmiştim.

Salon denebilecek ama bir salonun anca üçte ikisi kadar büyüklükte geniş bir odaydı, mutfağa gitmek için geçtiğim yer. Umut, ikili bir kanepenin üzerine kıvrılmış yatıyordu. Üzerindeki yorgana sıkıca sarılmıştı. Yiğit yoktu. Kulübe, bu oda, bir mutfak, üst katta da iki oda, bir tuvalet ve iki banyodan oluşmak üzere çok büyük değildi ama çok küçük de sayılmazdı.

Yiğit'in üst katta, diğer odada kaldığını varsayıyordum. Burada olmadığına göre yukarıda olmalıydı.

Sessiz olmaya özen göstererek mutfağa ilerledim. Işığı açmadan önce Umut'un rahatsız olmaması adına önce kapıyı kapattım. Yorgundu, biliyordum. Bize çok yardımı dokunmuştu. Bizim yüzümüzden onun da hayatı tehlikedeydi. Ona minnettardım. Henüz bunu dile getirememiştim ama teşekkür etmem gerektiğinin farkındaydım.

Mutfağın ışığını açıp arkamı döndüğümde donakaldım. Ufak bir çığlık korkuyla birlikte dudaklarımdan firar ettiğinde şaşkınca yüzüme baktı. Ellerim anında dudaklarımı bulduğunda hâlâ olduğum yerde dikiliyordum o ise hâlâ yüzüme şaşkınca bakıyordu. Onu burada beklemiyordum. O da beni beklemiyor olmalıydı. Aslında annemle konuştuğum geceden sonra onunla yüz yüze gelmeye hazır değildim.

Sonunda şaşkınlığını atlatmış olmalı ki ayağa kalktı. Hızlı sayılabilecek adımlarla bana ilerledi. Lakin attığı her adımda tereddüte düştüğünü anlayabiliyordum. Bu bende küçük çaplı bir şaşkınlık oluştursa da üzerinde durmadım.

"İyi misin Hazel?" dedi sonunda adımları yanıbaşımda durduğunda. Sesindeki endişe, içimdeki şaşkınlığı artırırken bir miktar merakı da peşinde getirmişti.

Gözlerime bakamıyordu. Ben kahverengi harelerini yakalamaya çalışırken o inatla bakışlarını benden kaçırıyordu sanki.

"İ-iyiyim." dedim şaşkınca kekeleyerek. "Başım ağrıyor, ilaç içecektim." dedim. Hızlı adımlarla benden uzaklaştı. Her hareketi biraz şaşkın ve de çokça tereddüt barındırıyordu. Elleri titriyor, hareketleri savsaklıyordu. Bakışları benden hariç her yerde gezerken bilincimin hatırlamadığı şeyler olduğunu anlamıştım. Uyandığımdan bu yana zihnimin orta yerinde açılan o boşluğun içinde yaşananlar vardı. Lakin o boşluk o kadar derindi ki ben elimi uzatıp da eksik parçaları kavrayamıyordum.

Elinde bir bardak su ve bir ağrı kesici ile yanıma geldi. Elinden aldığım hapı hızlıca araladığım dudaklarımın ardından içeri gönderdim. Suyu alıp bir yudum içtiğimde bakışlarımı yüzüne çevirdim. Göz altları mosmordu. Gece uyumadığı belliydi. Daha doğrusu gecelerce.

"Yiğit?" dedim boş bardağı tezgahın üzerine bıraktığımda. Yüzüme bakmıyordu ama neden? Ne olmuştu? Ne olmuştu da ben hatırlamıyordum?
Bakışlarını saniyeliğine gözlerime çıkardı. Orada gördüğüm utanç kaskatı olmama neden olurken bakışları tekrar kaçtı odağımdan. Benden utanıyordu. Tanrım, benden utanıyordu ve ben hiçbir şey hatırlamıyordum.

"Bir şey mi oldu?" diye sordum yumuşak bir ses tonuyla. Ona yaklaşıp elini tuttum. Ağladı ağlayacak bir ifade ile gözlerimin içine baktı. Şimdi o ifade de şaşkınlık da kol geziyordu.

"Bir şey yok güzelim" dedi sesindeki bariz şaşkınlığı gizlemeye çalışarak. Anlamıştı, hiçbir şey hatırlamadığımı. "Yorgunum biraz." diye devam ettirdi yalanını. Dün gece ya da sabah bir şey olmuştu. Bir şeyler yaşanmıştı ama lanet olası zihnim boş bir levha gibiydi.

"Uyumadın mı sen?" diye sordum. Masaya doğru ilerlerken onu peşimde sürükledim. Sandalyelerden birine oturduğumda o da karşıma geçti.
"Uyku tutmadı." diye yanıtladı kısaca. Aramızda elle tutulur bir gerginlik kol geziyordu. Bana karşı dikkatli davranmaya çalıştığını sezinleyebiliyordum. Dün ne yaşandıysa iyi bir şey olmadığına emin olmuştum.

Yorgundu. Hem de çok. Ben, en azından ne kadar süre olduğunu bilmesem de uyuyabilmiştim biraz. Lakin o, zihninin içindekilerle savaşmaktan bitap düşmüştü. Düşünceler onu rahat bırakmıyordu, biliyordum.

Ayağa kalktım. Sabah güneşi elle tutulur bir şekilde pencereden içeri sızarken elimi ona uzattım. Şaşkınca uzattığım ele baktı lakin çok sürmedi tutması.

Onu yine peşimden sürükleyerek mutfağın kapısını sessizce açtım ve dışarı çıktım. Adımlarımı izliyor, sessizce bana ayak uyduruyordu.

Umut, hâlâ uyuyordu. Sessiz olmaya çalışırak merdivenlere ilerdim. Hızlı ama rahat adımlarla merdivenleri çıktığımda, ayaklarım kaldığım odaya adımladı. Onu, ardımdan içeri sokup kapıyı örttüm. Dağınık yatak küçüktü ama ikimiz de çok rahat sığardık oraya.

Onu yatağa çekiştirip oturttum.
Şaşkınca yüzüme bakıyordu. Eğilip ayağındaki terlikleri çıkardım.

"Sabah sabah ne yapıyorsun sen güzelim?" dedi yüzündeki arsız gülüşle. Aklına gelen şeylerin iyi olmadığını anladığımda utançla ve şokla yüzüne baktım. Sertçe omzuna vurduğumda huysuzca söylendi.

"Terbiyesiz herif!"dedim sahte bir kızgınlıkla. O ise vurduğum omzunu tutuyor ama yüzündeki arsız gülüşü sabit tutuyordu. Aramızdaki o gerginlik bir anda dağılmıştı. Bu beni bir nebze de olsa rahatlattı. Ama er geç konuşacağımızı biliyordum.

Omzularından bastırıp yatağa uzattım. Kendim de yanına yerleştiğimde yorganı üzerimize örttüm.

Aptal gibiydim. Bir dediğim bir dediğimi tutmuyordu. Az önceye kadar onu görmek istemediğimi söylüyor şimdi ise göğsüne kıvrılmış yatıyordum. Ne istediğimi cidden bilmiyordum. Sanırım gerçekten de delirmiştim.

"Biraz uyuyalım" dedim. "İnsan uyudu mu her şeyi unuturmuş." diye ekledim, okuduğum bir kitaptan arta kalan bir alıntıyla.

Direnmedi. Ben göğsünde yer açıp kendimi oraya sakladığımda, gözlerim sıcaklığı ve kokusuyla mayışırken "Hazel," diye mırıldandı.

Göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Sanki uykudan yeni uyanan ben değildim. Onun da mayıştığı, kendini uykunun kollarına teslim etmek üzere olduğu bir mırıldanmaya dönen sesinden belliydi.

"hmm?" dedim fısıldayarak. Göğsü sıcacıktı. Teninden yayılan kendine has kokusu öyle güzeldi ki... Yaşadığım her şeyi unutturdu bana.

"Seni çok seviyorum." dedi gittikçe kısılan sesiyle. Gülümsedim. Kollarından biri başımın altındaydı. Başım göğsüne yaslıydı. Bir kolumu karnına dolamıştım. Diğer eli, karnında olan elimi sıkı sıkı tutmuştu.

"Yiğit?" dedim, onun gibi mırıldanarak. Elimde olan eli, parmaklarımı okşuyor, elimin sırtında belli belirsiz şekiller çizerek dolanıyordu. Nefesleri saçlarımda gezinirken gözlerim gittikçe ağırlaşmaya devam ediyordu.
"Hmm?" diye taklit etti beni.
O da kendini uykuya teslim etmek üzereydi.
"Seni çok seviyorum." diye tekrarladım onu. Saçıma vuran nefesiyle birlikte gülümsediğini anlamıştım.

Marifet, seni seviyorum demek değildi esasında. Bu iki kelime, karşındakinin yüzünde ufacık bir tebessüm oluşturuyorsa anlamlıydı. Kalbini çarptırıyorsa, sayısız kere söylense de seni mutlu ediyorsa anlamlıydı.

Çoğu zaman söyleme gereği duymuyordum. Gözlerime bakınca anlıyordu o. Keza ben de öyle.

Elimi tutuşu, saçımı okşayışı, hasta olduğumda üzerime titreyişi, derdim olduğunda ben söylemeden anlaması, yalnız kalmak istediğimde beni yalnız bırakması... Esasında hepsi bir bakıma seni seviyorum demekti. İnsanlar yine de kelimeye dökme ihtiyacı hissediyordu. Ama biz öyle değildik. Bana göre bunu defalarca kez dile getirmek anlamı öldürüyordu.

Sevmek yürek işidir, der bir şair. Ben şairlere güveniyordum çünkü şiir gibi bir adam seviyordum.

Gözlerim usulcacık kapandı. Saçımda hissettiğim öpücükler bir süre sonra yerini tatlı bir ürpertiye bıraktığında, şimdilik iyiyiz diye geçirdim içimden.

Uyandığımızda her şey bizi bekliyor olacaktı. Ama bunlardan biraz bile kaçacak olmak bana güç vermişti.
Tek dileğim daha fazla yara almadan bu işi çözmekti.

****
Herkese selam
Yine çok beklettim değil mi? Ne deseniz az. Okulların ara vermesi ile bölümü atmak ve sizi daha fazla bekletmemek istedim.

Her şeyden önce gündemi biliyorsunuz. Ne yazık ki ülkemiz şu sıralar zor zamanlar geçiriyor. Lütfen kendinize dikkat edin. Sağlığınız her şeyden önemli. Gerekmedikçe dışarı çıkmayın. Ellerinizi sık sık yıkayın. Bir sağlıkçı olarak söylüyorum bunları. Lütfen, olayın boyutu ciddi. Evde kalmaya özen gösterin. Kendize iyi bakın. Bağışıklık sisteminizi güçlendirecek gıdalar tüketin.

Bölüm ile alakalı ise yorumlarınız ve oylarınızı bekliyorum. Lütfen bol bol yorum bırakın. Yorumlarınız benim için değerli. Hepsini okuyorum. Yorumlarınız bekliyorum. Kendize iyi bakın. Görüşmek üzere 💜

Okumaya devam et

Bunları da Beğeneceksin

1.8M 51.8K 45
Kendini hayallerine adamış Hare ve kendini sadece işlerini adamış Savaş'ın uzun soluklu aşkı.
795K 33.1K 50
30-50k izlenen Yağız her gün yayın açar, Sohbet eder ve korku oyunları oynar. Işıl ise o yayıncıya aşık bir kızdır. Işıl habire yağıza Instagramdan y...
4M 115K 73
Lamia: Ayrılık ay dönümümüz kutlu olsun. Mirza: Lamia şaka mısın? Mirza: Sen terkettin beni.
321 60 4
BU KİTAP, İMTİHANLAR VE NİMETLER SERİSİNİN İKİNCİ KİTABIDIR. ÖNCE BİRİNCİ KİTAP OLAN SÜKUT-U HAYÂL 'İ OKUYUNUZ. İslam'a tamamıyla yabancı kalmış özgü...