Dağlar Duman

By EleizarJr

175K 6.2K 2.8K

NOT: WATTPAD'TAKİ İLK TERÖR HİKAYESİDİR. Bedirhan Hamidian , dünün öfkesi yarının ise intikamıyla yaşayan İr... More

1. BÖLÜM
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5.Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm PART 1
8. Bölüm PART 2
9. Bölüm
10. Bölüm
...
11. BÖLÜM
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
ÖNEMLİ!!
16. Bölüm
SINIR
BÖLÜM GELIYOR
17. Bölüm
ÖZÜR DİLERİM!
18. Bölüm
Sınır
19. Bölüm
TEKRAR MERHABA
20. Bölüm
21. Bölüm
22.Bölüm
23. Bölüm
TEŞEKKÜR EDERİM
24.Bölüm
25.Bölüm
YENİDEN MERHABA
NOT
27. Bölüm
RICA
28. Bölüm (PART 1)
ÜNİVERSİTE SINAVI
29. Bölüm (Part 2)

26. Bölüm

4.9K 146 40
By EleizarJr

Var olmak.
Ne kadar derin ve korkutucu bir şey.
------------
''Evra? Uyandın mı güzelim?'' Parmakları usul usul saçlarıma dolandı. Sırtım dönüktü ama yine de çoktan kalkmış ve hazırlanmış olduğunu fark etmiştim. Şakaklarıma dayadığı dudaklarını sessizce kıpırdatarak ''Gidelim değil mi artık buradan?'' diye sordu.

''...''

''Hadi kalk giydirelim seni. Bir şeyler yer çıkarız yola hemen.''

''...'' Geri çekildi. Kalkmasıyla ben de doğruldum yerimden. Koluma girmeye yeltendi ama ani bir hareketle kendimi geri atıp yüzümü çevirince derin bir iç geçirip odadan çıktı.

Valizim hazır bir köşede duruyordu zaten. Elime geçen herhangi bir kazak ve pantolonu komik denecek kadar saçma bir zorlukla üstüme geçirmeyi başardığımda nefes nefese kalmıştım. Yinede kendimi iyi hissediyordum. Yatağın başlığından destek alıp ayağa kalktım ve dikkatli adımlarla kapıya doğru yöneldim.

Çocukların ve tabak çanak sesleri yükseliyordu aşağıdan. Arada bir de Nigar Hanım'ın buyurgan sesi. Trabzanlara sıkıca tutunarak ayak yoluna gidesiye dinledim onları.

Eyyub Ali'nin kalemlerini izinsiz kullanmıştı anlaşılan.

Ali de Eyyub'un kitaplarından birini yırtmıştı.

İyi ama yanlışlıkla olmuştu?

Hicran'ı alan yanmıştı. Daha bazlama pişirmeyi bile beceremiyordu.

Benal'ın aklı neredeydi? Menemen hiç böyle mi yapılırdı?

Ömer her şeyi hazırlamıştı. Başka bir şey lazım mıydı?

Ali, abisiyle düzgün konuşmalıydı. Eyyub de Ali'ye bir daha vurursa külahları değişeceklerdi. Kiminle?

...

Yüzüme üç defa art arda su çarptım. Lavabodan destek aldığım kollarımın üzerinde başım yavaşça doğrulunca bakışlarım naçizane yansımam ile buluştu. Diyecek pek bir şey yok. Herhangi bir sıfat gelmiyor aklıma. Ama şu var ki ''güzel'' denilecek bir şey kalmamıştı ortada. Neyim var neyim yoksa hepsine sahip olunulmuştu.

İçeri girdiğimde tüm bakışlar aynı anda üstüme sabitlendi, hiç de boş olmayan ağır bir sessizlik çöktü. Kendimi bir an uzak diyarlardan uğursuz bir haber getirmiş çaresiz bir ulak gibi hissetmiştim.

''Günaydın Evra abla.'' Eyyub onda çok sevimli duran efendi bir gülüşle yana kaydı. Yanına oturmamı istiyordu. Masadan destek alarak dikkatlice oturdum. Bakışları lal taşı gibi ışıl ışıldı. Yüzü pek bir güzeldi, maşallah. İçim bir tuhaf oldu. Onca zaman sonra ilk defa bir şeyler söylemek, bir şeyler yapmak istemiştim. İki tatlı söz, hafif bir gülümseme belki. Ama yapamadım. Ne dilimden bir kelam ne gönül alan bir selamım oldu. Döndüm önüme. Hicran çaktırmadan göz yaşlarını saçlarının yarısını açık bırakacak bir biçimde başına attığı örtüye siliyordu. Benal elinde menemen tavasıyla ilk defa görmüş gibi bakıyordu bana. Nigar ağır başlı ama yumuşak tavırlı. Ömer bir köşeye sinmiş. Camın kenarında durduğunu fark ettiğim ise sigara içiyordu.

Nigar hanım boğazını imalı bir şekilde temizleyip belerttiği gözleriyle Benal'a işaret etti. Bunun üzerin kadın elindeki tavayı masanın ortasına bırakıp bardağıma çay doldurdu.

''Günaydın Evra hanım...'' Nigar'ı sadece gülümseyince Hicran'a benzetiyordum. ''Rahat uyudun mu?''

''...''

''Burada kalsanız olmuyor değil mi? Bak çocuklar bile ısındı sana hemen, ne güzel kalabalık ev. Gel dur işte bizimle burada, ha?''

''Nigar, konuşmuştuk bunu uzatma bir şeyi.'' Kadın zehir gibi bir bakışla ''Benle konuştun, onla değil! Belki burada kalmak istiyordur?'' Tekrar bana doğru dönüp ''İstemez misin kızım burada kalmak? Orası pek ıssız, hem daha az insan var. Sıkılırsın koca kış... burada kal sen. Biri illa gitmek isterse gidebilir.'' dedi.

Çayımdan küçük bir yudum aldım. Sıcaklığı içimi okşamış, rahatlatmıştı. Bir yudum daha alırken ''Bir şeyler de ye Evra.'' dediğini duydum. Oralı olmayınca tam karşıma geçti. Bakışlarım yine kaçak dolanıyordu etrafta.

''Hadi güzelim. Bu sefer yol o kadar kısa sürmeyecek. Zorla biraz kendini.''

''...''

''Ben yedireyim ister misin?''

''...'' Bir parça ekmeğe bal sürüp uzattı. Almadım. ''Başka bir şey? Reçel?'' O sırada Ali bu sefer kaymakla sürülmüş ballı ekmeği uzattı bana. Abisi kadar güzel ama daha çocuksu bit gülümseyişle ''Baba kaymak sürmeyi unutmuşsun, öyle güzel olmaz ki...'' deyince kan dolaşımım canlandı birden. Uzattığı ekmeği alırken gülümsemeyi andırdığını umut ettiğim çarpık bir ifade takındım. Doğrusu ekmeğin ağzımda bıraktığı tat eşsizdi!

Şen bir kahkaha attığını duydum. Ali kucaklayıp ''Haklısın oğlum unutmuşum.'' dedi.

''Evra bir bardak çay daha ister misin?''

''...'' Hicran niye çekiniyordu benden? Bu ağlamaklı hal bana mıydı? Ya ben neden gidip sarılamıyordum ona?

''Evra abla...'' Efendim Eyyub?

''Babam dedi ki sen çok güzel masallar yazıyormuşsun.''

''...''

''Bana da yazar mısın?''

''!..''

''Eyyub hadi oğlum kahvaltını yap, daha medreseye gideceksin.'' Çocuk uflaya puflaya bir iki parça şey daha yedikten sonra kalkıp ayaklarını sürüyerek mutfaktan çıktı.

''Baba benim karnım ağrıyor gitmesem olmaz mı?''

''Hadi oradan sıpa, daha demin kar içinde koşturuyordun? Ağabey deyim bak ben sana bunun okumaya hevesi hiç yok. Eyyub gibi olmayacak.''

''Laf etmeyin paşama, şaka yapıyor o. Hazırlanacak şimdi, değil mi Ali'm?''

''O zaman annem değil, Evra abla götürsün.''

Nigar şen bir kahkaha patlattı, ama sanki nispet ediyordu. Yanıma geçip ''Gördün mü bak çocuklar bile hemen ısındı sana. Kal de inat etme.'' dedi. Sonra Ali'ye dönüp ''Sevdin mi sen ablayı ha tosunum?'' diye sordu. Çocuk çekingen bir tavırla kafa salladı. ''Bak ya görüyon mu Hicran şunu. Niye bu kadar çok sevdin peki?''

''Çünkü... o çok güzel.'' Bu sefer Nigar'ın kahkahasına Hicran'la Ömer de eşlik etti. ''Hem o da benim annemmiş, babam öyle söyledi.''

Benal elindekileri sertçe tezgaha bırakıp Ali'yi yanına çekti. ''Bu kadar çok konuştuğuna göre doymuşsun sen. Hadi abinin yanına. Çabuk.''

''Ama anne daha ballı ekmeğimi bitirmedim ki...''

Anne oğlun odadan çıkmasıyla derin bir sessizlik çöktü. Bozan ise Nigar hanımın kendinden emin sesi oldu.

'' Bırak Evra burada kalsın ağabey...''

''Olmaz.''

''Neden?''

''Hesap mı soruyon gene? Hadi güzelim hazırsan kalkalım yavaş yavaş.''

''Ağabey!''

''Ne var!?''

''Ettiğin zulmdur bilir misin? Bırak burada kalsın. Seninle aynı yerde kalıp kafayı mı yemesini istiyorsun?''

''Deli deli konuşma gene Nigar, olmaz dedim!'' Hicran ablasının yanına geçip daha uysal bir tonda ''Ağabey nolur inat etme. Bak ben buradayım, ablam burada, çocuklar var... Daha rahat eder hem. Yalnız neyim de kalmaz?'' dedi. Onun ise sinirli bir şekilde kahkaha attığını duydum.

''Ne halt yiyeceğini ben bilmiyor muyum ha Nigar?''

''...''

''Ben arkamı döndüğüm an hançerlemeyecek misin beni?''

''Ne saçmalıyorsun gene?''

''Evra burada kalsın... sonra ben bir gün geldiğimde onu bulamayayım. Değil mi?''

''...''

''Sen daha benim kim olduğumu anlamamışsın Nigar... Hadi güzelim, gidiyoruz.''

Ne olmuştu şimdi? Kim kazanmıştı? O mu Nigar hanım mı?

Tabağı elime alıp çocukların yanına gittim. Bir dilim ballı ekmeği Ali'ye diğerini ise Eyyub'a uzattım. Yüzleri şifa dolu bir hale büründü. Sonunda gülümseyebildim onlara. Daha da fazlasını yapmak istedim. Sarılmak mesela ya da yanaklarına küçük bir öpücük kondurmak. Hoşça kal demek belki. Ama beni şu bahsettiğim ''hayvandan ayıran'' sınırdan henüz çok uzaklaşamamıştım. Bunları yapabilecek kabiliyette değildim henüz.

Hicran'ın uzattı ceketi alıp giyindim. Şapka, atkı derken kumaştan bir zırh giyinmiş gibi oldum.

''Biz de gelicez hemen arkanızdan. Yalnız kalmayacaksın merak etme.'' Kollarını sıkıca boynuma dolayıp bir müddet durdu. Gene mi ağlıyordu? Geri çekilirken göz yaşlarını yeniden örtüsüne sildi.

''Çok gecikmeyiz.''

''...''

Nigar hanım yeğenleriyle bir köşede duruyordu. Eyyub yanıma gelip ''Sana kitap vermiştim ya hani... geri getirirsin demiştim.'' dedi. Bir yandan da bakışlarıyla beni yokluyordu. ''Getirmene gerek yok. Senin olsun o.''

Gülümseyerek belli belirsiz saçlarını okşadım. Bu bir teşekkürdü aslında. Ve tabi özür. Zira kitabın ne olduğunu da nere de olduğunu da hatırlamıyordum. ''Bir daha ki gelişinde kitaplarıma bak ama. Ve sözünü de unutma. ''

''Bir daha gelecek misin Evra abla?'' Gelmemi ister misin Ali? Bir dakika bunu hatırlıyorum... En son bu evden çıkarken gene böyle bir şey olmuştu. Ama nasıl?

Nigar olduğu yerde kalmaya devam etti. Taş kesilmişti sanki. Gözlerini bir an olsun ondan ayırmıyordu. Bakışlarıyla hizaya çeker gibi bir hali vardı. Sessizce uyarıyordu onu. Ne için?

Benden uzak dursun diye. Uzun bir zaman sonra idrakımı gerçek anlamda kullanıp aldığım bu cevap heyecanlandırmıştı beni. Sınırdan biraz daha uzaklaşmıştım demek. Artık başıboş düşünceler silsilesinin zincirlerini kırma vakti gelmişti.

Benal ellerini birbirine sıkıca kenetlemiş bir halde tam karşıma geçti. Bu kadın bana pek çok şeyi çağrıştırıyordu. Derin bir kuyuya düşmüş, çıkmak için çok uğraşmış, kendini kaybetmiş, en sonunda kuyuyu yuva olarak görüp kabullenmiş olması gibi mesela. Nefretle bakmıyordu artık. Ama sevgi de yoktu. Belki acıma belki merhamet... Elinde sıkıca tuttuğu şeyi bana uzatırken söylediği sözlerin ne denli bir manası olduğunu henüz bilmiyordum.

''Hepimiz bedelimizi ödedik...''

---------------------

Yolculuk boyunca bir şeyler anlatıp durdu hep. Ama ben hiçbirini dinlemedim. Kendime dalmıştım. Sürekli düşündüm durdum. Uzuvlarımı arabanın müsaade ettiği kadarıyla hareket ettirdim. Bir isim vardı dilime doladığım.

Murat.

Her terennüm edişimde kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyor zihnim karıncalanıyordu. Parça pinçik sahneleri bir hizaya koymak ise ayrı bir mecraydı.

"Sen hiç bilmedin..."
"Seni artık ondan koruyamıyorum"
"Annem dönmeden önce halletmemiz gerek."
"Oyun oynayalım mı Evra?"
"...boyundan aşağısı felç oldu."

"Güzelim? Gene nereye daldın böyle?"

"..."

"Kenara çekiyim ister misin? Biraz hava alırsın."

"..."

Yollar bomboştu. Sadece bir iki defa yanımızdan tır geçtiğini görmüştüm o kadar. Onlar da muhtemelen sınıra gidiyorlardı. Arabadan inip kapımı açtı. Ayazın keskin soğuğu vücudumun her noktasına hücum etti. Kollarımı birbirine kenetleyip sırtımı arabaya dayadım ve önümde uzanan uçsuz boşluğu seyre daldım. Sessizlik. Soğuk. Bu ikisi nedense bana sonsuzluğu anımsattı.

"Daha ne kadar konuşmayacaksın benimle?"

"..." Karşıma geçip alnını alnıma dayadı. "Hemen yanımdasın. Kollarımdasın. Benimsin..."

"..."

"Ama neden hasretim sana?"

"..."

"Yapma Evra. Bir şeyler söyle. Çığlık at hatta! Hemen şimdi burada. Avazın çıktığı kadar."

"..."

"BANA BAK!" yüzümü hınçla avuçlarının arasına alıp başımı kaldırdı. "Aç şu gözlerini, yüzüme bak artık!" dediğini yaptım. Tam gözlerinin içine baktım. Gözleri, karasına varasıya kızarmıştı. Avurtları içine çökmüş, yara izi yüzünde daha derinleşmişti.

"Şimdi... konuş..."

"...."

"Yalvarırım konuş...."

"..."

Yanıma geçip tıpkı benim gibi sırtını arabaya yasladı. Bir sigara yakıp dumanını derin derin çekti içine.

"İster misin sen de?"

"..." Bana yandan bir bakış atıp uzattı izmariti. Bir an emin olamasam da işaret ile orta parmağım arasına dikkatlice yerleştirdiğim sigarayı aynı onun gibi iyice içime çektim. Daha önce hiç sigara dumanına maruz kalmamış olan ciğerlerim sanırım neye uğradığına şaşırmıştı. Zira ardı arkası kesilmeyen bir öksürük krizine tutulmuştum. Ağzımdaki acı tadın midemi bulandırması da cabası. Ben orada öksürükle boğuşurken o gülme krizini atlatmaya çalışıyordu. Kahkahalarının arasında zar zor adımı söyledi ama devamını getiremedi. Sonunda biraz rahatlayınca bir kolunu omuzuma atıp "Şu hale bak... iyice kayışları kopardık." diye alaya aldı. Sigarayı bir kez daha içip dumanını savurduktan sonra kalanını ona uzattım. Bu sefer daha iyi olmuştu. Hatta acı gelerek midemi bulandıran keskin tadı sanki uyuşukluğumdan çekip almıştı beni.

"Benden habersiz içmek yok yalnız küçük hanım. Anlaştık mı?"

"..." izmariti tam bitirmeden tekrar verdi bana. Şu an ne yapıyorduk bilmiyorum ama bu oyun hoşuma gitmişti.
---------

Sonunda vardığımızda, beni defalarca aldatan hafızam artık rayına oturmuştu. Son bir görüş, evin ta kendisi her şeyi yerli yerine koymuştu.

Aslında anlaşılması çok da zor değilmiş. O buradan gitmişti. Xalti ile fotoğraflara bakmıştık. Hicran'la kavga etmiştik. Ölüm haberi almıştık. Murat'ı aramıştım. Aylar sonra ilk defa sesini duymuştum. O gelmişti. Beni evine götürmüştü. Ben ona ihanet etmiştim. Murat beni sevmişti. Serkan ölmemişti. Mührümü bozmuştu. Bir ayım o evde geçmişti. Canım yanmıştı. Sonra bir şey hissetmemiştim. Konuşmamıştım. Düşünmüştüm. Ağlamıştım. Uyanmıştım. Nigar hanım tokat atmıştı. Hicran mahvolmuştu. Ömer mahcuptu. Çocuklar beni sevmişti. Eyyup Ümit Yaşar Oğuzcan'ın kitabını hediye etmişti. Kitap şu an elimdeydi o gün arabada kalmıştı. Benal ve diğer herkes bir bedel ödemişti. Ben artık bendim. Sınırı belki geçeli belki geride bırakalı çok olmuştu.

Peki. Her şeyi anladığıma göre, şimdi ne olacaktı?

"Xalti'nin yanına uğrayalım ister misin?"

"..."

"Tamam. Sonra uğrarız o zaman." Yavaş adımlarla evin önüne kadar geldiğimizde buraya ilk defa geldiğim o akşamı hatırladım. O zamandan bu zamana pek çok şey değişmişti. Evin beni karşılayışı bile.

"Çok ahım şahım bir yer değil ama gene de özlemişim evimizi."

"..."

"Otursana gülüm." Yatağın bir köşesine geçip ellerimi dizlerimin üzerinde kenetledim. Her şey yerli yerindeydi. Belliki Xalti'ye geleceğimiz haber edilmiş, o da etrafı derleyip toparlamıştı. Fakat şu var ki evin kanı çekilmişti. Soluk, soğuk, durgun... eskisi gibi olmayacağı her halinden belliydi.

"Xalti erzak bile hazırlamış. Tezgahın altında küçük bir tüp var. İstersen sana bir şeyler hazır edeyim?"

"..."

"Türk kahvesi? Sen kahve içmeyi seversin." dedi imalı imalı.

"..."

Yanıma gelip dizlerinin üzerine çöktü. Parmakları, birbirine sıkıca kenetlenmiş ellerimi özenle kavradı.

"Evra..."

"..."

"Yıkanmak ister misin? Senin için suyu hazırlarım ben?"

"..."

"Kendin yıkanacaksın merak etme, gelmicem yanına."

Yerimden kalkıp lavaboya girdim. Bu evet demek oluyordu. Üstümdekileri çıkarıp bir kenara attım, kapının arkasında asılı peştamallerden birini vücuduma dolayasıya soğuktan çenem kitlenmişti. Betona çarpan hava üstümde umursamazca geziniyordu. Allah'tan çok geçmeden kapıyı tıkladı. Hafif aralık bırakıp kenara çekildim. Biri normal diğeri ise kaynar su olan iki güğüm. İkisinden de istediğim sıcaklık olacak kadar döktüm leğene. Bakır tası başımdan aşağıya boşaltırken suya ve sıcağa hasret kalmış bedenimin gevşeyişiyle kendimden geçtim. Kollarım, bacaklarımın belli bölgeleri ve gerdanımda geçmeye yüz tutmuş morluklar artık eskisi kadar acımıyordu. Daha çok ipek kumaşa dökülmüş hint mürekkebini andırıyordu bana. Bu benzetme hoşuma gitti.

Hint mürekkebi ve ipek kumaş. Hazır bakır tastan su dökünürken kendimi bir de on beşinci yüzyıllardan kalma bir cariye gibi hissetmemde sorun yoktu herhalde.

İşim bittiğinde ıslak saçlarımı özensizce topuz yapıp omuzlarıma havlu attım. Kıyafetlerim yatağın üstünde duruyordu. O da öyle. Elinde birkaç parça kağıt, tüm dikkatini onlara vermiş. Bakışlarımı ondan çekip kendi işime baktım. Daha kazağa elimi yeni uzatmıştım ki bileğimi çevik bir hareketle kavrayıp beni kendine döndürdü.

"Bu.... bunlar ne?" Çarpılmışa dönmüştü adeta. Elleri tarif edemeyeceğim bir amansızlıklıkla titriyordu, zaten kan çanağına dönmüş gözleri iyice lal taşına dönmüştü. Ayrıca, ne neydi?

"Sen yazdın... değil mi? Bunlar senin yazıların?" Yüzümde hiçbir ifade olmadığına emindim. Zira her ne kadar aklım iyiden iyiye yerine gelse de neyden bahsettiğini anlayamamıştım.

Kağıtları elime tutuşturup "Bunları sen mi yazdın diye sordum!" diye dişlerinin arasından söylendi. Gözlerim yazıların üzerinde yavaş yavaş gezinirken zihnimin bir köşesinde şimşekler çaktı.

Aşk ve ölüm buralarda daha bir başka Bedirhan. Yinede telaffuz etmeye cesaret edemiyor insan.

Bedirhan... azad bildiğin rengin aslı meğer buranın kadınları imiş

...O nazenine yazdıklarını okuyan gözlerime bakamazsın öfkeyle. Nağmelerini doladığı için kınayamazsın dilimi! Ve hiçkimse suçlayamaz beni seni sevdiğim için!

Daha fazla okuyamadım. Kağıtları savurdum bir yana. Elimi ondan sitemli bir hareketle kurtarıp kıyafetlerimi aldım. O ise "Neden..." dedi ama devamını getiremedi. Dizlerinin üzerine çöküp yüzüne avuçlarına gömerek omuzlarını sarsa sarsa ağlamaya başladı. Onu görmezden geldim. Peştamalı üzerimden sıyırdım ve olabildiğim kadar hızlı bir şekilde giyinmeye koyuldum. Boğazımda sanki diken vardı. Yutkundukça batıyordu. Demek oluyor ki şifayı kapmıştım. Şimdiye kadar dayandığıma şükretmeliydim aslında. Onca soğuya vücut bir yere kadar dayanabilirdi ne de olsa.

Evde tüp olduğunu söylemişti. Belki de kahve iyi gelebilir diye düşünerek tezgaha doru yönelecekken bacaklarımı kavradı. Alnı dizlerime dayanmış, az önce tamamlayamadığı sorusunun devamını getirdi.

"Neden daha önce söylemedin?"

"..." Ayağa kalktı ve gözlerimin içine öyle bir baktı ki... Hınç. Öfke. Üzüntü. Özlem. Utanç. Hepsi bakışlarında hâr olmuştu. Omuzlarımdan sertçe sarsarak tekrar sordu. Daha yüksek sesle: Neden daha önce söylemedin!?

"..."

"Neden bir kere olsun seni seviyorum demedin bana!? Madem özlüyordun neden bir kez demedin gitme diye?"

"..."

"Bana alış, beni sev diye kırk takla attım önünde. Her gülümseyişinde umut ettim ama sandım ki içten içe hala benden kurtulmak istiyorsun. Tam seviyorsun zannettim sonra dedim ki seni niye sevsin...."

"..." nefes nefese kalmıştı. Çıldırmış gibi bir hali vardı ama zaten hangimiz aklımızı yitirmemiştik ki?

"Niye gelip bunları okutmadın daha önce? Beni kıskandığını neden hiç söylemedin ya da?"

"..."

"Evra susma bir şeyler söyle!"

"BEDİRHAN!" onunla aynı anda aynı ses tonuyla bağırdım adını. Ben dahi neye uğradığımızı şaşmıştık. Tek kelime döndü ağzımdan. Dilimi ilk defa kullanıyormuş gibi tuhaf bir coşku duydum. Beraberinde dayanılmaz bir acı. Ardı arkası kesilmeyen çığlıklar atma isteği.

Bu sefer daha sakin hatta oldukça naif bir şekilde ona şunu söyledim: Hiç sormadın ki...

Tam göğüsünün ortasına bir hançer saplamıştım. Gözleri yerinden çıkacak gibiydi. Kalp atışlarını duyabiliyor soluğunun nasıl da kesildiğin hissedebiliyordum. Geriye bir adım atmasıyla yere yıkılması bir oldu. Ben değil o çığlıklar attım. "Ne yaptım ben!" diye kendine haykırıyordu. Onu orada öylece bırakıp dışarı çıktım. Ceketimi aceleyle üstüme geçirdim. Kar taneleri boşluktan belki hiçlikten yavaş yavaş yere süzülüyordu. Ama hızını bir zaman sonra arttıracağı her halinden belliydi.

Geçtim bir köşeye oturdum.

Evet, ne diyorduk? Var olmak... ne demiş Descartes? Cogito ergo sum. Ya Shakespeare? To be or not to be... işte tüm mesele bu. Hayır. Tüm mesele olmak ya da olmamak değil! Tüm mesele olmanın ta kendisi! Düşünüyordum ama ne düşündüğümü bilmiyordum, bir sorun olur mu? Nietzsche kahkahalar atıyor. Evet evet, artık ağlamıyor! Olmamak da neymiş, ben şu kar tanelerinin aheste aheste süzülüşünü izlerken boğazıma saplanan çığlıkları bilirim. Her şeye rağmen sevdiğim, koşup sarılmak istediğim adamı bilirim. Sorduğu soruların cevabını bilirim mesela: "Niye hiç anlamadın seni sevdiğimi?" Toprak altına gömülü cesetleri bilirim ben. Kimine 'meczup' kimine 'asker' kimine 'terörist' kimine 'kimsesiz' dendiğini bilirim. Şimdi kim gelir de olmamaktan söz eder bana? Hangi şaşkın yokluğundan dert yanar? 'Hepimiz bedelimizi ödedik' cebimden buruşmuş zarfı çıkarıp açtım. İçinden çok eski sepya bir fotoğraf. Orta yaşlarında bir adam ve kolunun altına gururla aldığı bir delikanlı.

"Hayır... hayır.... bu olamaz!" Tüm iç organlarım dökülmüştü. Art arda yumruklar yemiş gibi sancıyordu başım. Bir elim aralıksız dizimi dövüyordu. İleri geri sallanıp duruyordum. Öyle bir iç çekmiştim ki yankısını duyan yanıma vardı. İki kadın koluma girerek kaldırmaya çalıştılar beni. Arkalarında bekleyen çocuklarına seslenip bir şeyler söylediler. Bir sahne döndü etrafımda idrak etmekte zorlandığım. Ne diyorları bana? Ne diyebilirlerdi bana!? Çok geçmeden o geldi. Beni kucaklayıp hızla eve götürdü. O da bir şeyler söyledi ama kendi buruk sayıklamalarımdan işitemedim. Kapıma cenaze gelmiş gibi içim parçalanıyordu.

Beni yatağa oturtup yüzümü avuçlarının arasına aldı. Hafifçe sarsarak yüksek sesle "Ne oldu?" diye sorunca fotoğrafı ona uzattım.

Omuzları çöktü. Bakışları kaydı. "Nerden buldun bunu?" Göz yaşlarımı elimin tersiyle silip burnumu çektim. "O senin öz amcan... öyle değil mi?"

"..."

"Abdullah amca mıydı seni bu hale getiren?"

"Fotoğrafı nereden buldun?"

"Herkese bedelini ödettin değil mi?"

"..."

"Bana neyin bedelini ödetiyorsun?"

"..." beni kendine doğru çekip sıkıca sarıldı. Boynuma öpücükler kondurup kokumu içne çekti. "Saçların ıslak hala. Zaten iyi görünmüyorsun. İyice kötü olacaksın. Ben... sana bir şeyler hazırlayayım." Kalkıp istediğinde bu sefer onu ben durdurdum. "Abdullah amcanın senin öz amcan olduğunu neden sakladın?"

"Gözlerimin içine baka baka onu ne kadar çok özlediğini söyleyip duruyordun."

"..."

"Sana aslında onun kim olduğunu söyleseydim çok üzülecektin... daha fazla acı çekmeni istemedim."

"..."

"Onca zaman sonra ilk defa sesini duyuyorum ve şu hale bak!" Parmak eklemleri yüzümü hafifçe okşadı. Yüzünde ironik bir gülümseme vardı. "Amcama çekmişim herhalde."

"..."

"Amcam Lusadzin'e beni sevmesinin bedelini ödetti. Ben de öyle."

"..."

"Ben, Evra, beni sevmeni her şeyden çok istedim. Ama bundan ölesiye de korktum."

Kafamı iki yana sallayıp alnımı avuçlarıma bastırdım. "Murat'ın haberini alınca da dedim demek ki aklı onda. Sevmiyor beni. Tamam... sevmesin. Ama gitmesin de..."

Daha fazla dayanamadım. Hıçkırıklarım dur durak bilmedi. Abdullah amca, Benal, çocuklar...

"Beni gerçekten sevmiş miydin Evra?"

"..."

"Her şeye rağmen?" Alt dudağımı ısırmak zorunda kaldım hıçkırıklarımı bastırmak için. Başımı yukarı aşağıya sallayıp derin derin soludum.

Masal burada sona eriyordu. Bülbül ne kadar nağmesi varsa hepsini şakımıştı. Toprak alacağını almış, hisarı saran tüm güller solup gitmişti. Kalan son surun penceresinden bir azatlı köle ve Şehrazad el ele tutuşmuş şehrin yıkılışını izliyordu.
----------
~20 YIL ÖNCE~

Bedirhan hanımının o narin sesiyle gözlerini araladı. Yine aynı ninniyi terennüm etmekteydi.

Sareri hovin merrnem,
Hovin merrnem, hovin merrnem,
Im yeari boyin merrnem,
Boyin merrnem, boyin merrnem...

"Lusadzin..." Genç kadın ninnisini kesip arkasına döndü. "Uyandırdım mı yoksa?" diye sordu hafif mahcup bir gülümseyişle. "Kıyafetleri katlıyordum da dalmışım. Kusuruma bakma." Bedirhan mahmur bir ifadeyle hafifçe kıkırdayıp "Gel yanıma." dedi. Lusadzin de lafını ikiletmeden kocasının yanına sokuldu.

"Çok güzel kokuyorsun..."

"..." parmakları kadının iyice belirginleşmiş karnında dolandı. "Kızımız da senin gibi güzel olursa vay halime..."

"Bir isim düşündün mü hiç?" Genç adamın kaşları çatıldı. "Yok... daha sabah öğrendik zaten. Yoksa senin var mı aklında?"

"Aslında var ama... bilmem beğenir misin ki?"

"Senin dilinden dökülen her şey kabulümdür. Söyle bakalım neymiş bu isim?" Lusadzin tam ağzını açmıştı ki kapı aniden yumruklanmaya başladı. Öyleki kızcağız korkudan yerinden sıçramıştı.

"Destur bismillah! Kim hangi cesaretle benim kapımı böyle çalar!?" diye söylendi Bedirhan dişlerinin arasından. Bir hışımla yerinden kalktı. Yerde dağınık halde duran beyaz bir gömleği bir yandan giymekle uğraşırken bir yandan komodinin üzerinde duran silahını beline yerleştiriyordu. Lusadzin'in içine birden çok kötü bir his, bir mürekkep lekesi gibi dağıldı.

"Bedirhan!" diye seslendiyse de kocası çoktan çıkmış merdivenleri iniyordu. Hala yumruklanan kapıyı bir hışımla açtı. Fakat yüz yüze geldiği adam ağzından çıkacak kelimeleri bir bir yutturmuştu delikanlıya.

"Amca!?" Abdullah Hamidian... başında puşisi, gözleri doğunun erkeklerine has bir şekilde sürmelenmiş. Silahı belinde kuvveti yerinde. Lakin bakışları bir hayli acımasız. Muhtemelen Bedirhan daha o anda olacakları anlamıştı. Hızla silahına sarılmasının başka bir açıklaması olamazdı çünkü. Gelgelelim Abdullah yalnız değildi. Genç adam daha elini beline atar atmaz dört beş kişi hızla üstüne çullandı. Silah ateş aldı ama mermiler boşluğa savrulmuştu.

"! مرا ترک کن" (Bırakın beni!) sesi ortalığı inletiyordu. "!عمو" (Amca!)

"O Ermeni'ye rağmen hala Farsça konuşabiliyorsun demek..."

Kocasının feryadını duyan Lusadzin karnını, sanki o zarar görecekmiş gibi sararak aşağıya indi. "Bedirhan!" Abdullah'ın dudakları bir yılan gibi kıvrıldı.

"İşte benim gelinim(!) biz de tam senden bahsediyorduk..." yaptığı bir baş hareketiyle dışarıdan ızbandut gibi iki herif içeri daldı ve kadını kollarından tutup yere, kocasının tam karşısına diz çöktürdü. Bedirhan o sırada elleri sırtında bağlanmış çenesinden zar zor destek alarak çaresizce izliyordu hanımını. Lusadzin deliye dönmüştü sanki. Çığlıklar ata ata ağlıyordu.

"Kes ağlamayı!" diye gürledi Abdullah. Zift yürekliydi. Merhamet namına hiçbir şey taşımıyordu. Bedirhanın yanına geçip saçlarından sertçe tutup yüzünü kendine çevirdi.

"Yeğenim... hep söylemişimdir, sana baktıkça ağabeyimi görüyorum."

"Ne istiyorsun benden!?"

"Keşke yüzün kadar huyun suyun da ona benzeseymiş..."

"Ne istiyorsun dedim!?"

"Bir önemi var mı? Senden daha önce istediklerimizi yerine getirdin mi Bedirhan?"

"..."

"Sana örgütten ayrılmayacan dedik... sen ne ettin? Önce benim sonra ağabeyimin lafını hiçe saydın. Yetmezmiş gibi bir de şu Ermeni'yi aldın koynuna."

"Bırak... BIRAK BENİ!" Abdullah biraz daha eğildi ve sadece ikisinin duyabileceği bir sesle "Senin yüzünden tüm mallarım sınırda kaldı. En iyi adamlarım kurşuna dizildi. Oğullarımın ikisi de jandarmanın eline düştü. Bu sabah idam edildiler..." diye tısladı dişlerinin arasında.

"...."

"Senin yüzünden her şeyimi kaybettim!"

"Benim suçum yok! Ne oğullarının ne mallarının hesabı benim boynuma değil!"

"Öyle mi?..." Delikanlının saçından çekip yüzünü sertçe yere vurdu. Ardından kuyruğu sıkışmış vahşi bir hayvan gibi "Jandarmaya sınırdan uyuşturucu geçirtileceğini ihbar eden kimdi lan o zaman ha!?" diye haykırdı. Bedirhan'ın dediklerini anlaması için ise biraz zaman geçmesi gerekti zira aldığı darbe başını döndürmüştü. Burnunda dayanılmaz bir acı vardı, kırılmıştı muhtemelen. Kendi kanıyla ıslanıyordu yüzü. Ama en çok kalbi acıyordu. Lusadzin yapmayın diye feryad figan ağlıyordu çünkü. Kocasını hiç böyle aciz görmemişti.

"Her şey bir yana... oğullarım yitti lan benim şerefsiz! Oğullarım!"

"..."

"Ama dur... aynı acıyı sen de yaşayacaksın... yaptıklarının hesabını bir bir sorucam sana..." Bedirhan bir şeyler fısıldadı ama anlaşılmıyordu.

"Ne o yalvarıyon mu yoksa seni serbest koyayım diye ha?" Abdullah iyice yaklaştırdı kulağını. "Duyamadım?"

"K..karıma dok..dokunursan... s-seni... pişman ederim!" Abdullah sinir bozucu bir kahkaha attı. Ama bir şey söylemedi. Onun yerine kalkıp adamlarına döndü ve işaret etti. Genç adamın ensesine silahın namlusunu sertçe indirdiler. Görüşü kararırken hatırladığı en son şey dayanılmaz, keskin bir acı ve Lusadzin'in yürek parçalayan çığlıklarıydı.

Bedirhan uyandığında nerede olduğunu anlayamamıştı. Başında katlanılmaz bir ağrı, elleri ayakları desen bağlanmış ıslak betonda öylece debeleniyordu. İlkin hiçbir şeye anlam veremese de tüm olan biteni hatırlaması çok da uzun sürmemişti.

"Lusadzin!" diye attığı çığlık betondan geri yüzüne tokat gibi çırptı. İplerden kurtulmayı denedi ama nafile. "Lusadzin!"

"Boşuna yorma kendini."

"!..."

"Ölüler bizi duyamaz." Bundan ötesi yoktu aslında. En azından Bedirhan için. Ne gördüğü işkence ne yediği dayaklar ne vücudunun yarısına dökülen kezzap ne amcasının kendi elleri ve kendi hançeriyle yüzünde açtığı yara ne bir zaman sonra attığı çığlıklar yüzünden işitme kaybına uğrayışı ne de sonunda bırakıldığında ne vaziyette olduğu...

"Bir daha sakın nereden geldiğini unutma. Ve ne olduğunu..."

Abdullah onun örgüte katılması için çok uğraşmıştı. Böylelikle hem işini görmeye devam edecek hem oğullarının acısını dilediğince çıkaracaktı yeğeninde. Fakat Bedirhan demir sopalarla yediği onca dayağa rağmen nuh dedi peygamber demedi. Kaldı ki bu saatten sonra yeğeninin çok da fazla yaşayacağını düşünmemeye başlamıştı. İnsan diyebilecek bir hali kalmamıştı artık. İhtiyar yeğeni için düşündüğü her şeyden vazgeçti ve adamlarına onu Nusaybin'e bırakmalarını söyledi. O günden sonra yaklaşık üç dört yıl boyunca bir daha hiç görmedi genç adamı. Kendince intikamını aldığını, kim olduğunu gösterdiğini sanıyordu Abdullah Hamidian, başına geleceklerden habersizdi oysa...
----------
Boğaz ağrım yetmiyormuş gibi bir de öksürük başlamıştı. Xalti'nin önüme sessiz sedasız koyduğu kaynamış ıhlamurun dibini getirmiştim ancak pek de fayda etmiyordu. Ona ilaç olup olmadığını sormaya çalıştım ama beni anlayamadı. Sonunda pes edip soru sorar bir tonda "Hicran?" dedim. "Valla nızanım." (Valla bilmiyorum)
Hemen arkamızdan geleceklerini söylemişti oysa. Zaten ne zaman birilerine ihtiyaç duysam böyle ortada kalıyordum. Bedirhan gitmişti. Akşama kadar beni, sağolsun, Xalti, idare etmiş ancak vakit ilerleyince ona teşekkür edip gitmesini söyledim. Kalmakta ısrar etse de benim yüzümden daha fazla yorulmasını istemiyordum. Şimdi yatakta uzanmış, yorganı da boğazıma kadar çekmiş pencereden dışarıyı izliyorum. Ayın, insana huşu ve huzur veren o halesinden hiç iz yok. Yıldızların dahi kaybolduğu bir geceydi. Bundan sonra böyle olacak dedim kendi kendime. Ne yıldızlar yol gösterecek sana ne ay aydınlatacak yolunu.

Bakışlarımı gökyüzünden alıp yerde duran küçük tüpe doğru çevirdim. Xalti tarhana kaynatmıştı bana. Haftalardır doğru düzgün yemek görmemiş zavallı midem kalkıp bir iki yudum almam için adeta yalvarıyordu bana. Ancak bu seferde benim kalkmaya halim yoktu. Saçlarım hala kurumadığından mıdır yoksa ayaz vurduğundan mıdır bilmem donuyordum. Avuçlarımı birleştirip nefesimle parmaklarımı ısıtmaya çalışırken bir yandanda ovuşturup kanımı hareketlendirmeye uğraşıyordum. Keşke Hicran burada olsaydı diye söylendim. Gözlerim doldu yeniden ama bir azar çekip durdurdum kendimi. Oflaya puslaya söve saya kalktım yerimden. İş başa düşmüştü. Kendimden başka kimsem yoktu.

Bu evde değişmeyen tek bir şey varsa o da kesinlikle ahşap kapıydı, öyle bir inleyerek açılıyordu ki gene korkudan yerimden sıçrayıp duvara yapıştım. Bedirhan yüzü soğuktan bembeyaz kesilmiş bir halde dikiliyordu karşımda. Kapıyı kapatırken "Uyumadın mı sen daha?" diye sordu. Cevap vermek yerine tüpün başına geçip ateşi yaktım.

"Neyin var senin, hasta mısın yoksa?" Sesi niye böyle tuhaftı? İçmiş miydi? Kaşlarım çatık bir şekilde arkamı döndüğümde burun buruna geldik. Kesinlikle içmişti. "Yoksa... konuşmayacak mısın gene benimle?"

"İçmişsin..." kendinden geçercesine gülümsedi. "Bir önemi var mı?" Arkamı döndüm ve çorbayı karıştırmaya devam ettim.

"Hasta mısın diye sormuştum."

"Bir önemi var mı?"

Boğazından bir ses çıkarıp ayağa kalktı. Muhtemelen üstünü değiştiriyordu. "Bana da bir tabak koy."

"İşkembe değil yalnız bu tarhana." dedim soğuk bir tavırla. O ise içten bir kahkahayla karşılık verdi. "Bak sen hele şuna, içkinin üzerine işkembenin gittiğini de biliyormuş."

Tabağını bir kenara bırakıp kendi tabağımla yatağa geçip yorganı tekrar üstüme çektim. Sarsak adımlarla yanıma geçip boğuk bir sesle "Hadi söyle neyin var?" diye sordu. "Üşütmüşüm herhalde." diye geçiştirdim. Elimden tabağı almak isteyince "Artık kendim halledebiliyorum." dedim imalı imalı. Tekrar güldü, sinirim bozulmaya başlıyordu. "Komik olan ne?"

"Dilin güzel açılmış. Maşallah çekeyim de nazar değmesin."

"Rahatsız oluyorsan konuşmam."

"Estağfurullah! Rahatsız olmak ne haddime... tamam madem öyle sen iç. Ben de... bi- başıma soğuk su dökeyim."

"Olmaz!"

Uyuşuk uyuşuk baktı yüzüme. "Neyden sebep?"

"Hasta olursun kalırsın başıma. Tüm bunların içinde birde senle uğraşamam. "

"Ha hasta olsam ilgilenirsin benle yani?"

Sorusunu duymazdan gelerek "Kahve yap kendine. " dedim. Bir yandan da çorbamı alacaklı gibi içmeye devam ediyordum.

"Evra..."

"..."

"Evra iyi misin?"

"HARİKAYIM!" diye öfkeyle bağırdım aniden. İfadesi değişmemişti. Her şeyi kabul görür gibi bir hali vardı.

"Sevdiğim adam bana zorla sahip oldu, yıllar boyunca sahip olduğum tek ailemi elimden aldı, kendime baba bildiğim adam sevdiğim adamın celladı çıktı, her şey yolunda yani, nasıl kötü olabilirim ki!?"

"..."

Ellerimi hınçla saçlarıma geçirip kaşla göz arasında yaşlarımı sildim.

"Hepimiz bedelimizi ödedik." diye tekrar ettim fısıltıyla. Ardından bakışlarımı ona doğru çevirdim. Bana hala uyuşuk uyuşuk bakıyordu. Gözleri artık sarı,siyah ve kırmızı tonlarının karıştığı tuhaf bir hale bürünmüştü. Avurtları sabahkine göre daha bir içine çökmüştü sanki.

"Sen de hastasın değil mi?"

"..."

"İçten içe ölüyorsun. "

"..." gözünden akan yaş is ve toprakla kararmış yüzünde belirgin bir yol açtı.

"Hasta değilim. Sadece seni çok özlüyorum. "

"..."

"Ben... ne yapacaktım?"

"Kahve."

"Ha evet... ister misin sen de?" hayır anlamında kafa sallayıp tabağı uzattım. "Daha fazla yemeyeceğim. "

Çok geçmeden kahvenin eşsiz kokusu sardı ortalığı. Bir an için acaba ben de mi içseydim diye düşündüysem de ara ara baş gösteren öksürüğüm ve geçmeyen boğaz ağrım nasıl olsa tadını çıkarmamı engelleyecekti.

"Yarın doktora götüreyim mi seni?"

"Gerek yok."

"Ağrın var mı?"

"Boğazım biraz kötü. "

"Burada Haye Hatun diye bir kadın var. Yarın onu çağırayım sana. Otlarla filan ilaç hazırlar ezelden beri. "

O kahvesini höpürdete höpürdete içe dursun ben hala hemen başucumda duran fotoğrafla aklımdan binbir sahne üretiyordum.

"Daha önce nasıldı aranız?"

"Hı?"

"Abdullah amcayı diyorum. Bu olanlardan önce nasıldı aranız?"

"Severdi beni. "

"Ya sen?"

"..."

"Oğullarını niye ihbar ettin?"

" Jivayr Yeraz'a, Lusadzin'in babası, bir söz vermiştim çünkü. "

"Ne sözü?"

"Eğer tüm bu işlerden elimi eteğimi çekersem kızını verecekti. Ben de tamam dedim. "

"Lusadzin için her seyden vazgeçtin yani öyle mi?"

"Hıhı..."

"Peki ya benim için?"

Bıkkın bir tavırla fincanı tezgaha bıraktı ve sarsak adımlarla yanıma geldi. Henüz tam ayılmamıştı ama aklının gayet yerinde olduğunu görebiliyordum.

Gözlerimin içine baka baka "Hemen şimdi canımı iste vereyim sana." dedi.

Gözlerinin içine baka baka "Bedirhan..." dedim. "Beni azad eyle!"

Continue Reading

You'll Also Like

4.8K 931 4
Dediğiyle bir lahza beklemeden defterini alarak gitmişti bey oğlu. Ardında dolu dolu olmuş gök gözler bıraktığını bilmeden öylece gitmişti. Genç kız...
9.3K 363 40
iki kaderin berdel yüzünden bir araya gelmesiyle hayatları bı anda değişen nefretten doğan bir aska heja ve mirhanın hikayesine hazırmısınız
algon By algon

Historical Fiction

29.3K 1K 34
Algonsuz hayat hayat mıdır lov
2.8K 111 5
Aladdin Ali ve gonca'nin zorla barış için evlendirilmesi ve onun ardından yaşanan olaylar