Esnaf İşi Aşk (I-II-III)

By __SAS__

5.7M 322K 88.1K

❤ Esnaf İşi Aşk'ın ilk kitabı "Ay Çarpması" ve ikinci kitabı "Güneş Tutulması" Artemis Milenyum aracılığıyla... More

Yeniden Merhaba
Esnaf İşi Aşk 1. Kitap: Ay Çarpması
Tanıtım (Kitap versiyonu)
Prolog (Kitap versiyonu)
ALFA YAYIN GRUBU'NDAYIM!
2. Bölüm (Kitap versiyonu)
3. Bölüm (Kitap versiyonu)
4. Bölüm (Kitap versiyonu)
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
Esnaf İşi Aşk 2. Kitap: Güneş Tutulması
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
39. Bölüm (İkinci kitap sonu)

1. Bölüm (Kitap versiyonu)

177K 8.7K 4.6K
By __SAS__

1 saat önce

Kendisinde hayat yoktu belki ama Ay'ın Dünya'daki canlıların hayatına etkisi büyüktü. Gezegenimizin uydusunun çekim gücü, sadece okyanuslardaki gelgitlere değil, atmosferin ve toprağın da yükselip alçalmasına neden oluyordu. Yeryüzündeki pek çok doğal döngü, Ay'ın fazlarına kilitlenmişti. Üstelik kadim çağlardan beri insanın bedensel dengesinin ve davranışlarının Ay'ın hareketlerine bağlı olduğuna dair güçlü bir inanç da vardı.

En sevdiğim filmlerden Ay Çarpması'nın açılış şarkısında tarif edildiği gibi*, o akşam Bursa semalarında da Ay yusyuvarlak bir pizza gibi insanın gözüne çarpıyordu. Son derece tehlikeli bir durumdu bu çünkü esas kız Loretta'nın dedesine göre Ay, kadını erkeğe çekiyordu. Arkadaşları, dedenin bu sözlerine pek anlam verememişti ama Loretta, Ay, tepsi gibi en tepedeyken, evleneceği adam Johnny'nin kardeşi Ronny'ye âşık olmuştu. (*Orijinal adı 'Moonstruck' olan film, Harry Warren ve Jack Brooks yazdığı "That's Amore" adlı şarkıyla açılır.)

Ben Ay'ın mistik güçlerine biraz çekimser yaklaşıyordum. Bir kere an itibarıyla salonda kahvesini bekleyen şahsa beni çekmediği kesindi ama geceleri başımı kaldırıp da gökyüzüne baktığımda, gördüğüm sedefli cismin taş topraktan ibaret olduğunu bilsem de hayal etmekten vazgeçmemiştim.

Ay'ın bize hiç görünmeyen karanlık yüzü, ironik bir şekilde her yeni ayda komple aydınlıktı. Çocukken bunu öğrendiğim andan itibaren bizzat gidip Ay'ın o yüzünü görmek istemiştim. Aklımca böylelikle bu büyük gizemi çözmüş olacak, Ay'ın ben göremediğim için karanlık sandığım aydınlık yüzünü görebilecektim. Orada ikamet ettiğini düşündüğüm Ay Dede'yi de mekânında ziyaret etmiş olurdum böylece.

Ay'ın gökte yükseldiğini görüp yine gideceğim diye tutturduğum bir gün, annemin artık sabrı taştığından "İş çıkarma, gece gece ne işin var orada," demiş, bir güzel paylamıştı beni. Gece gece Ay'da işimin olamayacağı açıktı. Ay'a bir kadın ayak basmamıştı hiç. Ben mi basacaktım? Üstelik gece gece? Çıldırmış olmalıydım.

Annem, hayatımda edindiğim bütün paranoyaların biricik kaynağıydı. Felaket senaryoları yazmakta bir markaydı. Gece vakti dışarı çıkmak için aklını yitirmiş olman gerekirdi. Zaman kötüydü. Her an kaçırılabilir, akabinde öldürülebilirdin. Kadın olmak böyle bir şeydi: Sokakta, parkta yürümek, arkadaşlarınla dışarı çıkmak, arabaya binmek, toplu taşıma kullanmak, hatta yabancı biriyle kısa bir asansör yolculuğunu paylaşmak bile hep uzun uzun tartıp düşünmeyi, sonra bir kere daha düşünmeyi gerektirirdi. Hayal kurarken bile ölçülü olman gerekirdi ki ölçünün ayarına da kendin karar veremezdin, senin yerine çoktan karar verilmiş olurdu.

Ay'a gidecekmiş...

Ne var ki yıllar içinde aldığı hâliyle son derece ölçülü olduğuna inandığım hayallerimin, aslında çok da ölçülü olmadığının o akşam bilincine varmıştım. Kalbim ağzımda atıyordu. Gelenleri kapıdan içeri buyur ettiğimden beri beynimden aşağı kaynar sular birbiri ardına boca ediliyordu: Resmen istemeye gelmişlerdi beni. Daha yirmi yaşındaydım üstelik.

Mutfakta annemle kahve pişirirken, "Nasıl böyle görmeden etmeden direkt eve istemeye geliyorlar, aklım almıyor," diye söylendim. Osman Gazi ta 13. yüzyılda Yarhisar tekfurunun kızı Holofira'ya, oğlu Orhan Gazi'yle evlenmek isteyip istemediğini sormuştu. Kayı Boyu'nun âdeti böyleyken, 21. yüzyılda Gökdere boyunda benim babam, peşine görücüleri takıp eve getirmişti. "Hangi çağda yaşıyoruz, anne?"

Allah'tan annemin de pek hoşuna gitmemişti bu durum. Her sinirlendiğinde olduğu gibi beyaz teni boynuna kadar kızarmıştı. "Oğlan seni görmüş, beğenmiş. Babası da babanın çarşıdan kırk yıllık ahbabı. Hayır, gelmeyin, diyememiş baban." Ocaktaki cezveden bana dönen bakışları neredeyse özür diler gibiydi. "Bilmez misin babanı?"

Bilirdim.

Benim babam dünyanın en pamuk, en tontiş adamıydı ve Hırçın Kız'da kızını zorla evlendiren Baptista'nın aksine, umutsuz malını gözü kapalı ortaya süren bir tüccar değildi. Tabii, kimseye hayır diyememesi benim başıma dert açmamıştı daha önce. Hayatımda ilk defa nemrut bir babam olmasını diledim. "Şimdi salona çöreklenmiş oturuyorlarken hayır demek daha mı kolay olacak?"

"Kızın okulu daha bitmedi, der geçiştiririz, sen merak etme." Annem cezvedeki kahveyi aceleyle fincanlara paylaştırdı. "Hadi, şu kahveleri götür de bir an evvel içip evlerine gitsinler."

Annemin tavrı biraz olsun içimi rahatlatmıştı. Belli ki çaktırmadan benden kurtulmayı amaçlamıyorlardı. Babam da kibarlığından beni vermeye kalkmazsa korkulacak bir şey yok gibi gözüküyordu.

Fincanları tepsiye dizip mutfaktan çıktım, salona yöneldim. Sakinleşmek için eşikte derin bir nefes aldım. Salona adımımı atmamla birlikte bütün kafalar bana döndü. Nefret ederdim ilgi odağı olmaktan. Kahveleri dökmek pahasına gözlerimi tepsiden ayırmadım.

Misafirlerimizden ilki tombulca, esmer bir kadındı. Müstakbel kayınvalidem. Düşüncesi bile tüylerimi diken diken etmeye yetti. Kahvesini uzattığımda, "Tü tü tü maşallah. Pek de güzelmiş," dedi.

Duymazdan gelip yanında oturan kocasına da kahvesini verdim. Karısının aksine sıska, soluk tenli bir adamdı. "Teşekkürler, gelin hanım," deyince ters ters gözünün içine bakmaktan kendimi alamadım.

"İnşallah boğazınızda kalsın, kayınbabacığım," dememek için dudaklarımı birbirine bastırıp adamın yanında oturan, bire bir kopyası genç adama döndüm. Büyük oğulları olmalıydı. Onun da kahvesini verdikten sonra nihayet damat beyin önündeydim.

Hiçbirine benzemiyordu.

Oturduğu yerden bile hayli uzun boylu olduğu anlaşılan, açık kahverengi saçlı, ela gözlü, yakışıklı bir çocuktu. Ama oturuşunda bile beni gıcık eden bir şeyler vardı. Muhtemelen oturuşundan çok, emrivaki yapıp ailecek kapımızda bitmeleriyle ilgiliydi bu. Ukala, kendini beğenmiş bir tipe benziyordu. Kahvesini uzatınca, "Teşekkür ederim, Nil," dedi.

Cevaben içimden onun için de güzel temennilerde bulunacaktım ki adını bile bilmediğimi o an fark ettim. Gerçi çok da lazım değildi. Temennilerimi isimsiz de adrese teslim edebiliyordum.

İçimden sayarak ama görünürde herhangi bir tepki vermeden, sıradaki durağıma geçip ablama kahve uzattım. Karnı bugünlerde hafiften belirginleşmeye başlayan ablam, ikinci yeğenime hamileydi ve tam bir kahve tiryakisiydi. Açık kahverengi gözleri heyecandan ışıl ışıldı ve gelenlerden çok, uzattığım kahveyle ilgili görünüyordu; normalde tek bir fincan içse de bugün evliliğim şerefine bir istisna yapıp, acil durum hakkını kullanıyordu. Bu yüzden de ekstra heyecanlı olmalıydı.

Ailedeki tek çift kahverengi göz, ailenin en büyük çocuğu ablam Naz'a aitti. Dalgalı kahverengi saçları, hafif yanık teniyle akraba gibi bile görünmezdik. Henüz eve teşrif etmemiş abim Kürşat ne zaman ablamı kızdırmak istese evlatlık olduğuna dair imalarda bulunurdu. Bu da ablamı çıldırtmaya yeterdi.

Ailemizdeki en küçük çocuk, kardeşim Berk, asosyal bir ergen olduğundan misafiri gördüğü gibi odasına kaçmıştı. Onu fazla suçlayamazdım çünkü konunun muhatabı ben olmasam, ben de onun yaptığının aynısını yapardım.

Evet. Annemin deyimiyle bu zamanda hangi akla hizmet olduysa artık tam dört kardeştik.

Annemler bizi biraz zamana yaymışlardı. En büyüğümüzle en küçüğümüzün arasında tam on altı yaş fark vardı ve bence Berk'le ben çok da planlanmış çocuklar değildik. Gerçi annemle babam, abime bakıp daha iyisini başarabilecekleri düşüncesine kapılmış da olabilirlerdi ki bence daha iyisini başarmışlardı da.

Ablamın yanındaki göbekli azmansa eniştem İbrahim'di. Sempatik hamilelik olduğunu iddia etse de eniştemin göbeği artık sevimsiz ama kalıcı hamilelik olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Birinci çocukla ikinci çocuk arasında kilo veremediği gibi hızla almaya devam ediyor, duracağa da benzemiyordu.

Boşnak olmamız nedeniyle, doğru dürüst konuşmayı öğrenmeden hamur açmaya başladığımızdan, pitalar*, ružiceler** ve de türevleri genelde kocalara göbek olarak yansırdı. Bu da ister istemez eniştemin durumunu iyice ümitsiz bir vaka hâline getiriyordu. O da zaten Türk kasının ateşli bir savunucusu haline gelmişti son yıllarda, geri dönülmez bir yola girdiğinin o da fazlasıyla farkındaydı. (*Pita, Boşnak böreği. **Ružice, bir çeşit cevizli hamur tatlısı.)

Enişteme kahvesini uzatırken, kucağında oturan, teyzelik makamına ilk erişim nedenim, sarı cimcime Ela'ya göz kırptım. O da kocaman sırıtıp bana öpücük attı.

En başta, tekli koltukta kapıya yakın oturan babam, kapalı çarşı esnafı arasında Pamukçu Saffet olarak bilinse de, bu lakabının pijama-iç giyim işinde olmamızla ya da pamuk gibi bembeyaz saçlarıyla pek de alakası yoktu. Babam herkese elinden geldiğince yardım eder, yumuşak yüzlü olduğundan kimseleri tersleyemezdi.

Ve Pamukçu Saffet şu an bu salonda toplanmış olmamızın yegâne nedeniydi.

Kahveleri dağıttıktan sonra tepsiyi yemek masasının üzerine bırakıp bir sandalye çektim. Sandalyeyi olabildiğince kapıya yakın koymuştum ki babam ayıp olmasın diye beni vermeye kalkarsa, can havliyle kaçarken fazla vakit kaybetmeyeyim.

Arkamdan annem de salona gelip, bir sandalye çekerek yanıma oturdu. Bunu gören kayınvalide aday adayı kocaman gülümsedi. "Ee, Neclacığım, daha daha nasılsınız, şekerim?"

"Siz gelene kadar valla çok iyiydik, şekerim," diye atlamak yerine, susmaya kaldığım yerden devam edip kucağımda kavuşturduğum ellerimi izlemeye koyuldum.

Annem samimi görünse de yapmacık olduğunu anlayabiliyordum. Kadından, benim hoşlandığım kadar bile hoşlanmamıştı. "İyiyiz, canım." Bunun en büyük işareti de normal şartlarda asla kullanmadığı canım kelimesiydi. "Aynı koşturmaca işte. Siz nasılsınız?"

"Biz de valla gördüğün gibi, şekerim. Ailecek oturalım, konuşalım istedik. Aynı muhitin insanlarıyız ama bugüne kadar şöyle oturmak kısmet olmadı."

Ne büyük kayıp.

"Ya, öyle oldu maalesef," dedi annem yarım ağız.

Sonraki yarım saatte civardaki son dakika haberleri konuşulduğundan bir süre sonra beni tamamen kaybetmişlerdi. Esnemekten ağzım ayrılacaktı neredeyse. Bana sorulan bir soru üzerine annem dürtünce kendime ancak gelebildim. "Efendim?"

Müstakbel kayınvalidem, "Taylan tekstil mühendisliği okuduğunu söyledi, kızım," diye tekrarladı.

Demek adı Taylan'dı. Hangi bölümde okuduğumu nereden biliyordu bu pislik Taylan? "Evet, efendim. Uludağ Üniversitesinde tekstil mühendisliği ikinci sınıf öğrencisiyim."

"E mezuniyete bir şey kalmamış artık."

Bezgin bezgin yüzüne baktım. "Daha iki yıl var." Önümüzdeki birkaç haftayı saymazsak.

"Ah, kızım. Zaman öyle çabuk geçiyor ki." Omuzları sanki kanatları varmış gibi görünür biçimde gururla kabardı. "Taylan da makine mühendisi çıktı, kızım. Okula başladığı gün dün gibi aklımda. Bak, mezun oldu da askerliğini bile yaptı."

"Hayat hikâyenizi mi sordum, teyze?" diyemedim ya ben! "Ne güzel," gibi bir şeyler geveledim onun yerine.

Sonra ne olduysa Taylan'ın babası masaya muhteşem bir öneri getirdi. "Gençler bahçeye çıksın, tanışıp kaynaşsınlar. Sıkıldı çocuklar, hanım."

Kendi adıma son kısımda büyük hakkı vardı ama oğluyla ne tanışmak ne de kaynaşmak istiyordum ben!

***

Merdivenleri Taylan'ın önünden ikişer ikişer indim. Bahçeye çıktığımızda ben birkaç adım önde, Taylan da peşimdeydi. Arkamdan seslendi. "Yavaşla biraz. O yüzünün hâli neydi öyle? Gelişimiz seni memnun etmedi galiba."

Çok ayıp etmiştim doğrusu. Beyefendinin gelişini davullar zurnalarla kutlamalı, havai fişekler patlatmalıydım ki memnuniyetimi anlayabilsin. Yüzümü ona dönüp kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. "Memnun etmedi."

Memnun etmemesi dünyanın en acayip şeyiymiş gibi yüzüme baktı. "Elim yüzüm düzgün, mühendisim, askerliğimi de yaptım."

Yani daha ne istiyordum? Belamı mı? Sabırsız bir nefes verdim. Tane tane anlatmak gerekecekti anlaşılan. "Ben evlenmek istemiyorum." Adayın kalifiyeliğinden bağımsızdı yani kararım.

"İyi bir işim de var."

Zatıâlini kaçırırsam sonra başımı çok taşlara vuracaktım yani. "Olabilir," dedim kayıtsızca. "Eli yüzü düzgün, askerliğini yapmış, iyi bir iş sahibi herkesle evlenebilirim bu mantıkla."

"Millet de sanki sıra olmuş, bekliyor." Gülümsüyordu ama kayıtsızlığım karşısında sinirlenmeye başladığı, akşam karanlığı olsa da belli oluyordu. "Bulunmaz Hint kumaşı mısın? Kime bu havan, kızım?"

Densiz olduğu kadar doğru üslup kullanabilmekten de aciz bu şahıs, içinde bulunduğumuz durumdaki sorunu çok da kavramışa benzemiyordu.

Sinirden çıldıracak raddeye gelmeme rağmen sesimi yükseltemedim. Mahalle ayağa kalksın istemiyordum çünkü. "Ne havası ya? Hava mı zannediyorsun sen bunu? Hayır diyorum ya, hayır! İstemiyorum ben evlenmek falan. Tabii, önce bana sorma zahmetinde bulunsaydın, bilirdin bunu."

Taylan'ın o çirkin, kendinden emin gülümsemesi yüzüne yapışıp kalmıştı sanki. Elleri ceplerinde, lakayt yanıtladı: "Şimdi soruyoruz işte."

Lütfetmişti. Tüm ailesini toplayıp kapıya dayanmak ne zamandır evlilik teklifi yerine geçiyordu?

Bekleneceği üzere, sorusuna cevap vermemi beklemedi. "Baban da razı," diyerek oldubittiye getirdiği teklifini güzelce temellendirdi. En önemli kısım zaten babamı ikna etmekti, değil mi? "Çeyiz falan mesele değil. O yüzden bu kadar geriliyorsan yani... Hazırlığınız yoksa hallederiz. En kolay iş o. Sonra hemen yaparız düğünü."

Benim de esas derdim çeyiz işinin hallolmasıydı. Çok kafamı kurcalıyordu gerçekten! Çeyizi bir halletseydik!

Eh, o zaman izdivacımızın önünde herhangi bir engel kalmamıştı. Bugün nişanı da aradan çıkarıversek bari. Hazır babam da sesini çıkarmamıştı. Sesimi güçlükle kontrol ederken, "Ben seni hiç tanımıyorum," diye isyan ettim. "Adını yeni öğrendim!"

Omuz silkip, "Ben seni tanıyorum," dedi çok normalmiş gibi. Benim onu tanımamam izdivacımız için bir sorun teşkil etmezdi tabii. Ben de kim oluyordum? "Böyle 'istemem' tavırlarına girdin ama çok da abartma istersen. Kız evi naz evi, demişler de aynı semtin insanlarıyız." Çirkin gülümsemesi bir an meymenetsiz suratından kayar gibi oldu. "Şimdi böyle tanımazdan gelmeler falan..." Görünen o ki biraz incitilmişti. Hem de benim tarafımdan. "Daha geçen hafta markette fazla alacağım olmadığından, kasada önüne geçmeme izin verdin. Sonra önceki gün bankada gözümün içine bakıp gülümsedin." Allah Allah, neden öyle yapmışım ki? "Hiç anlam veremiyorum şimdi bu tavrına."

Resmen gönül koyuyordu bana.

Kafasında her ne yaşıyorsa artık, benim haberim hiçbir şekilde yokken, maşallah kendi kendine her şeyde bir mana arayıp bulmayı başarmıştı. "Sen manyak mısın? Seni ömrümde görmedim diyorum."

Sonra Freud çıkıp histeriyi kadınlara özgü bir hastalık olarak tanımlıyordu.

Taylan, "Mümkün değil. Görmemiş olamazsın," dedi yine sitemle.

Anlıyordum ki bu hikâyede erkek kahramanın karşısına çıkan kötü kadın da bendim fakat cinsimden ötürü bana layık görülecek histeriden mustarip olan oydu. Uğrumda yataklara düşüp ölmese bari. "Seni hayatımda ilk kez bizim kapıdan içeri girerken gördüm."

Hayal âleminde yaşamasına rağmen öleceğe benzemiyordu. Pis gülümsemesi, asık suratında yeniden şekillenirken bir adım attı bana doğru. "Madem öyle, ben sana kendimi tanıtırım."

Bu nasıl bir kendini bilmezlik seviyesi, nasıl bir yılışıklıktı? Dişlerimi sıktım, ellerim istemsiz iki yanımda yumruk olmuştu. "Ben tanışmak falan istemiyorum! Kusura bakma ama senden hiç hoşlanmadım!"

Bir adım daha attı bana doğru. Artık tehlikeli bir biçimde yakındık. "Tanıdıkça seversin."

Sanki benim öyle bir mecburiyetim vardı. Hiç kusura bakmasın ama Taylan öyle bir pırıltıdan yoksundu. Tanımasaydım belki sevebilirdim onun gibisini; dışı güzel, içi çürümüş insanlardandı çünkü.

Omzundan geri ittim ama yerinden kıpırdamadı. İstifimi bozmadan çenemi yukarı kaldırdım. "Hiç sanmıyorum." İşaret parmağımı burnunun önünde tehditkâr bir biçimde sallamayı ihmal etmeden, "Biraz daha yaklaşırsan bağırırım, bütün mahalleye rezil olursun," dedim densize.

Yazık, o ana kadar gördüğü muameleye o kadar inanamıyordu ki. "İçinden resmen şeytan çıktı kızım senin ya!"

Nasıl bir hayal kırıklığıydım belli değil. "Bu da sana ders olsun. Tanımadan etmeden insanların babalarına evlilik teklifinde bulunmazsın bundan sonra!"

"Uzaktan sessiz, yumuşak tavırlı bir şeye benziyordun. Alttan da alıyorum ama maşallah, her şeye söyleyecek bir sözün var. Biraz ılımlı olmazsan yanına kimse yanaşmaz senin," diye de uyardı beni sağ olsun. Ne var ki içimden şeytan çıkmasına rağmen, tehdidim yıldırmamış olacak, havadaki bileğimi sımsıkı kavrayıp suratıma tısladı. "Hele bir bağır. Bağır da kim kimi rezil ediyor, görürsün o zaman. Burada karanlıkta ne yapıyorsun benimle? Hiç mi korkmuyorsun görenler hakkında ne düşünür? Ayağını denk al. Mahallede adını çıkarttırma bana."

Toplumun beklentilerine ters düşen kadınları teşhirle korkutmak yüzyıllardır olan bir şeydi. Adlarının lekelenmesi kadınlar için büyük korku kaynağı olduğundan, başkalarının ne düşündüğü kadınların hayatında başroldeydi. Reddedemezdim; benim için de önemliydi başkalarının ne düşündüğü. Bizimki gibi herkesin birbirini tanıdığı yerlerde dedikodu kartopu gibi yuvarlanır, büyür sonra da önünde kim olduğuna bakmadan ezer geçerdi. İftira olduğu sonradan ispatlansa bile izi kalırdı – ateş olmayan yerden duman çıkar mıydı? Sanmıyorum.

Bir yandan Taylan'ı azarlarken bir yandan da yerin kulağı varmış gibi etrafı kollamam hep bundandı. Ve tecrübeyle sabitti ki o yerin kulağı da hep vardı zaten. "Sen geçmiş karşıma bir de beni tehdit mi ediyorsun?"

"Ailen iyi ama sen bu hırçınlıkla..."

Taylan 'biraz zor koca bulursun,' diye cümlesini tamamlayamadan bir rüzgâr çarptı yüzüme.

"Sen kimin adını çıkarıyorsun lan?!"

Taylan bir an karşımdaydı, bir anda puf oldu uçtu. Her zamankinden parlak bulduğum ay ışığı, Taylan'dan kalan boşluğu doldururken, kamaşan gözlerimi kırpıştırdım.

Ev kedileri kırgınlığımı bir kenara bırakıp, Shakespeare'e kulak kabarttığımda, Emilia, Othello'ya, Ay'ın Dünya'ya çok yaklaştığında insanları delirttiğini söylüyordu.

Az sonra olacaklar için başka mantıklı bir açıklama bulamıyorum:

Kafamı çevirdiğimde ağır çekimde havada uçan bir Fatih abi gördüm. Elinde de neye uğradığını şaşırmış bir adet Taylan vardı.

***

Fatih abi saniyeler içinde Taylan'ı yakasından tuttuğu gibi yere yapıştırıp üzerine kâbus gibi çöktü. "Kimi tehdit ediyorsun lan sen?" Taylan hık mık bile edemeden Fatih abinin birkaç yumruğu suratına gömülmüştü bile. "O lafları geldikleri yere tek tek sokmaz mıyım lan ben? İt oğlu it!"

Abim de önümden hızla geçip apartmandan gürültüye koşan Taylan'ın abisine daldı. Bir anda toz bulutlarının içinde kalmıştım. Çaresiz, bir sağımdaki toz bulutuna bir solumdakine baktım. Abim, Taylan'ın abisini ikiye katlamıştı bile. Fatih abiyse artık Taylan'ı değil, kanlı bir çuvalı dövüyordu sanki.

Yatsı namazından önce karşı caminin avlusunda abdest alan Nuri dede paçaları sıvalı, takunyalarla koşup gelmişti. "Oğlum, neler oluyor burada? Ne etti bu âdemler size?"

Arkasından Bakkal Niyazi abi koşup Fatih abiyi Taylan'ın üzerinden çekmeye çalıştı ama bir sinek kadar bile rahatsız edemedi Fatih abiyi.

Üst komşularımızdan muhasebeci Yusuf amca cama çıktı. "Oğlum, durun, n'apıyorsunuz?" İki toz yumağı arasında bir oraya bir buraya koşan Nuri dedeye seslendi: "Nuri amca, dur, sen karışma! Bir yerine bir şey olacak şimdi." Sonra elini camdan sarkıtıp kenara çekileyim diye bana işaret ederken, "Kızım, sen de uzak dur bu şuursuzlardan," dedikten sonra camdan kayboldu.

Zemin katta oturan emekli öğretmen Hayriye teyze de hemen cama çıkanlardandı. "Aa Fatih! Oğlum, dur, öldüreceksin oğlanı. Ay o kim? Aşağı mahalleden Taylan değil mi o? Ay yetişin, komşular! Kürşat, sen kimi dövüyorsun çocuğum? Ayıp değil mi? Hiç yakıştıramadım sizin gibi delikanlılara. Ayol yetişin! Komşular diyorum!"

Abim etrafta olan bitenden bağımsız, diğer köşeden Fatih abiye seslendi: "Fatih, bana da bırak biraz. Abisi kof çıktı. Pezevengin evladını biraz da ben döveyim."

Yusuf amca pijamalarla, kardeşi bizim karşı komşu avukat Hüseyin amca da atletle sokağa fırlamıştı. Niyazi abi bu kez Hüseyin amcanın da yardımıyla, Fatih abiyle Taylan'ın arasına girmeyi başardı.

Hüseyin amca omuzlarından tuttu Fatih abiyi, önüne geçti. "Oğlum, yeter." Fatih abi birkaç adım geriledi. "Hadi, oğlum. Akşam akşam başımıza dert almayalım."

Fatih abi, Hüseyin amcanın omzunun üzerinden nefes nefese konuştu. "Şerefsiz! Bu sana ders olsun. Seni bir daha bizim mahallede görmeyeceğim. Aileni de al, siktirin gidin, bir daha da gelmeyin!"

Hüseyin amca, Fatih abiyi bizim apartmanın girişine doğru çekti. "Tamam, oğlum, küfretme. Hadi, gel şöyle de biraz sakinleş."

Yusuf amca da çevreden koşup gelenlerle, Taylan'ın abisini, abimin elinden kurtarmayı başarmıştı o arada. Her şey saniyeler içinde olup bitmişti. Omuzlarım düştü. Karşımda vuku bulan deliliğe ağzım açık bakakaldım.

Merdivenlerden oflaya puflaya ancak inen müstakbel kayınvalidem de vuku bulan deliliği görünce çığlığı bastı: "Eşkıyalar! Şikâyet edeceğim hepinizi!"

***

Aslına bakılırsa Ay'ın fazlarına göre insanların aklını yitirebildiği, şiddete ve hatta cinayete meylettiği inancıyla ilgili öne sürülen teorilerin pek çoğu günümüzde çürütülmüştü. Dolunayda saldırı, travma veya intihar vakalarında ekstra bir artış gözlemlenmiyordu. Psikiyatrik vakalarda da herhangi bir artış yoktu. Olsa olsa bazen Ay'ın yeni ay ve dolunay evrelerinde insanların tansiyonları düşebiliyordu ki bunun tam tersini gösteren araştırmalar da mevcuttu.

Ve ben bu başıma gelenlerin, dolunay yüzünden abimin ve Fatih abinin düşen tansiyonlarına bağlı geliştiğini hiç sanmıyordum. Yani bu gece olanlarda Ay'ın pek bir suçu olmasa gerekti çünkü abimle ekürisi muhtemelen zaten deliydi.

Abimi ele alalım mesela. Davranışlarının sonucunu asla düşünmezdi. Sorumsuzun önde gideniydi ama tipi de düzgündü pisliğin. Nişanlısı Hilal abla çok muhtemel ki fiziksel olarak kendisinin taban tabana zıddı abimin boyuna bosuna, bir de gök mavisi gözlerine vurulmuştu. Hilal ablaya zaman zaman acısam da kendi kaşınmıştı. Hangi aklı yerinde kadın bilerek ve de isteyerek abimle evlenmeyi göze alırdı ki?

O da yaygarayı duyduğu gibi hemen koşup bizim evde almıştı soluğu. Şimdi abimin yanındaki koltuğa ilişmiş, abime sımsıkı sarılmıştı. Sanki abim barındırdığı hayati tehlikeye rağmen takdir edilecek büyük bir kahramanlık yapmıştı. Sataşıp bu mutlu ve mağrur tabloyu bozmamak için kendimi zor tuttum.

Zaten evimizin salonu ana baba günü gibiydi. Boşta koltuk kalmadığından yemek masasında oturan Fatih abinin yanındaki boş sandalyeye geçtim oturdum. Apartmandaki komşular, Fatih abinin ailesi, mahalleli, herkes toplanmış; yapılan durum değerlendirmesi sonucu dayağı yiyenlerin suçlu olduğuna oy birliğiyle karar vermişti.

Abim ve Fatih abi kendimi bildim bileli mahallenin ayrılmaz ikilisiydi, çok dile getirilen bir şey değildi ama deli deliyi çekiyor olabilirdi. Hem komşu hem kapalı çarşı esnafı hem de muhtemelen deli olmanın kaçınılmaz sonucu, çocukluklarından beri yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Arada bu geceki gibi aksiyon girişimlerinde bulunur, gündüzleri işler yavaşsa bütün gün tavla oynar, akşamları da halı sahaya gidip sıradan gecelerde kız kovalarlardı.

Tabii, abim nişanlanana kadar geçerliydi bu son kısım. Fatih abi kariyerine artık solo devam ederdi herhalde. Çok zorluk çekeceğini de sanmıyordum çünkü Arslanlar Kuyumculuk'un veliahttı Fatih Arslan mahallemizin önde gelen, yürek hoplatan yakışıklılarındandı.

Fatih abi kızların aklını başından alan düzgün fiziğini eski futbolcu olmasına borçluydu. Uzun yıllar Bursaspor'un altyapısında oynadı. Ta ki dizinden ciddi bir sakatlık geçirene kadar. Büyük bir ameliyat atlattı ancak dizi, profesyonel futbol oynayacak kadar iyi duruma hiçbir zaman gelmedi. O da mecburen bıraktı. Abimle ikisi hasta Bursasporludur hâliyle.

Gözlerim, Fatih abinin masanın üzerindeki ellerine kayınca Fatih abi ellerini masanın altına saklamaya çalıştı. Ama ben görmüştüm. Ellerinin üzerinde kurumuş kan lekeleri vardı. Kan ona mı yoksa Taylan'a mı aitti, anlayamadım. "Fatih abi, iyi misin sen?"

"İyiyim, merak edilecek bir şey yok," diye kestirip attı.

İnatla sordum: "Ben bir eline bakabilir miyim?"

Yersiz isteğim yüzünden koyu kahverengi kaşları çatılmıştı. "Yok dedim bir şey," dedi sertçe.

Ama beni ürkütmeye yetmedi. "Lütfen," diye direttim.

Ellerini tekrar masanın üzerine istemeye istemeye çıkardığında gözlerim şok içinde açıldı. Ellerinin üzeri paramparça olmuştu. "Abi, keşke o kadar vurmasaydın!"

Yüzüme ters ters baktı. "Çok mu üzüldün?"

Üzülmek mi? Ni-ho-ha-ha-ha! Hayatta en korktuğum şeylerden biri yanlış anlaşılmaktı ve ben gram üzülmemiştim. "Yok abi, ne alakası var?" dedim hemen. "Elin çok kötü olmuş, ondan diyorum. Ben ilk yardım çantasını getireyim, temizleyelim. Mikrop kapmasın."

Malzemelerle geri döndüğümde abim ekürisine takılmadan edemedi: "Ne o Fatih? O zibidi sana vurmayı başarabildi mi yoksa?"

"Sence? Ellerimde sıyrıklar var sadece. Sende yok mu?"

"Var. Erkekliğin şanından oğlum o. Hanım evladı gibi temizleteceksen hiç bulaşma bundan böyle kavgaya sen. Ben seni korurum."

Fatih abi karşı saldırıya geçemeden Hilal abla çığlığı bastı. O da abimin yara bere içindeki ellerini o an fark etmişti. "Ben görmedim onları! Vallahi mikrop kapacak şimdi."

Koşup ilk yardım çantasından birkaç malzeme çıkardı. Gülmemek için dudaklarımı ısırmam gerekti. Hanım evladı gibi temizlet şimdi ellerini abiciğim.

Ben de Fatih abinin yanına tekrar oturdum. "Uzat elini, Fatih abi."

İsteksiz uzattı.

Başımı iki yana salladım. Nasıl bu kadar sorumsuz davranabiliyordu? Zanaatkârdı sonuçta. Yaraları temizledikçe sıyrıkların derinliğini görebiliyordum. "Çok kötü olmuş ya..."

Fatih abinin bakışlarını üzerimde hissettim. "Ne ara bu kadar büyüdün sen de istemeye geldiler?"

Yüzümü buruşturup Fatih abiye bir bakış attım. "Aslında büyümedim, bunlar vakitsiz geldi." Elimdeki oksijenli pamukla yaraların üzerinden geçtim. "Acımıyor, değil mi?"

"Acımıyor."

"Sarsak mı acaba?"

"Yok artık daha neler."

O sırada kapı çaldı. Annem mutfaktan bağırdı. "Kızım, kapıya bak!"

"Bakıyorum, anne!" diye geri bağırdım. Kapıya koştum. Kapıyı açtığım gibi iki polisi karşımda buldum. "Buyurun, Memur Bey?" derken sesim içime kaçmış, kalbim ağzımdan fırlayacakmış gibi atmaya başlamıştı. Ne olduğunu tahmin etmek fazla güç değildi.

"Kürşat Sağlam ve Fatih Arslan hakkında şikâyet var. Burada oldukları bilgisini aldık. Bizimle merkeze kadar gelecekler."

****

İfade vermek üzere komiserin odasında beklerken Fatih yüzünü ovuşturdu. Nil kimdi? O lavuk kimdi? Hadsiz it.

Bir daha olsa bir daha döverdi.

O konuda hiçbir kuşkusu yoktu ama yine de neden bu kadar sinirlendiğine anlam veremiyordu. Çocuğu elinden zor almışlardı. Bıraksalar öldürecekti, öyle gözü dönmüştü.

Kürşat'ın ailesi kendi ailesi gibiydi. Onlara yapılan saygısızlığı kendine yapılmış sayardı. Zıvanadan çıkması o yüzdendi. Kesin ondandı.

Kesin.


                                                    


Fatih'in kafa gitti gidiyor, hadi hayırlısı ;) 

Bu bölüm kaçınılmaz biraz küfürlü, kusura bakmayın shkjfk

Instagram: @sezen.aksin


Continue Reading

You'll Also Like

1.2M 81.5K 58
Çilek Alança Yıldırım mı demeliyim yoksa sen mi gerçek ismini açıklamak istersin Çilek Alança Saruhan? 17 yaşında tam bir neşe patlaması olan Çilek...
1M 34.1K 57
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
109K 19.1K 15
oğlum sadece en sevdiği oyuncakları kırıyor. ben onun yok ettiği kumdan kalelerin kralıyım omegaverse, etl texting
EHVENİŞER By S. Nur Unat

Mystery / Thriller

3.1K 445 54
"Ehvenişer ne demek biliyor musun?" Diye sordum sesimi ifadesiz tutmaya çalışarak. Elleri ceplerinde camdan dışarıyı seyrediyordu. Gri gömleği, geri...