Mazi

By Ilknnnurr

4.8K 645 1.7K

Ben Mayıs Asil Karahanlı. Yirmi yaşında, gençliğinin başında, mental çöküşün ise tam ortasında duran kız. Doğ... More

1.Bölüm: 'Vasat'
2. Bölüm: 'Umursamaz'
3.Bölüm : 'Damat Ferit'
4.Bölüm: 'Kuralsız'
5. Bölüm: 'Ebubekir Sıddık'
6. Bölüm: 'Üzüm üzüme baka baka...'
7. Bölüm: 'Sahte Hayal kırıklığı'
8. Bölüm: 'Davet'
9. Bölüm ; 'Kontrolsüz'
10. Bölüm; 'Kısasa Kısas'
11.Bölüm; 'Bencil'
12. Bölüm; 'Sözleşme'
13. Bölüm; 'Vicdan Gösterileri'
14.Bölüm; 'Bill Gates'
15. Bölüm; 'Yükseliş'
17. Bölüm; 'Maske'
18. Bölüm; 'Şart'
19. Bölüm; 'Vicdan Ağrısı'
20. Bölüm; 'Yanılgılar'
21. Bölüm; 'Nedeni Olmayan Nedenler'
22.Bölüm; 'Aile Trajedisi'

16. Bölüm; 'Pudra Pembesi'

227 27 57
By Ilknnnurr


Uzun bir bölüm oldu. Umarım beğenirsiniz.

İyi okumalar dilerim aşkolar 💅🏼

❄️

"Benim bu güzellik şaka mı?"

Düzleştiriciyi yatağın üzerine attıktan sonra odanın yarısını kaplayan büyük aynaya baktım. Kendimi nadiren beğendiğim anlar vardı ve o nadiren dediğim anlara bu anda girmişti.

İflah olmaz, uzun dalgalı saçlarımı iki saatin sonunda düzleştirmiş ve hafif bir makyajla yüzümü güzelleştirmiştim. Giydiğim siyah blazer ceket ve siyah kumaş pantolon, makyajıma yanlışlıkla(?) çok uyumlu olmuştu. Altımdaki servet ödediğim -ödettirdiğim- topuklu ayakkabılarımdan bahsetmiyordum bile...

Bunu nasıl başarmıştım bilmiyorum ama gerçekten bugün çok güzel görünüyordum.

Kaos beni güzelleştiriyordu.

"Apo acilen bir imam bulup beni okutturuyorsun. Çünkü bu güzelliğe nazar değmemeli." Alt kattaki  yatak odasından hızlıca çıkıp rezidans dairemin mükemmel salonuna geldiğimde Apo'yu teras kapısının önünde buldum. Her zamanki gibi siyah takım elbisesiyle yakışıklılığını konuşturan Apo'nun kaşları çatıktı.  "Ne yapıyorsun orada, kız?"

"Teras kapısı açılmıyor." dedi Apo bana omzunun üstünden bir bakış atarak. Cam kapıyı bir kez daha zorladı. "Kilitli."

Tabii ki de kitli olacaktı. Dün komşum olduğunu öğrendiğim -hâlâ inanmak istemiyordum- Saffar Poyraz bey, terasın ağzını öptükten sonra sabah bir adam getireceğini ve kırdığı yerleri tamir ettireceğini söylemişti. Bende yedi yirmi dört terasta takılan Apo'nun, terastaki kırık cam parçaları görmemesi için kapıyı kitlemiştim. Ee bir de Saffar'ın yan komşum olduğunu öğrenmemesi içinde yapmıştım bunu ama neyse, bu ufak bir ayrıntıydı.

"Ay senin haberin yok mu? Dün terası ilaçladılar. Bir gün girmemiz yasak oraya..."

Apo duraksadı. "Terası mı ilaçladılar?"

"Evet."

"Ne için ilaçladılar?"

"Hamam böcekleri yüzünden." dedim aniden. "Hamam böcekleri basmış terası..."

Apo siyah gömleğinin yakasını düzelterek yapılı vücudunu bana doğru çevirdi. Yüzünde kuşkulu bir ifade, bakışlarındaysa ikilemde kalmış bir kuruntu vardı. Birkaç saniye yüzümü inceledi ardından parmaklarının arasındaki sigarayı masadaki kül tablasına bırakarak "Koskoca rezidansın kırk yedinci katını hamam böcekleri mi sarmış?" diye sordu.

"Evet."

"Mayıs..." Apo kaşlarını kaldırdı. "Sen bi halt mı yedin?"

Bu adam beni bu kısıtlı zamanda, nasıl bu kadar hızlı çözebilmişti? Aklım almıyordu cidden!  "Yoo?"

"Mayıs, sen bir halt yemişsin."

"Tövbeler tövbesi, hiçbir halt yemedim!"

Apo dişlerini gıcırdattı. "Terasta ne halt yedin? Çabuk söyle. Uğraştırma beni."

Omuzlarımı düşürerek "Tamam be, itiraf ediyorum! Bir halt yedim!" diye homurdandım. "Dün akşam alkol aldım."

"Alkol almadığın an yok ki." Apo gözlerini devirdi. "Ee?"

"Ee'si alkollüyken yanlışlıkla teras camını kırmışım. Bunu öğrenen rezidans yönetimide bir adam getirip yaptırana kadar teras kapısını kitleme kararı aldı." deyip gülümsedim. "Alkollü halimden korkup da kitlemiş olabilirler. Birkaç kere intihar edeceğim deyip ortalığı alevlendirdim de..."

Bu yalanıma inan Apo bezmiş bir tavırla "Yalnızca üç saat yoktum yanında ve sen bu üç saat içerisinde..." dedi ama cümlesine devam etmedi. Pişmiş kelle gibi sırıtan bana kitlenerek "Neyse, yorum yapmayacağım. Hazırsan çıkalım." diye çevirdi lafı ve yanımdan süzülerek geçti. "Hazırsan ve ayıksan çıkalım?"

"Ayığım ya. Vallahi. Bak, ayığım!" Kendi etrafımda bir kez döndüm. "İçmedim hiçbir şey... Bak! Ayığım. Dengem sağlam."

"Tamam."

Ağzımın içinde "Eroin hariç içmedim yani." diye gevelediğimde Apo dondu. Koyu renkli gözleri suratımda asılı kalınca güldüm. Bunu da kandırmak çok basit oluyordu ya. Safım benim... "Kız, şaka yaptım. Ayy, sendeki bu enayilik şaka mı ya? Ben uyuşturucu kullanmam, tatlım. Sakin ol."

"Bir uyuşturucu bağımlısını, okulundaki herkese babam diye tanımış birisin. Sence de buna inanmam çok normal değil mi?" diye sorduğunda ona geçmişimden bir şeyleri anlattığım için anlık pişman oldum ama yorum yapmadım. Koltuğun üzerinde duran siyah, zincirli çantayı alarak "Kalk siktirip gidelim şu herifin yanına." dedim sert bir tonda. "Ne konuşacaksa hızlıca konuşsun sonra buraya geliriz. Rezidans dairemizin keyfini çıkartırız."

"Hım, tabii." Sesi alaycıldı. "İçip içip yan terasın camlarınıda kırmaya gidersin. Keyif dediğin bu olsa gerek, ha?"

"Yan terasın camlarını değil de, terasın sahibinin kafasını kıracağım bu gidişle. Whatever..." diye fısıldadım. Bunu duymamıştı. "Kalk gidelim, hadi."

(*Her neyse)

Birlikte lüks rezidanstan çıkıp otoparktaki araca binerken düşünmeden edememiştim. Sabahın erken saatlerinde Mücahit adlı dedem, Apo'yu aramış ve ikimizle bir şey konuşacağını söyleyip benim girmemin yasaklı olduğu yalıya bizi davet etmişti. İlk başta ona duyduğum öfkeden dolayı bu teklifini red etsemde, sonra Apo beni gitmek için ikna etmişti. 'Belki de dedeniz yaptığı hataları fark ederek, sizden özür dilemek istiyor.' diyen Apo'nun dediklerine gram inanmamış olsamda onu kırmak istemedim ve dedemin görüşme teklifini kabul ettim.

Ayrıca Ekrem dayının durumunuda merak ediyordum. O adamın bizim yalının sınırları içerisinde kalp krizi geçirmesinin muhakkak bir nedeni olmalıydı ve ben bu nedeni ancak yalıya giderek -ağız arayarak- yapabilirdim.

Bu yüzden de dedemin teklifini kabul etmiştim.

"Kaybettiğin kıza dön bi bak, adlı kombinim nasıl?" diye sordum yalının önündeki boşluğa aracı park etmeye çalışan Apo'ya. "Simli vücut spreyi bile sıktım. Kombinim parlasın, dedem beni kıskansın diye."

Direksiyonu kırarak aracı usta bir manevrayla kaldırıma çıkaran Apo "Çok güzelsin, Mayıs." dedi samimi bir tonla. "Rahat ol, evsiz ve çulsuz biri gibi gözükmüyorsun."

"Tamam, cevabımı aldım." Apo aracı park ettiğinde araçtan inerek deniz kokan havayı içime çektim. Bu kokuyu özlemiştim. Yalılarla dolu olan sokak her zaman böyle mükemmel kokardı. Derin bir nefes alarak "Bir gün çok zengin olursam, bende yalı alacağım." dedim ve yanıma gelen Apo'yu süzdüm. "Sana da en güzel odayı vereceğim."

"Bana?"

"Evet, sana." Güldüm. "Sen sadece benim korumam değilsin. Sen şu kısıtlı zamanda bana korumadan daha çok abilik yapmış bir insansın. Sen olmasan... Ben bu konumda olamayacaktım." Apo duraksadığında onun koluna girdim ve yalıya yürümeye başladım. "Elbette zengin olursam ve yalı alırsam, o yalıdaki en güzel oda senin olacak."

Aramızdaki boy farkından dolayı kafasını hafifçe eğerek yüzümü inceledi. Koyu renkli gözlerinde anlam vermediğim bir ifade oturmuştu. Bu ifade onun mimiklerine yansımadı. Buruk bir tebessümü dudaklarına kondururken "Teşekkür ederim." dedi ve yalının bahçesindeki korumalara bir bakış atarak gözlerini bana geri çevirdi. "İçten söylüyorum bunu."

"Yok bir de yalandan söyleseydin." Kolundan çıkarak yavaşça omzuna vurdum. "Apo var ya ikimizede tam güzel bir anı yaşatacağım. Kurduğun cümleye bak ya! Yine sinirlerimi zıplattın he!"

Gülerek önüne geldiğimiz lüks dizaynlı beyaz kapının zilini çaldığında sessizce yan profilini süzdüm. Ne kadar belli etmemeye çalışsamda aklım dünkü olanlardaydı. Saffar ile yaşadığımız garip anlar bir yana... Apo'nun, Alex isimli biriyle Bulgarca yazışması beni dünden beri çok düşündürmüştü. Bu yazışmayı kötü algılamak istemeyen tarafım, iyi algılamak istemeyen tarafımla sürekli didişiyordu ve ben bu didişmeyi nasıl sonlandıracağımı bilmiyordum.

Şimdilik bu konu hakkında sessiz kalacaktım. Şimdilik tabii...

Yalının kapısı açıldığında bize kapıyı açan hizmetliye selam vermeden, onu çantamın köşesiyle iterek içeriye girdim. Düzleştirdiğim saçlarımı savurarak "Helloo! Yalıya girmesi yasaklı olan ışıltılı madde geldi!" diye tısladım. "Karanlıkta kalmış pis zihinleriniz parlasın biraz. Zeka fakirleri."

Avludaki çıplak heykellerin yanından dolanarak iki futbol sahası büyüklüğündeki salona girip durduğumda masadakilerin gözleri bana kaymıştı. Kahvaltı yapmakta olan mükemmel(!) aile(?) bireylerimi sağ baştan inceledim. Masanın başında, taht görünümlü lüks sandalyede dedem oturuyordu.
Bundaki koltuk sevdasının büyüklüğü beni  korkutmuştu.

Ağzına zeytin atmak üzere olan dedemden gözlerimi alarak çaprazında oturan, şirketlerin yeni varisi Mehtap'da kitlendim. Saffar tarafından henüz kaçırılmamış olan ablam, iş kıyafeti olduğunu blazer ceketinden anladığım bir kombinle masada oturuyor ve kahvaltı yapmaya devam ediyordu. Ceketinin altından yarım yamalak gözüken mini pembe elbisesiyle çok fazla hareket edemediğini fark etmiştim. Sanırım ablam frikik vermemek için çok kısıtlı hareket ediyor, zorunda olmadıkça insanlarla göz teması kurmuyordu.

Benimle göz teması kurmasının nedeni bu olmalıydı.
Frikik vermek istememesi... Allah aşkına o dar elbisenin içinde nasıl nefes alabiliyordu o ya? Alamıyordu galiba. Neyse...

Masanın sonunda oturan Talya'yı ve onun iddialı göğüs dekoltesini pas geçerek bakışlarımı ablamın yanında oturan, tekerlikli sandalyedeki -sakat kaldığını anladığım- Kemal'e diktiğimde kendimi tutamamış ve gülmüştüm. Gülüşüme kitlenen dedem tam bakışlarımı takip ediyordu ki arkamda takılan Apo "Günaydın." dedi. Dikkatleri üzerine çekmişti. "Nasılsınız Mücahit bey?"

Dedem dudaklarını araladı ama cevap veremedi. "İlahi adaletten payını almış bir aile için gayet iyi gözüküyorlar, Apocuğum." diye araya girdim. "Ay, babamın sakat kalması beni çok keyiflendirdi."

Kısık sesle kurduğum cümlemi yalnızca Apo duydu. Beni dirseğime dokunarak susturup "Nasılsınız Mücahit bey?" diye sordu tekrardan.

"İyiyim, sizi sormalı. Kaçak korumam ve saygısız torunum nasıllar?" Dedem gözlerini ikimizde gezdirdiğinde dayanamayarak tekrardan güldüm. Gözler üstüme çekildi. "Mayıs, lütfen." Apo uyarıcı bir şekilde beni dürttüğünde "Ne yapayım? Beni bi gülme tutuyor." dedim kısıkça. "Kemal'in tekerlikli sandalyesi beni çok güldürüyor."

"Lütfen, sus."

"Tamam." Ciddileşmeye çalıştım. Tabii bu imkansızdı. "Tamam. Gülmeyeceği..." Gözlerim tekrardan tekerlikli sandalyedeki babama kaydığında kendimi tutamayarak kahkaha atmıştım. Kırık parmaklarıma dikkat ederek ellerimi dudaklarıma bastırdığımda dedem "Neye gülüyorsun sen?" diye sordu sertçe. "Söyle, bizde gülelim."

"Bana gülüyor. Sakat kalmam hoşuna gitti galiba." diyen babam gerekli cevabı vermişti. Öfkeli bakan gözlerini benden bir saniye olsun çekmeyen babam kaşlarını çattığında kahkahamı zar zor dinginleştirmiştim. Gözümden akan yaşları parmak ucumla silip suya karşı dayanıklı olan rimelime bir teşekkür ettikten sonra olduğum yerde dikleşerek  "Sana gülmüyorum be." dedim. "Aklıma başka bir şey geldi." Nah sana gülmüyordum bu arada...

Buna inanmayan babam aynı öfkeyle beni süzmeye devam ettiğinde "Tekerlikli sandalyeyle drift atabiliyor musun?" diye sordum merakla. "Atabiliyorsan, seni Hızlı ve Öfkeli serisinin kadrosuna aldıralım diyecektim."

Dedem dişlerini gıcırdattı. "Mayıs."

"Kötü bir şey demedim ya. Sizde bana çıkışmayın hemen!"

Sessizlik. Birkaç saniye boyunca süren sessizliği bozma kararı alarak "Benim şeyim nerede?" diye sordum ve etrafa bakındım. "Şeyim yok benim?"

"Neyin?"

"Beni cinsel organından ıkınarak çıkaran kadının lakabı neydi?" diye sordum Apo'ya bir bakış atarak. "Herkes burada. O yok."

"Annen mi?" Apo duraksadı. "Annenden mi bahsediyorsun?"

"He o." diye onayladım onu ve bana tip tip bakan dedeme döndüm. "Annem olacak kadın nerede? Hiğh! Yoksa öldürdünüz mü?"

"Saçma sapan konuşma, Mayıs Asil."

"Doğru sen genelde öldürmüyorsun, bebekleri kaçırma huyun var. Çok şükür ki annemin bir günlük bebeği yok. Mazallah bebeği kaçırırsın falan... Uğraşamayız." dedim dedeme ithafen. Dedem anlık dondu. "Neyse, annem olacak şeytan nerede?"

"Edirne'de yaşayan teyzem hastalandı. Annem onun yanına gitti." diye açıklama yapan Mehtap bu açıklamasından bir saniye sonra pişman olmuştu. Eliyle ona oldukça dar gelen elbisenin göğüs kısmını tuttu. Sanırım konuştuğundan ötürü oldukça dar olan elbise onu sıkıştırmıştı. Nefes almayan Mehtap'ı aldırış etmeyerek "Anladım." dedim ve dedemde kitlendim. "Müco, sen niye bu lükslük kokan ama içindekiler yüzünden sefillikten geçilmeyen bu ortama beni çağırdın?"

"Bana bir daha Müco dersen..."

"Dedişko." diye düzelttim. "Sen niye ban yediğim ortama beni çağırdın?"

(*uzaklaştırma, yasaklandırma)

Dedem ağzına yeşil zeytin atarak ağır ağır çiğnemeye başladığında, bana olan -şu anki- bakışından dolayı bir kez daha benden uzaklaştığına sevindiğini anlamıştım. Beni kendinden uzaklaştırdığı için mutlu gözüküyordu ve bu mutluluğu yüzünün her karesinden okunuyordu. Çocuk hırsızı, şerro herif. Sanki ben onunla olmaktan çok mutluydum da bana bu duruşu sergiliyordu!

Neyse, sakinim.

"Kahvaltı ettiniz mi?"

"Kazık yedik, sayılıyorsa evet. Ettik."

"Mayıs, sus." Dedem gözlerini devirdi. "Abdullah gel oğlum bir şeyler atıştır."

"Sakın." dedim Apo'nun koluna yapışarak. "Zehirlidir. Yeme sakın. Güvenme bu adama..."

"Abartma." diyen ablam bu kelimesinden sonra tekrardan yüzünü buruşturup dar elbisesinin göğüsüne yöneldiğinde "Sen niye o kadar dar bir elbise giydin?" diye çemkirdim. "Yeminime Kurân, patlayacaksın Mehtap..."

"Senin dinin, imanın mı var, Kurândan bahsediyorsun?" diye atağa geçti Kemal. Çayından bana laf sokmasının(?) ardından keyifli bir yudum aldığında "Dedi olmayan abdestini, kadınların orgazm suyuyla bozan şahsiyet." diyerek çirkinleştim. "İmandan bahsedecek son insansın. Seks objesi seni! Beni getirtme oraya. O tekerlikli sandalyenin tekerliklerini alırım, senin götüne sokarım."

Babam afalladı. Benden bu atağı beklemiyormuş gibiydi. Bence beklemeliydi çünkü ona her zaman nefret dolu olacaktım. Bu nefret mezara girdiğimde bile son bulmayacaktı.

"Mayıs Asil Karahanlı!" diye bağırdı dedem. Öfkelenmişti. "Pisleşme! Bir gün pisleşme! İğrençleşme! Bir gün, bir gün! O ağzından hayırlı bir cümle çıksın! Bir gün ya! Bir gün!"

"Her cuma günü senin cumanı kutluyorum be! Al sana hayırlı cümle! Al! Ayrıca ilk Kemo başlattı!" diyerek kendimi savunduğumda ortamdaki Talya "Sus artık." dedi tok bir sesle. "Konuştukça batıyorsun."

"Götüne mi batıyorum, canım? Sen seversin bir şeylerin götüne batmasını..."

"Mayıs Asil!" diye bağıran dedem ayağı kalkınca panik yaparak Apo'nun arkasına saklandım. Apo sanki bu anı bekliyormuşçasına iki elini arkaya yönelterek arkasında kalmamı sağladığında "İkinizde çalışma odama çıkın ve beni bekleyin!" dedi dedem sertçe. "Reziller."

"Apo ne yaptı da çoğul konuşuyorsun ya?"

"Asil çık odaya, beni çıldırtma!" diyen dedemi daha fazla kızdırmamak için sessiz kalmıştım. "Çık!"

"Hepinizden nefret ediyorum." dedim sessizliğimi iki saniye içinde bozarak. "Apo hariç!"
Apo gergin ortamda gözlerini gezdirdikten sonra beni kolumdan tutarak nazikçe merdivenlere yöneltti. Yalının ikinci katına çıkıp deniz manzaralı odalardan birine girdiğimizde Apo kapattığı kapıya bir bakış attı ve kolumu bırakarak bana döndü. Kaşları çatılmıştı. "Çeneni tutamıyor musun?"

"Tutamıyorum, canikom." Geldiğimiz geniş odayı süzerek ahşap masanın önünde deri koltuğa oturdum ve bacak bacak üstüne attım. "Burası dedemin çalışma odası mı?"

"Evet."

"Oğlum, ne çalışma odası ya? Yalan söylüyor. Şu Fransız balkondan sarkıp sahildeki bikinili kadınları süzmüyorsa bende hiçbir şey bilmiyorum." dedim odadaki balkonu çenemle işaret ederek. Apo'nun çatılan kaşları gevşemişti. Belli belirsiz bir şekilde tebessüm etti. Espirilerimi seviyordu. "Mayıs, lütfen sus."

"Tamam. Sustum." Dudaklarıma hayali bir fermuar çektiğimde odanın kapısı açılmıştı. Gelenin kim olduğunu bildiğimden gözlerimi açık duran balkon kapısından çekmedim. Deniz manzarası, dedemin botokslu suratından daha hoş bir manzaraydı. Açık ara farkla...

"Mayıs derdin ne?"

Dedemin konuya hızla girmesi, beynimi anlık duraksatmıştı. "Ha?"

"Derdin ne? Derdin?"

"Derdim? Ha... Hangisinden bahsedeyim, Müco?" diye sordum dedemin masadaki sandalyeyi oturmasını göz ucuyla izlerken. "Çok var."

"Şu tavırlarından bahset mesela. Derdin ne, evladım? Millete laubali bir şekilde davranarak ne yapmayı düşünüyorsun?"

Tek kaşımı kaldırdım. "Kime laubali davranmışım?"

"Bana!" diye bağırdı sesini yükselterek. Gözlerimi arkamda dikilmeyen başlayan Apo'ya anlık dokundurarak dedeme doğru döndüm. Öfkeliydi. Yüzü öfkeyle bütünleşmişti. Her zamanki gibi... "Bu davranışların nedeni ne?"

"Bilmem. Sen söyle. Acaba nedeni ne?" diye sordum ve onun cevap vermesine izin vermeden ekledim. "Küçücük bir bebeği kaçırmandan dolayı olabilir mi?  Ya da yaptığın bu yanlışı düzelttim diye beni mirastan feragat etmenden dolayı olabilir mi? Ya da beni yalıdan uzaklaştırmandan dolayı olabilir mi? Benim bu davranışlarımın nedeni bunlar olabilir mi acaba, Mücahit Karahanlı?!"

Dedem duraksadı. Koyu kahverengi gözleri yüzümün her bir karesinde dolanırken oturduğu yerde dikleşerek "Benim doğrularım var, Mayıs." dedi daha sakin bir sesle. "Bu doğruları kabul eden herkes ödüllendirilir. Kabul etmeyen de hayatımdan çıkar. Bu kadar basit."

"E o zaman ben senin doğrularını sik..." diyecektim ki Apo omzumu yavaşça sıkınca dudaklarımı birbirine bastırdım. Öfkelenmemeye çalışarak "Ben kabul etmiyorum." dedim. "Ne senin doğrularını ne de aşağıdaki şerefsizlerin doğrularını kabul etmiyorum."

Dedem gözlerini devirdi. "Etmiyorsan etmiyorsun. Sana et diyen olmadı zaten."

"Edersem en adi orospu olayım. Etmiyorum."

Dedem zümrüt işlemeli olduğunu düşündüğüm yüzüğünü masaya vurarak "Bak! Bundan bahsediyorum!" diye hırladı. "Benimle bu şekilde laubali konuşamazsın! Ben senin dedenim! Aramızda ne geçerse geçsin, bana saygı duymak zorundasın!"

Gözlerimi kısarak "Kusura bakma, saygı öylece duyulmaz. Hak edilir. Önce saygımı hak et sonra sana saygı duyarım." dedim kuru bir sesle. "Gerçi sen saygı nasıl kazanılır onu da bilmiyorsun ya."

"Mayıs Asil Karahanlı!" diye bağırdı. "Beni çıldırtma!"

Çıldırması ne kadar umrumdaydı? Hiç. Hiç umrumda değildi.

Onu aşağılayıcı bakışlarımla, sessizce süzmeye devam ettiğimde parmağındaki -servet değerinde olduklarını bildiğim- altın yüzükleri okşayarak "Kabul ediyorum. Benimde hatalarım oldu." dedi daha sakin bir sesle. Kabul ediyor muydu? "Ama ben hatalarımın arkasında, kaya gibi duran bir insan değilim, Mayıs. Hatalarımı kabul etmemezlik yapmam. O hata benimdir, bir hatadır ve düzeltebiliyorsam en kısa zamanda düzeltirim."

Götümle gülebilsem, dedemin bu sözlerine gülerdim bu arada. Özellikle hatalarımı düzeltiyorum kısmı çok komikti. Çünkü o hatalarını düzeltmiyordu. Ben onun hatalarını düzeltiyordum ya da dedem hatalarının üstünü parayla kapatmaya çalışıyordu ki iki şekilde de bu bir düzeltme sayılmazdı.

Şakacı moruk. Yine yapmıştı şakasını...

"Seni buraya çağırmamın nedeni de aslında bunlarla bağlantılı." Dedem oturduğu yerde dikleşti. "İkimizde karşılıklı olarak, birbirimize hatalar yaptık. Bu hataların aramızı bozduğunu biliyorum ama bu bozukluk, bizi düşman yapmaz. Biz seninle aynı kanı taşıyoruz ve ister inan, ister inanma ben seni çok seviyorum."

'Ne anlatıyon be abla, gözünü seveyim be abi?' diye soran içimdeki Mayıs alkolik bir kahkaha atarak bende kitlendi. 'Adam bizi sokağa atmaktan beter etti lan. Ne anlatıyor bu?'

Ne içimdeki Mayıs'a ne de dedeme bir cevap verdim. Gözlerimi dedemin gerginleşen suratından çekmediğimde konuşmaya devam etti. "Bir yanlış yaptım. Senin gibi özgür ruhlu birine bu kadar sorumluluk yüklememem gerekiyordu. Belki de bu yüzden aramız bozuldu." dedi ve bekledi. "Demek istediğim şey, seni tekrardan özgür bırakmak istiyorum ama bu sefer... Seni parasız bırakmayacağım. Babanın sana yaptığını, ben sana yapmayacağım, Mayıs."

Siyah ceketinin cebinden, mor bir kart çıkartıp masaya bıraktı. Ruhsuz gözlerimi kredi kartı olduğunu düşündüğüm mor karta anlık dokundurup ona döndüm.

"Şifresi senin doğum tarihin. İstediğin gibi harca, istediğin gibi ye, dolaş, gez, konakla... Yeterki parasız kalma. Ve ailene karşı olan saygından ödün verme. Saygılı, uslu bir hanımefendi ol. Tamam mı? Senden tek isteğim bu."

Sustu. Aslında onun kendi isteğiyle susması iyi olmuştu çünkü daha fazla sesini duymak -onu zorla susturmak- istemiyordum. Ayrıca dedem konuştukça Dora'nın ne kadar haklı olduğunu anlıyor ve bu haklılığı kafama bir balyoz darbesi gibi inmesine katlanamıyordum. Evet Dora haklıydı. Ben başımı her okşayan insanın, sahte sevgisine inanan aciz bir zavallıydım.

Aciz bir zavallı olduğumun yürüyen, canlı kanıtı da bana kredi kartıyla sus payını teklif eden dedemdi. Dedem, Dora'nın bana kurduğu cümlenin haklılığını varlığıyla savunuyordu; hemde bunu istemsizce yapıyordu.

Sınırsız kredi kartını bana vermesinin asıl nedeni beni susturmaktı bir başka deyişle beni egale etmekti. Kartı bana ayağının altından çekilmem ve köşeye sinerek susmam için vermişti. Onun düşmanlarıyla işbirliği yapmamamı, arkasından kuyu kazmamamı, alkolik hayatıma kaldığım yerden devam etmemi ve bu sahte sevgi rolünü yutup ona ihtiyacı olduğu her anda destek olmamı istediği için vermişti.

Ben ne ahmak ne salak ne de aptal bir insandım. Aksine neyin ne olduğunu, olan şeyin nereye bağlandığını herkesten önce kavrayabildiğim için kendimi alkole vermiş, beynimi susturmaya çalışmıştım. Pek başarılı olamamıştım ama neyse...

Dedem beni ahmak zannedebilirdi. Salak yerine koyabilirdi. Aptallığımla oynayabilir hatta ve hatta parasıyla beni ezebilirdi. Kolaylıkla sevgi açlığımı kapatarak bana istediği her şeyi yaptırabilmesinden hiç bahsetmiyordum bile. Ama dedemin bunları yaparken unuttuğu bir şey vardı.

Kartal gözünü açmıştı.

"Peki, sağol." dedim buz gibi bir sesle. "Bu kartı ve söylediklerini kabul edeceğim ama senden çok küçük bir isteğim var."

Sus payını kabul etmeme memnun olmuş dedem yamuk bir tebessümle, "Ha böyle uysal ol, canımı ye." diye mırıldandı. "Ne istiyorsun bakalım?"

"Apo bundan sonra bana çalışacak. Kalıcı bir koruma olacak ve sen Apo'nun maaşına zam yapacaksın. Ne veriyorsan, ona üç katını vereceksin."

"Mayıs hanım, buna gerek yok." diye araya giren arkamdaki Apo'yu tek el hareketimle susturduğumda dedemin tebessümü silinmemişti. Benden kurtulduğuna içten içe sevindiğini bildiğim dedem "Anlaştık." dedi ve gözlerini Apo'ya çevirdi. "Abdullah oğlum, sen Mayıs'la çalışmayı istiyor musun?"

Bir de istemeseydi?

"Mayıs hanımla çalışmayı istiyorum elbette. Hem bir korumaya sizden daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Malum sürekli kavgaların içinde ya da çevresinde bulunuyor ya." diye mırıldanan Apo, ona gerekli cevabı verdiğinde dedem "Hay hay." dedi ardından mor kartı çenesiyle işaret etti. "Senin bu küçük anlaşmamızdan sonra uslu olacağına ve bana sorun çıkarmayacağına inanıyorum, Mayıs. Al kartını, al Abdullah'ı da, istediğin gibi takıl. Yeterki sorun çıkarma, tamam mı?"

Ben senin hayatını sikmez miyim? Bekle, sen. Bekle... Sadece bekle.

Onun dudaklarına kondurduğu gibi sahte bir tebessümü dudaklarımı kondurup mor kredi kartını aldım ve ayağı kalktım. "Ne diyorsan okeyim. Neyse bay, aşko."

"Görüşürüz." dedi dedem. "Dikkat edin kendinize."

"Sen dikkat et kendine. Bize bir şey olmaz. Yaşımız senin gibi doksan, aklımızda noksan değil sonuçta."

"Anlamadım? Bir şey mi dedin, Asil?"

"Yok yok. Bay." deyip kredi kartını çantamın içine attım ve şaşkınca bana bakan Apo'yu süzüp yanından geçerek odadan çıktım. Kapıyı kapatarak arkamdan gelen Apo "Çok sakindin. Ne oldu?" diye sordu. "Sana az önce teklif ettiği şeyi anlamadın mı?"

"Salak salak konuşma, Apo. Anladım tabii ki. Sadece salağa yattım. Yoksa dedemin beni parayla satın almaya çalıştığını anlamayacak kadar malak değilim." Kapıya bir bakış atıp koridorun ortasında durdum. "Biz bir süre uslu durup salak rolünü oynamaya devam edelim, okey?"

"Okey de... Sonra ne yapacağız?"

"Sonrasını sonra görürsün. Şu an dedem dahil kimseyi karşıma almak istemiyorum. Biraz dinleneyim. Yoruldum. Mükemmel olmak çok yoruyor insanı..." Dudağımı büzüştürdüm. "Ekrem amcayı sormayı unuttum da neyse, akşam Ares'i ararız. Olmadı yanına gideriz."

Apo kafasını salladı. "Peki şimdi ne yapacağız?"

"Sence ne yapacağız? Sınırsız kredi kartımız var. Tabii ki önce bana İphone'nun son model telefonlarından birini alacağız sonra da alış veriş... Buy me Prada, Balencıaga, aşko. Bu arada kıskanma, sana da bir şeyler alırım."

Güldü. "Maaşıma zam yaptırdın zaten. Bana daha ne alacaksın?"

Bir an durdum. Aklıma gelen şeyle dudaklarımdaki sahte tebessüm büyük bir sırıtışa dönerken Apo bu sırıtıştan korkmuş olacak ki "Aklına ne geldi?" diye sordu aniden. "Lütfen, başını belaya sokacak bir şey gelmesin. Mayıs, lütfen. Bak daha yeni atlattık onca zevali!"

Berkcan Güven'in kardeşine zorbalık yaparken ki zevkli ifadesini yüzüme kazırken "Tek bir şey soracağım." dedim ve yalının merdivenlerine yöneldim. "Babam olacak pezevenk dışında tanıdığın bir galerici var mı?"

❄️

                                   Twitter(X)

@AşkologAsil: Selamın Helloo, uzun bir aradan sonra Asil is back beaches! (Evet İngilizce özürlülüğümden değil, bilerek bitch yazmadım çünkü dava ediyorsunuz bana sürtük dedi bu diye. Hiç uğraşamam)

@AşkologAsil: İki saat önce İphone 15, pudra pembesi renkli müko telefondan aldım, mutluyum. Bu mutluluğumu sizlerle paylaşmak istedim. Alırım bi güle güle kullanınızı ve Allah analı babalı büyütsünüzü 💅🏼

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: İphone 15 mi? Parayı nerden buldun, köpek? Banka mı soydun aw

@AşkologAsil: Hayır? Dedem kredi kartını verdi.

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Siktir, maymun götü. Yalan söyleme.

@AşkologAsil: Üff, ne yalanı ya? Bi susta takipçilerimle dedikodu yapayım.

@AşkologAsil: Neyse, telefonu aldıktan sonra dedim ki bu kadar mutluluk bana yetmez. Hazır dedemi iflas ettirmeye çalışıyorum hemen pudra pembesi müko telefonuma uyumlu bir şey daha aldım. 😏

@AşkologAsil: TA DAAAAA!


@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Oğlum dalga mı geçiyorsun la?

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Bunu almış olamazsın. Hayır. Yalan söylüyorsun. Yalancı...

@Piremssees: Asil abla şaka mı?

@Tuvaleterliğiii: Dalga geçiyor bence. Bunu almış olamaz :)

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Ya yalan söylüyor be. Almamıştır.

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Almamıştır değil mi?

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Biri bir şey söylesin! Almamıştır değil mi?! BENDEN ÖNCE BU KADAR ZENGİNLEŞMEMİŞTİR DEĞİL Mİ?

@AşkologAsil: Kudur köpek. Ablanın pudra pembesi bir Audisi var 😏 ha bir de pudra pembesi bi motor aldım.

@tugbaaaaaa: Ne aldın ne?

@Edirsz: Ne almış ne? Motor mu dedi?

@Edaamabirelli: Kız dört ay önce param yok diye sesli yayınlarda ağlıyordun. Bira parası topladığın günleride bilirim. Ne motor alması? Ne arabası? Asil sen parayı nerden buldun?

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: La kara para mı akladın amk. Banka mı soydun?! Kumar mı oynadın?! O paranın kaynağı nereden geliyor? Deden siksen vermez sana o parayı... Hele yaptıklarından sonra asla.

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Engin Polat'ı mı kandırdın aq. Nerden buldun bu parayı? Araba, motor, iphone 15... Olum aklıma kötü kötü şeyler geliyor.

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Asil... Polat ailesine katılmadım de. Nolur, dolandırmadım milleti de. Lütfen.

@AşkologAsil: Ben, iphone15'im, pudra pembesi arabam ve pudra pembesi motorum asla milleti dolandırmayız;

@AşkologAsil: Apocuğum benim için çıkartma bile eklettirdi 😏

@Dalinnn: Aga çözdük olayı. Bu zengin koca bulmuş. Apo abi, kuma lazım mı?

@AşkologAsil: Apo benim kocam değil, favori dostum, manevi abim ve korumam 💕Ayırca kes sesini. Oraya gelirsem ağzını yırtarım 😇 kaşar seni. Yedirir miyim Apo'yu size? Nah. Best friendim Apommm 🤍

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: YA EHLİYETİN BİLE YOK AMK SEN NİYE BUNLARI ALDIN?!

@AşkologAsil: Bir dakika, bir dakika... Araba ve motor kullanmak için ehliyet mi gerekiyor? Kim söylüyor bunu?

@Piremsses: Türkiye Cumhuriyeti kanunları?

@AşkologAsil:  Aga yeni yeni iş çıkartıyorlar başımıza ya. Offf ne ehliyeti! Bir de ehliyet mi alacağım?

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Ya Asil... SEN BENİ ÇILDIRTMAK MI İSTİYORSUN? BEKLE GELİYORUM AQ ADRES AT NERDEYSEN

@AşkologAsil: Şey 🥺 Rezidanstayım... Dairem var rezidansta...

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Ne?

@Tuvaletterliğii: Ne?

@İboama1.99: Ne?

@Sejlis: nE?

@AşkologAsil: üst kattaki salonumun manzarasî böyle


@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: YA NASIL YA? PARAYI NERDEN BULDUN?! AMK YA DOLANDIRICI OLDUN YA DA FACEBOOKTAN YAŞLI AMCALARA NUDE MUATTIN? İKİSİNDEN BİRİ AMK

@AşkologAsil:


@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Allah senin cezanı vermesin ya, bana mesaj at. Adres ver bana amk

@AşkologAsil: Timam.

@AşkologAsil: Bu arada buradan dedeme sesleniyorum biliyorum asla görmeyecek ama... Kredi kartının amına koydum, darısı Talya'ya koymanın başına 😘

*58.369 beğeni aldınız*

"Feci kudurdu." Gözlerimi mükemmellik harikası olan telefonumdan alarak Apo'ya çevirdim. Tekli koltukta oturan, erkeksi bir şekilde bacak bacak üstüne atmış olan Apo'nun gözleri telefonundaydı. "Dora buraya geliyor. Aldıklarımı duyunca bi kudurdu! Bi kudurdu! Görmen lazım."

"Kim olsa kudurur." dedi Apo. "Rezidans parkında sana ait lüks bir araç ve motor var. Ama ehliyetin yok."

"Bu kudurulacak bir durum, evet." Gülerek telefonu sehpaya bıraktım ve Apo'nun oturduğu koltuğun dibinde durdum. Gözleri hâlâ telefondaydı. Daireye geldiğimizden beri o gözlerini telefondan çekmemişti. "Kör oldun, kız. Ne yapıyorsun?"

"İş." diye yanıtladı.

"Üf! Bende iş yaptım ama bu kadar uzun sürmedi." Kolunu dürttüm. "Kalk hadi, onarılmış terasımıza çıkıp aşağıdaki parkta dolanan milletin kafasına tükürelim."

Bence fikrim gayet güzeldi. Apo bu mükemmel fikrimi cıklayarak red ettiğinde bakışlarımı terasın camına çevirdim. Saffar gerçekten de korkulukları onarmış ve yeni bir cam taktırmıştı. Bunun dışında garibime giden bir şey vardı. Teraslarımızın arasındaki cama siyah film çektirmişti. Yani ne o beni görecekti ne de ben onu... Böyle bir şeyi neden yapmıştı bilmiyorum ama bundan hiç hoşlanmamıştım.

Çünkü... Çünküsü yoktu, sadece hoşlanmamıştım.

Bir de siyah film, terasımı çok kapatıyordu ve ten rengimle uyumlu değildi.

Tenim ne alakaydı? Bende bilmiyorum.

"Sen yukarıdaki odada uyuklarken Burhan beyin çalışanlarından biri beni aradı." dedi Apo aniden. Gözlerimi terastan alıp ona çevirdim. "Dün akşam üç hesaba edit videoları yapmışsın. Çok beğenilmiş."

Tek kaşımı şüpheyle kaldırdım. "Ee?"

"Ee'si bu kadar. Seni taktir etmek için aramışlar." Apo üst dudağını yaladı, tebessüm etmemek için direniyor gibiydi. "Ha unutmadan, senin yeni aldığın telefonun numarasını onlara verdim. Beni rahatsız etmesinler diye."

"İyi bok yedin."

"Teşekkürler." deyip telefonuyla -mesajlaşıyordu- ilgilenmeye devam ettiğinde "Bırak onu bunu. Sen Ares'i aradın mı?" diye sordum. "Ekrem dedişkosu iyi miymiş?"

"Aradım. Ekrem beyi kontroller için hastaneden çıkartmamışlar ama gayet iyiymiş. Ares'e ziyarete gelelim mi diye sordum. Hastane enfeksiyon riskine karşı ziyaretçi almayı red ediyormuş."

Ekrem dayının iyi olması beni sevindirirken, sevincimi saniyeler içerisinde askıya alıp "Tamam. Sen çiçek yollattırdın mı hastaneye?" diye sordum  "Galerideyken sana söylemiştim ya. Çiçek yollat diye."

"Yollattırdım, Mayıs."

"Beyaz lale yollattırdın inşallah?" Evet, beyaz lale benim çizgilerimden biriydi. Ayrıca favori çiçeğimdi. Sevdiğim ve saygı duyduğum insanlara verirdim genelde. Şimdi fark ettim de... Ekrem dayı haricinde kimseye beyaz lale vermemiştim. O adamı nedensizce -bu kadar çok- benimsemem beni anlık duraksattı.

"İstediğin gibi beyaz lale yollattırdım, evet."

" 'Geçmiş olsun, dayıların en kalplisi.' adlı kartı yazdırdın mı?" diye sordum onun yanağına demirli parmaklarımla yavaşça vururken. Kırık parmaklarım bu hareketimle sızlasa da gün geçtikçe iyileştiklerini hissedebiliyordum. "Yazdırdın mı?"

"Yazdırttım, Mayıs." Apo mesajlaşma merasimine devam ederken ufak bir tebessüm etti. Bu gözümden kaçmamıştı. "Merak etme."

"Ekrem dayının neden bizim yalıda kalp krizi geçirdiğini öğrenebildin mi? Yani bi nedeni var mıymış? Herhangi bir kavga, gürültü, patırtı olmuş mu?"

Apo ofladı. "Bilmiyorum, öğrenemedim."

"Peki. Ares'e sordun mu? Bi istekleri var mıymış?"

"Sordum. Yokmuş." diye yanıtlayınca onun telefonuna kitlenmiş gözlerini süzerek "İyi." dedim ardından kafamı dikleştirdim. "Sevgilinle yazışman bitti mi?"

"Hayı..." Apo durdu, gözlerini telefondan ışık hızıyla aldı ve bana çevirdi. Sırıttım. Onunla eğlenmeyi çok seviyordum. "Sevgilim yok."

Dilimi şaklattım. "Ama flörtün var?"

"Yok."

Sırıtışımı genişlettim. "Yalan söyleme, Apo. Ya flörtün var ya da iş altında bi bok çeviriyorsun. Bu telefona takılı kalma meselelerini çok iyi bilirim. Şarj başında beklemeler, gözlerin kızarana kadar mesajlaşmalar, hafif tebessümler falan... Yakında tuvalete telefonla gider, beş saat çıkmazsın. Manitaya nude atma başlar, bilmem ne. Oh!"

Esmer teni giderek beyazlaşırken gerildiğini anlamamak için salak olmak gerekiyordu. Apo gerilmişti. Hemde çok... Sol eliyle gömleğinin yakasını çekiştirerek telefonu pantolonun cebine attığında "Noldu, kız? Gerildin." dedim alayla. "Yenge adayımla konuşmanı mı böldüm yoksa?"

"Ben çıkıyorum." Ayağı kalktı. "Akşama gelirim. Sana Dora ile iyi eğlenceler."

"Aha yenge adayıyla date'mi çıkıyorsun?"

"Yenge adayın yok, Mayıs." Dış kapıya yürüdüğünde arkasından giderek "Yalan söyleme! Yenge adayım var! Olmasa bu kadar gerilmezdin!" diye seslendim. "Hemen bana CV'sini atıyorsun yenge adayımın!"

Kapının önündeki askılıktan paltosunu alarak üzerine geçirdiğinde gerginlik seviyesinin arttığını fark etmiştim. Ayağımdaki topukluları zemine sürterek yanında durup "Yenge adayımı görmek istiyorum. Acil." diye tısladım. "Tipini beğenmezsem, görüşemezsin. Ayrıca kesinlikle boyu 1.65 ve aşağısı olmalı. Benden uzun yenge istemiyorum. Kıskanırım."

"Mayıs, Allah rızası için sal beni." Paltosunu ilikleyerek boy aynasına bir bakış attı. "Sonra konuşalım."

Kapıyı açtığında "Yani bi yenge adayım var?" diye sordum heyecanla. "Ne zaman beni tanıştıracaksın? Ona göre yengeme hediye almaya gideceğim! Bu arada Trabzon burma bilezik almak için çok mu erken?"

Apo rezidansın koridoruna çıkıp asansörün düğmesine yöneldi. Bıkkın bakan kahverengi gözlerini yüzüme çevirdiğinde koridorun sonunda bi hareketlilik olmuştu ama oraya dönmemiştim. "Ne var ya? Ne tip tip bakıyorsun? Yengeme hediye alamaz mıyım?"

"Alamazsın, Mayıs. Yok çünkü."

İşaret parmağımı ona doğru salladım. "Var! Var, yalan söylüyorsun Apo."

"Beni bi sal. Git içeriye, alkol tüket. Akşam görüşürüz."

"Bana yengemi göster!"

"Yok yenge menge. Gir içeri, üstünü değiş. Rahat bir şeyler giy. Seni görünce bana fenalık basıyor, Mayıs. Dora gelirse de ona söyle. Daireyi ben gelene kadar yakmayın."

"Kombinime karışamazsın! Ayrıca her yeri yakarım! Buna Roma'da dahil! Sana ne?!" diye bağırdım. Aslında Apo haklıydı, üstümdeki rahatsız kıyafetlerden kurtulsam iyi olacaktı ama neyse, bu haklılığını ortaya çıkartmayacaktım. Bütün gün bu rahatsız kombinle durabilirdim. Sırf inadımdan ödün vermemek için bunu yapabilirdim. "Neyse, bana yengemi göster."

Apo gerginliğine rağmen sinirli bir edayla güldü. "İçeri gir, hadi." Beni omzumdan iteklediğinde koridorda aniden bir bebek ağlama sesi yükselmişti. Duraksadık. Kafalarımızı koridorun sonuna çevirdiğimizde Apo büyük bir şok, ben ise biraz daha ufak çaplı bir şok yaşamıştım.

Saffar ve kız kardeşi olduğunu bildiğim güzel fizikli, esmer bir kız, karşı dairenin kapısının önündeydi. Kızın elinde turuncu bir bebek puseti vardı. Hemen dibindeyse üç bavul... Apo'nun yaşadığı gibi büyük bir şaşkınlık yaşayan kız bir Apo'ya bir bana bakarken, sonunda bakışmayı sonlandırıp pusetin içindeki ağlayan bebeğe yöneldi. O bebeğiyle ilgilenmeye başladığında dairenin kapısını rezidans kartıyla açan Saffar'da bize ters bir bakış attı ardından tek bir bavul alıp açtığı kapıdan içeriye girdi.

Siyahlar içindeki Saffar'ın nefes kesiciliğini süzememek beni garip bir hisle boğuşturdu. Siyah bir insana bu kadar mı yakışırdı be?

Apo "Senin kafanı kıracağım." diye fısıldamasaydı eğer aklım Saffar ile dün akşam yaşadığımız anlarda takılı kalacaktı. "Sen var ya sen... Sen çok yılansın."

"Ben ne yaptım be?"

"Sen bunu..." Apo, Saffar'ın dairesine bir bakış attı. "Sen bunu biliyordun."

"Tövbeler tövbesi! Hiçbir şey bilmiyordum."

"Yalan söyleme, gram şaşırmadın bunu burada gördüğünde..." diye tısladı Apo. "Sen bu herifin yan dairede kaldığını biliyordun."

"Olabilir." diye itiraf ettim.

"Seninle sonra görüşeceğiz, Mayıs. Şu an sesimi çıkarmıyorum ama sonra seninle çok güzel bir şekilde görüşeceğiz."

Yüzümü ekşittim. "Sen iyice dedeme bağladın."

"Sus!" diye hırladı aniden. "Sus, beni germe!"

"Bak, bebişi ağlatıyorsun." diyerek parmağımla bizi dikkatlice izleyen kızın kucağındaki bebeği işaret ettim. "Ses tonunu ayarla, Apoşko. Bebek rahatsız oluyor."

"Yok yok." dedi aniden ince tınılı bir ses. Bu Saffar'ın kız kardeşiydi. Pusetteki bebeği yavaşça sallarken tebessüm etti. Sıcak bakan gözleri bendeydi. Saffar'ın aksine insancıl bir şeye benziyordu. "Sesten değil, acıktığı için ağlıyor."

"Aa! Acıktı mı? Apo emzirsin?" diye bir öneride bulunduğumda Apo bana dönerek "Sus!" diye bağırdı. "Sus, bana geliyorlar ufaktan!"

Güldüm. "Ne zaman gittiler ki senden?"

"Sus, Mayıs! Sus!"

Sustum. Omzumu suçlu bir çocuk gibi kapı pervasızına yaslayıp Apo'nun öfkelenmeye başlayan ifadesini süzdüğümde puseti kucaklayan kız "Bu arada merhaba." dedi, gözleri üstümdeydi. Ah, sanırım beni tanımıştı. Gerçi tanımaması mümkün değildi ki. Onu ben kurtarmıştım. "Nasılsın?"

Dudaklarımı ona cevap vermek için aralamıştım ki dışarı seri bir hareketle çıkan Saffar "Konuşma şununla." dedi ve diğer iki bavulu eline aldı. Sağ elinin sargılı olduğunu yeni fark etmiştim. Dün cama yumruk attığından dolayı büyük bir kesik oluşmuştu o elinde... Acaba dikiş attırmış mıydı? "Gir içeriye, Sedef."

"Abi..."

"Gir içeriye dedim!"

"Heğh! Al bunu, vur şuna!" diye araya girip Saffar ile Apo'yu işaret ettim. "Bir gir içeri öyküsü... Hayır içeride ne bok var? Bende anlamadım. İkiside bizi içeriye sokmak istiyor."

Adının Sedef olduğunu öğrendiğim kız söylediğim şeye ithafen gülümsediğinde Saffar "Sedef, Ediz'i al ve içeriye gir!" dedi. Ses tonu sertleşmişti. Yeğenin ismi Ediz miydi? Ne güzel bir isimdi! "Çabuk, gir içeriye! Muhattap olma şu kadınla!"

Kız onun sert tavrına şaşırsa da bir yorumda bulunmadı. Abisinin koyu bakışlarına kurban gitmemek için apar topar bebeğiyle içeri girdiğinde Saffar gözlerini bize çevirerek tiksintili bir edayla bizi süzdü ardından o da içeriye girdi ve kapıyı sertçe kapadı.

Ortamda Apo ile baş başa kalmıştık.

"Görüyor musun? Ne kadar iyi komşularımız var. Çok güleryüzlüler." Sırıtmaya çalıştım. "Öyle değil mi, Apocuğum?"

Apo kaşlarını çattı. "Haa çok! Çok! Tam sikmelik bir güleryüz!"

Elimle dudağıma dokundum. "Aa çok ayıp! Denmez öyle! Hem ne demişler, iyi komşu aileden, kötü komşu gaileden sayılır. Yani bizimde derdimiz bu komşumuz olsun be! Saffar bey gailemiz, derdimiz olsun. Ne olacak? En azından tipi, ağzı gibi kötü değil de arada baktığında içi açılıyor insanın..."

"Sus, Mayıs." diye tısladı Apo. "Sus! Beni zaten çıldırttın bugün! Daha fazla konuşma!"

"Tamam, ayol."

"En yakın zamanda buradan taşınıyoruz, haberin olsun." dedi ve konuşmama izin vermeden ekledi; "Ayrıca terası neden siyah filmle kapladığını belli oldu. Aklınca o piçi görmemem için yapmışsın ama boşuna uğraşmışsın. Gördüm."

"Hım, aynen." Kafamı salladım. "Bu arada bok giderim buradan. Lükslük kokan dairemi, yan dairede seksi bir piç var diye terketmeyeceğim. Haberin olsun."

Apo bana daha önce atmadığı bir bakış attı. Vahşi bir bakıştı. "Mayıs... Ne demek gitmeyeceğim?Saçmalama."

"Oldu! Yengeye selam söylersin." dedim alel acele. Vücudumu kapı aralığından kaydırarak ona el salladım. Şu an hiç tartışacak halde değildim o yüzden kaçıyordum. "Bay!"

"Mayıs..."

"Prezervatif kullanmayı unutma, Apocuğum. Bay!"

Ve suratına kapıyı kapattım.

Bence bunun intikamını benden feci bir şekilde alacaktı.

❄️

"Offf! Çok güzel len! Kaç para verdin bunlara?"

Dora motorun üstüne çıkarak direksiyona ellerini yerleştirdiğinde onun heyecanını ilgiyle süzdüm ve motorun anahtarını uzattım. "Bilmiyorum. Kredi kartından çektik."

"Bu motorla, aracın toplamı rahat beş trilyon vardır."

"Neyse ne." Gözlerimi devirdim. "Parayı Müco veriyor sonuçta. Bizi alakadar etmez."

"O değil de... Kız çok güzel bu! Rengine bayıldım!" Dora pembe motorun direksiyonunu hareket ettirdi ama çalıştırmadı. Uzattığım anahtarı almak istemediğini belli edercesine cıkladıktan sonra yavaşça motordan inerek park halinde olan pudra pembesi araca ilerledi. Çocuk gibi heyecanlanlıydı. Bunu gözlerindeki ışıltıdan anlayabiliyordum.

"Açsana şunu! İçine bakmak istiyorum." dediğinde sünger boblu pijamamın cebinden arabanın anahtarını çıkardım ve kilit tuşuna bastım. Araba turuncu bir ışık vererek açıldığında Dora şoför koltuğunun kapısını aralayarak içeriye girdi ve aracı içten incelemeye başladı.

"Yanına geleyim bari." Onun kapısını kapatıp aracın önünden dolandım ve ön yolcu koltuğunun kapısını açarak içeriye yerleştim. Kapıyı kapatıp ona doğru döndüğümde "Mayıs servet yatıyor bu araba!" dedi gülerek. "Baksana, müzik sistemine bak! Full otomatik! Ve koltukları... Beyaz deriden yapılmış! İçecek koyma yerlerinin dizaynından bahsetmiyorum bile!"

Onun gülüşüne güldüm. "Yani... Güzel araba."

"Güzel mi? Çarpılacaksın, köpek! Harikulade bir araba bu!" Dora ellerini çırpıp aracın içindeki -anlam veremediğim- sistemlere bakmaya başladığında bir saniye düşünmeden "Gezelim?" diye bir öneride bulundum.

Dora mavi kazağının kol kısmını sıyırırken duraksadı, bana yandan bir bakış attı. "Harbi mi?"

"Ne harbi mi? Oğlum, ben arabayı seninle gezelim diye aldım. Seninle arabayla gezmeyip, son ses Uzi dinlemeyeceksem, ben bu arabayı niye aldım?" Sırıttım. "Gezelim!"

Dora çocuk gibi güldü. Arabaları ne kadar çok sevdiğini bilen tarafım, onun gülüşüyle neşelenirken "Apo kızmaz mı?" diye sordu aniden. "Yani izinsiz gezeceğiz ya. O bakımdan sordum."

"Ya ne kızacak! O zaten bana kızmak için yer arıyor! Ama bunun için kızmaz."

"Mayıs, Apo biraz haklı bence." dedi Dora ona uzattığım anahtarı alıp arabanın kontağına yerleştirirken. "Hele bana anlattıklarından sonra sana kızması... Normal geliyor bana."

Dudağımı büzüştürdüm. Tamam, Dora'ya haftanın özetini geçmiş biri olarak, ona özet geçerken bana da bazı konularda Apo haklı gelmişti ama bir Mayıs Asil Karahanlı atasözü derdi ki birinin haklılığını kabul etmektense, bir yıl birasız kalmayı tercih ederim. O yüzden Apo'ya hak vermeyecektim.

"Şu Alex olayını kafam hâlâ almadı ama..." Dora gözlerini kıstı. "Genel olarak Apo haklı gibi geliyor bana. Kesin Alex olayınında mantıklı bir açıklaması vardır."

"Bilmiyorum." dedim kuru bir sesle. "Açıkçası o olay beni biraz gerdi. Apo bana Bulgarca bildiğinden hiç bahsetmemişti." Durdum, onu süzdüm. "Alex adlı kişiden de hiç bahsetmedi. Böyle... Of nasıl desem? O mesajlaşmayı görmem, beni bir tık endişelendirdi ya. Nedensizce bi endişelendim."

"Endişelenecek bir şey yok. Hem niye endişeleniyorsun ki? Belki Apo'nun mesajlaştığı bu Alex adlı şahıs Talya'nın sülalesinden birisidir." diye bir öneride bulundu Dora. "Malum Talya'da Bulgar ya. Öyle bağdaştırdım ben. Arada bir bağlantı olabilir. Belki Apo senin yararına olacak bir bağlantı kurmaya çalışıyordur."

Bak işte ben bunu hiç düşünmemiştim. Birkaç saniye sessiz kaldım ardından "Benden habersiz bu bağlantıyı niye kursun ki?" diye sordum. "Bana söyleyip böyle bir şey yapsa daha iyi olmaz mıydı?"

"Olurdu tabii." Dora'nın fikirleri tükenmiş gibi bana tip tip baktığında  "Neyse ne ya. Sür şu müko arabayı, azıcık sokaklarda turlayalım." diyerek lafı çevirdim çünkü gerçekten bu durumu daha fazla konuşmak istemiyordum. "Rezidansın kapalı otoparkı bana fenalık bastırdı! Burada biraz daha kalırsam, menopoza erken gireceğim!"

Dora güldü, bir yorum yapmadı. Apo'nun park ettiği pudra pembesi arabayı usta bir şekilde park alanından çıkartarak otoparkın çıkışına ilerlediğinde "Şu kırık parmaklarım düzelsin, seninle yarış yaparız." dedim. "Sen arabayı alırsın, ben motoru... Trafiğe kapalı bir alanda eğleniriz."

Aracı otoparktan çıkartıp rezidansın arka caddesine doğru temkinli bir şekilde süren Dora "Motor sevdan bitmemiş, anlaşılan?" diye sordu alayla. "Hani bitmişti la?"

Güldüm. Motor sevdam vardı, bu doğruydu. Beş yıl önce bizim sokaktaki bir grup motorcu abiyle tesadüfen -alkollüyken- tanışmıştım ve onlardan motor kullanmayı öğrenmiştim. Hemde profesyonel bir şekilde... Hatta zamanla o kadar profesyonelleşmiştim ki onlarla mahalle arasındaki boş arazide yapılan yarışlara katıldığımda, onları yenip yarışları birincilikle bitirerek ödüller almışlığımda olmuştu. Tabii bu ödüller çok fazla bir şey değildi. Benim iki haftalık içki param falandı ama yine de ödül ödüldü. On beş yaşımdayken kazandığım o para bile benim için çok güzel bir ödül sayılırdı.

Ha bu arada oradan büyük bir ödül daha kazanmıştım. Dora'yı... Evet, Dora'yla o yarış arazisinde tanışmıştık. O kadar saçma bir tanışmaydı ki hâlâ bazen o saçmalığı nasıl normal karşıladığımı düşünüyordum... Dora ona giyinişinden ötürü zorbalık yapan bir tayfadan kaçarken, yanlışlıkla benim bindiğim motorun arkasına atlamıştı ve onu kurtarmam için yalvarmıştı. Ben ise ona zorbalık yapan üç adamın kafasında bira bardakları kırdıktan sonra hiçbir şey yapmamaşım -üstüm kan revan olmamış- gibi motora geri binmiş ve arkamda oturan Dora'yla birlikte o gün yapılan bütün yarışlara katılmıştım. Çoğu yarışı kazandığımdaysa birlikte bira içmeye gitmiş ve sohbetimizi ilerletmiştik.

Sonra ben onun çalışanı olmuştum. Motor işlerini de bırakmıştım. Çünkü Dora'yla tanıştığımız günün sonunda, bana motor öğreten abilerden biri, arazi yerinde feci bir şekilde kaza yapıp rahmetli olmuştu. Kısacası motor sevdam, o gün -Serkan abi öldükten sonra- resmen bitmişti. Yani tam bitmemişti ama sürmeyi o gün bırakmıştım.

"Bazen özlemiyor değilim." dedim ışıl ışıl caddeleri camdan süzerken. "Keşke sürmeye devam etseydim dediğim anlar oldu. Motor ve karate benim için çok değerli şeylerdi. İkisini de aynı anda bırakmak beni biraz kötüleştirdi."

"Sana her zaman birinden birine devam et, komple bırakma, boş kalınca manyarsın demiştim. Dediğimde oldu." Dora direksiyonu lüks mağazaların olduğu bir sokağa kırdı. Akşam çökmesine rağmen sokak hâlâ ışıl ışıldı. "Manyadın."

"Manyamadım be!"

"Yok canım! Hiç manyamadın! Dedenin düşmanıyla komşusun, bunu bile bile o evde kalmak istiyorsun. Yetmemiş gibi bir mafyaya çalışıyorsun! O da yetmemiş gibi, neyi düğü belirsiz olan dedenin parasını çatır çutur harcıyorsun. Sen manyar mısın hiç ya?" Dora güldü. "Hayatını siktin, hayatını!"

Dilimi şaklattım. "Öyle deme, sikseydim yerinde duramazdım."

"La duramıyorsun zaten." dediğinde kendimi tutamamış ve gülmüştüm. "Kim bilir bundan sonra ne olacak?"

"Ne olacaksa olacak. Akışına bırakacağız."

"En son bu cümleyi kurduğunda hastanedeydik." dedi Dora eğlenircesine. "Kafana dört dikiş atılmıştı."

"Ha doğru." Kıkırdadım. "Ablamın ilk kocası olan şizofren enişteme yardım ederken bu cümleyi kurmuştum. Hatırlıyor musun? Eniştemin hasımlılarının deposunu yakmaya çalışıyorduk, dalgınlığımıza geldiği için yanlış alanı yakmıştık sonra benim kafama tahta düşmüştü de dikiş atılmıştı. Ay, kız ne kadar üzülmüştü, canım eniştem ya! Kıyamam! Benim için özel hastane bile satın almıştı. Çabuk iyileşeyim diye..."

Dora güldü. "O adam da deliydi senin gibi, ondan çok iyi anlaşıyordunuz."

"İyi delilerdendi." Dudağımı büzdüm. "Kendini beşinci kattan atmasına üzülmüştüm. Şu an hayatta olsaydı var ya, ben çok farklı bir konumda olurdum. Arkamda dağ gibi dururdu, Özgür eniştem ya..."

"Biliyorum biliyorum. Okutmaya çalışıyordu seni. Kesin okuturdu da. Hemde zorla..."

"He ya, garibim beni savcı yapmaya çalışıyordu. 'Bize bi hukukçu şart. Çok deli var bu sülalede, adalet sarayına adam sokmazsak hepimiz içeri atılırız.' diyordu."

"Oğlum, şaka maka iyi adamdı lan." dedi Dora kafasını üzgün bir ifadeyle sallayarak. "Cenazesine bile katılamadık."

"Ailesi bırakmadı ki! Ablam yüzünden! Orospu Mehtap adamın cesedi toprağa girmeden, adamın kuzeniyle beraber olunca eniştemin ailesi kin besledi bize. E haklı olarak bizi cenaze alanına bile yaklaştırmadılar."

Dora ofladı. "Ne diyelim? Allah rahmet eylesin."

"Amin, yavru. Neyse, bi şarkı açayım. Best eniştemin ruhuna gitsin."

Sessiz kaldığında Bluetooth aracılığıyla arabanın müzik sistemine bağlanıp yabancı slow bir şarkı açtım. Slow şarkıları dinleye dinleye Dora ile yaklaşık bir saat sokaklarda dolanmıştık. Hava gittikçe kararmaya başladığında Dora aracı rezidansa geri götürmüş ve eski yerine park etmişti. Israrlarıma rağmen daireye geri gelmemesi beni üzmüştü. Onun benimle kalmasını istiyordum ama o bunu inatla red etmişti. Bende kalma fikrini sonraya erteleyen Dora aracın anahtarını bana teslim ederek yanımdan ayrıldığında rezidansın lüks lobisine doğru yürüdüm ve gelen ilk asansöre bindim.

Asansör yukarı ışık hızıyla çıktı. En tepeye ulaştığında, metal kapılar iki yana açıldı. Asansörden inerek sünger boblu pijamamın cep kısmına yöneldim. Motor ve arabanın anahtarını bir elime alıp diğer elimle dış kapıyı açan kartı çıkardığım sırada çaprazımda kalan asansörden 'tık' sesi yükselmişti.

Rezidansın en yukarısında iki daire olduğu için gelen kişinin ya bana ya Saffar'a geldiğini düşünerek kafamı açılan asansöre çevirdim. Asansörden inen kişiyle direkt olarak göz göze gelmem duraksamama neden oldu.

"Ana... Ares?" Deri ceketinin fermuar kısmıyla oynayan Ares beni görür görmez tebessüm etti. Bakışmamız gittikçe garipleşirlen "Senin burada ne işin var, kız?" diye sordum. "Oğlum, ben seni ve dedeni ziyarete gelecektim? Sen niye geldin?"

"Hastanede canım sıkıldı. Seninle, Abdullah'ı ziyaret edeyim dedim." Güldü. "Ha bu arada sen sormadan söyleyeyim. Adresi Abdullah'dan aldım ve merak etme, burada kaldığını kimseye söylemeyeceğim. Abdullah sıkı tembih etti beni."

Abdullah zaten bi tembih etme görevini iyi yapıyordu onun dışında bir şeyi iyi yaptığını görmedim. Neyse...

"Anladım, sağol. Neyse, gel bi sarılayım sana. Geçen doğru düzgün konuşamamıştık bile. Bir takım olaylar oldu. Malum..." Anahtarları ve kapının kartını sağ elime alıp ona yöneldiğimde dostane bir şekilde kafasını eğip bana sarılmıştı. "Nasılsın? Ekrem dayı nasıl?"

"İyi iyi." Geri çekildi, gülümsüyordu. "Çok şükür, bende iyiyim."

"Maşallahın var. Ay bu arada biz niye burada duruyoruz? Gel, eve geçelim." Ona sırtımı dönüp elimdeki kartı kapıya okuttuğumda kapı bir saniye içerisinde açılmıştı. Onun içeriye girmesi için köşeye çekildim. "Mayıs hanımdan beklenmedik kibarlıklar. Hastaneye çiçek yollamalar bitti şimdi de köşeye çekilip yol vermeler mi başladı?" dedi alayla ve içeriye doğru süzüldü. "Bu kibarlık nerden geliyor?"

Çiçekleri almaları hoşuma giderken sırıttım. "Karakterimden."

"Gözümün önünde üç kişiyi öldüresiye dövmeseydin, ve iki kişinin topuklarına sıkmasaydın eğer bu söylediğine inanırdım!"

Kapıyı kapatıp arkasından salona giderken güldüm. "Abartma. Gayet kibar bir insanım ama sadece hak edene bu kibarlığı gösteriyorum."

"Ben hak ediyorum yani?"

"Çocuk kaçırılma olayında bana çok yardımın dokundu. O yüzden hak ediyorsun, Ares." Bu doğruydu, Ares'i o olaydan sonra gerçekten çok benimsemiştim. İlk karşılaşmamızı unutacak ve onu dostlarım arasına koyacak kadar benimsemiştim hemde. Bence Ares iyi bir adamdı. Şu zamana kadar hiçbir kötülüğünü görmemiştim. Umarım hiç görmezdim.

Söylediğim şeye cevap vermedi. Deri ceketini çıkarttıktan ve salonun ortasındaki tekli koltuğa gelişi güzel bir şekilde yayılarak oturduktan sonra etrafı hayranlıkla incelemeye başladı. "Vay vay vay! Evde ev ha! Güle güle otur." deyip bana bir bakış attı. "Sen işe falan mı girdin?"

"Yani..." dedim tam karşısındaki tekli koltuğa otururken. "Öyle de diyebiliriz."

"Allah kazancını arttırsın, dostum. Buranın kirası tek böbrek parasını geçer. Ve böbrek parasını nerden biliyorsun diye sakın sorma."

Güldüm. "Sormam. Bu arada bir şey içer misin? Şarap, viski, konyak, şampanya?"

Ares dilini şaklattı. "Varsa bi acı kahveni alırım."

"Ay..." Yüzümü ekşittim. "Zevksiz." Gülüşünü bozmadan suratımı süzdüğünde ayağı kalkıp dış kapının yanındaki telefon hattına doğru yürüdüm.

"Ee Abdullah evde yok mu?"

"Yok galiba. Odasının kapısıda açık zaten. Hâlâ dışarıda olmalı." deyip alt kattaki yatak odasına bir bakış attım ve telefona geri dönüp dokunmatik ekran aracılığıyla iki acı kahve siparişi verdim. Daire numarasını notlar kısmına ekledikten sonra geri çekilerek Ares'in yanına gittim. "Apo biriyle konuşuyor yani hayatında bir kadın var. Sanırım onunla buluşmaya gitti."

Ares kaşlarını kaldırdı. "Hadi ya?"

"Vallahi. Görsen, yeni yetme ergenler gibi yedi yirmi dört mesajlaşıyor." Tekli koltuğa oturdum. "Sorduğumda söylemedi ama belli yani. Biri var hayatında... Bugünlerde giyinişine, parfümüne, bakımına dikkat etmeye başladı. Gözümden kaçmıyor."

Sırıttı, erkeksi bir şekilde bacak bacak üstüne attı. "Abdullah piyasa yapa dursun, biz yine bekar takılalım."

"Ay seni bilmemde, ben halimden çok memnunum. Hiç çekemem onca davarın içinde, bir andaval daha." dediğimde kıkırdamıştı. "Ama Apo'nun hayatında biri olmasına çok sevindim. Çocuk aşktan yaralıydı. İnşallah yaralarını saracak birine denk gelmiştir."

"Aa! Abdullah aşktan yaralı mı? Ne oldu ki?"

"Uzun hikaye de... Özet geçmek gerekirse birlikte olduğu kızla ailevi sebeplerden dolayı ayrılmak zorunda kalmışlar. Sonra kızda başka biriyle evlenmiş."

"Hadi be!" Ares üzgün bir tavırla dudaklarını dişledi. "Kötü olmuş."

"Aynen." deyip tek kaşımı kaldırdım. "Ee kumarcı çocuk, sende var mı birileri?"

Su yeşili gözlerini yüzümde gezdirirken "Yok be dostum! Nerede?" diye söylendi. "Siz kadınlar ilgi isteyen varlıklarsınız. Maalesef benimde bir kadına ayıracak zamanım yok. Bu aralar çok yoğunum."

Gülümsedim. "İsteyen o yoğunlukta bile zaman yaratıp sevdiğiyle ilgilenir. Yoğunluk, aşk için bir bahane olamaz."

"Diyorsun?"

"Diyorum. Bence henüz seni dipten etkileyen bir kadınla tanışmamışsın yoksa bu şekilde konuşmazdın."

Ares tebessüm etti. "Belki de. Haklısın..." Onunla dedikodu yapmak hoşuma gitmişti. Şaka maka gerçekten yalnızca birkaç haftadır tanıdığım adamla hayatımda yaşanılan şeylerin dedikodusunu rahatça yapıyor ve kendi yorumumu hiç çekinmeden söyleyebiliyordum. Genelde bunu yapamazdım. İnsanlar bana 'aptal bir deli' gözüyle baktığı için kendi yorumlarımı içimde tutardım ama son zamanlarda bunu yapmıyordum.

Yorumlarımı söylemek iyi hissettiriyordu.

Kapı çaldığında benim yerime Ares kalkıp kapıya bakmıştı. Kahvelerimizi getiren garsona cömert bir bahşiş verip kahvelerle birlikte yanıma geldi. Çok ısrar etmeme rağmen kahvesini sade içmeye karar verdiğinde, onun yaptığını yapamamış ve acı kahveye birkaç damla konyak eklemiştim. Bence böylesi daha iyiydi.

"Ee sen bahset bakalım." dedi kahvesinden büyük bir yudum alırken. "Var mı sende birileri?"

"Bende asla birileri olmaz, Ares bey. Ben aşık olacak kadar salak değilim, çok şükür."

Kahkaha attı. Su yeşilleri yüzümde gezinirken "Deme öyle. Bu aşk denilen duygunun ne zaman seni yakalacağı hiç belli olmaz."  dedi neşeyle. "Nice zeki insanlar evleniyor, Mayıs. Bu duyguya salaklık diyemezsin."

"Ben duyguya salaklık demedim. Ben herhangi bir insana kendimden daha fazla değer vermem. Bence bu büyük bir salaklık... Yani açık konuşmam gerekirse yirmi yıldır kimseye ilgi duymadım. Sevgili yapmadım. Flörtüm olmadı. Aşk denilen topa hiç girmedim. Yani bende pek o yönde kalp atmıyor, canım. Muhtemelen narsist karakterim bunları yaşamama el vermiyor."

Beni yargılamadı. Yargılayıcı bir bakış bile atmadı.
Bu hoşuma gitmişti.

Ares kahkahasını dinginleştirerek "Birçok şey olabilirsin fakat narsist asla. Narsist olduğunu düşünmüyorum. Sen kendini söylediğin kadar düşünmüyorsun çünkü. Mayıs belki de sadece doğru adamla karşılaşmamışsındır." dedi. "Ya da belki erkeklerden hoşlanmıyorsundur. Olamaz mı?"

Kahvemden büyük bir yudum aldım. "Lezbiyen olduğumu zannetmiyorum. Memelere karşı zaafım yok. Olsaydı ilk Talya'ya yavşardım. Malum füzeler açık ya onda..."

Ares güldü. Gülmekten kızarmıştı. "Çok değişik bir karaktersin cidden. Seninle beş dakika geçiren bir insanın mutsuz olma gibi bir ihtimali yok."

"Benim ailemle tanıştın değil mi? Hiç güldüklerini gördün mü?" diye sordum alayla. Olumsuz anlamda kafa sallarken bile gülümsüyordu. "Bence beni nimetten sayma. Ben biraz bela kısmına giriyorum."

Hiçbir şey söylemeden gülmeye devam ettiğinde bir kadın çığlığı evin duvarlarında yankılanmıştı. Gülüşü kesildi. Parmaklarımın arasındaki kahve fincanını telaşla sehpaya bıraktığımda Ares'de tıpkı benim gibi duraksamıştı. Aynı çığlık bir kez daha yankılanınca "Dışarıdan geliyor." dedim ve ayağı kalkıp kapıya koştum. "Ne oluyor, ayol?"

Ares'de arkamdan geldiğinde dış kapıyı açıp koridora baktım. Gördüğüm ilk şey insan kalabalığıydı. Dairemin önünde duran, takım elbiseli adamlara tip tip baktıktan sonra onların üzerime çekilen sert bakışlarını umursamadan, aralarında kadınların olduğu ama yine de takım elbiseli adamların çoğunlukta olduğu yere doğru döndüm.
Saffar'ın dairesinin önü tıklım tıklımdı. Buna rağmen öfkeli Saffar'ı saniyesinde seçebilmiş, dip dibe girdiği orta yaşlı adamın yüzünü anımsamıştım.

Saffar, o adamla neredeyse burun burunaydı. Aralarındaki boy farkından dolayı Saffar kafasını hafifçe eğmişti; eğer eğmeseydi o orta yaşlı adamla öpüşüyormuş gibi duracaklardı. Yine de bu da garip bir manzaraydı.

"Geri bas." dedi Saffar, orta yaşlı adama doğru. "Geri bas. Belanı benden bulma."

"Sen mi benim belamı vereceksin, Saffar?" Orta yaşlı adam sırıttı. Pis bir sırıtışı vardı. Midem bulanmıştı. "Denemeni görmek isterim."

"Birçok kez görmedin mi zaten?" Saffar ürkünç diyebileceğim bir şekilde alt dudağını dişlediğinde "Ne oluyor?" diye fısıldadı yanımdaki Ares. Kapının pervasızına yaslanıp bana yandan bir bakış attı. "Neye şahit oluyoruz şu anda biz? Ayrıca bi saniye, o Saffar Poyraz mı?"

"Hım, ta kendisi." dedim gözlerimi kalabalıktan çekmeden.

"Mayıs, yan dairede mi oturuyor bu ruh hastası?" Ares aynı benim gibi şaşkınca ortamı izledi. "Hayda... Kızım sen dedenin azılı düşmanıyla mı komşusun?"

Ona yanıt vermeden kalabalığı -en çok Saffar'ı- incelemeye devam ettiğimde, "Saffar abi, amca yapmayın. Rezil oluyoruz." dedi genç bir çocuk. İkisinin arasına girmeye çalıştığında orta yaşlı adam ona tek el hareketiyle engel oldu. Orta yaşlı adam ukala bir tipe benziyordu. Nedensizce ondan böyle bir vibe almıştım ve bu vibe ondan nefret etmeme neden olmuştu. Evet, ilk defa gördüğüm bir adamdan nefret etmiştim. Bende böyle bir manyaktım.

"Bana yeğenimi ver." dedi orta yaşlı adam. "Sedef'i ve Ediz'i alıp gideceğim."

Sedef? Ediz? Ha Saffar'ın kız kardeşi ve yeğeni... Acaba mevzu neydi? Çok merak etmiştim.

"Sedef benimle kalacak." diye tısladı Saffar. "Ediz'de öyle."

"Öyle bir şey olmayacak. Yeğenimi ve çocuğunu bana ver. Derhal." Adam, Saffar'ın kaskatı olan yüzünü öfkeli bir tavırla inceledi. "Senin pis yaşantının içinde onların harcanmasına izin vermeyeceğim."

"Senin yaşantın çok mu temiz lan?" diyerek ona diklenen Saffar'ın yanına bir kadın geçti. Tanımadığım kızıl saçlı kadın oldukça güzel ve bakımlıydı. Otuzlarının başında olan kadın, Saffar'ın kolunu tuttuğunda kaşlarımı merakla kaldırmıştım. Kimdi bu kadın? "Saffar, bari benim için yapma." Kadın onu dairesinin içine sokmaya çalıştı ama başaramadı. "Olay çıkarma, lütfen."

"Ben kardeşimi ve yeğenimi buna vermem." diyen Saffar kolunu kadından kurtardı. "Siktirin gidin hadi hepiniz! Benim canımı sıkmayın."

"Safo yapma, Allah adını verdim ya." Ortamdaki takım elbiselere inatçasına cırtlak turuncu bir kazak giymiş olan ve oldukça genç gözüken çocuk ortamdaki insanlara bakıp Saffar'a geri döndü. "Her hafta sizin yüzünüzden ailevi bir kavganın içinde kalıyoruz. Sıkıldım artık! Versen ne olur Sedef'i? Sanki kendi kuzenimize zarar vereceğiz!"

"Orhun kes sesini." dedi Saffar'ın yanında duran kızıl saçlı kadın. "Baba, sende girme Saffar'ın dibine! Medeni bir şekilde konuşmaya geldik, hemen kavga çıkartıyorsunuz! Yapmayın şunu."

"Medeni mi? Okan bey ne zaman medeni bir şekilde kavga etmişte şimdi etsin?" diyen yine gruptaki kadınlardan biriydi. Esmer ve oldukça güzel bir yüze sahip olan kadın, gözleri üzerine çekerken kaşlarını çatarak Saffar'ın yanına ilerledi. O orta yaşlı adam Saffar'ın amcası Okan mıydı? Bu kızın dediğine göre öyleydi. Şimdi neden ilk görüşte o adamdan nefret ettiğimi anlamıştım. "Saffar abimin bir bildiği var ki Sedef'i yanında istiyor. Neden zorluyorsunuz? Bırakın da adam kardeşiyle yaşasın."

"Ceyda, boş yapma." dedi turuncu kazaklı çocuk. "Boş yapma, Okan babişkomu da delirtme."

Ve o an jetonum düşmüştü. Dudaklarım şaşkınla aralandı. Apo'nun ilişki yaşadığı Ceyda bu kız mıydı? Ah, tabii ki de bu kızdı. Poyraz ailesinde başka Ceyda olmayacağına göre... Esmer güzeli olan kızı ilgiyle süzdüğümde, onların aralarında birkaç muhabbet daha geçmişti. Hiçbirini dinlememiştim.

Yanımdaki Ares "Poyrazlar bizi fark etmeden içeri girelim." demeseydi belki de kafamın içindeki düşüncelerle saatlerce boğuşmaya başlayacaktım. "Akşam akşam psikopatlarla uğraşmak istemiyorum, Mayıs."

"Bu Okan denilen adam değil mi?" diye sordum Ares'in kulağına eğilerek. Göz ucuyla orta yaşlı adamı işaret ettim.  "Saffar'ın amcası olan..."

"Aynen o."

"Arkasındakiler?"

"Çocukları ve yeğenleri..." diye yanıtladı Ares. "Önümüzdekilerde korumaları..."

"Anladım. Mevzu ne peki?"

"Ne bileyim?" Ares dudağını büktü. "Galiba Saffar'ın kız kardeşini kendi evlerine götürmeye çalışıyorlar."

"Onu bende anladım da... Neden?"

Ares omuz silkti. "Saffar'ın tehlikeli bir yaşamı var ya. Galiba ondan... Kıza ve çocuğa zarar gelmesini istemiyorlar. Bunların aile koruma dürtüleri çok değişik. Bende anlamadım."

"Ay götüm." diye fısıldadım Ares'in omzuna kolumu koyarken. "Sanki Okan'ın yaşantısı çok iyi ya. Orospu evladı kendi yeğenini öldürmeye çalıştı. Ben şahidim buna..."

Ares afalladı. "Ha?"

"Siktir et." deyip eve girmesi için onu içeriye itekleyecektim ki birden "Aa! Üstüme iyilik sağlık!" dedi ince tınılı bir ses. Durdum, sese doğru döndüm. Botokslu, orta yaşlı ve oldukça kısa boylu olan bir kadın beni dehşet içinde süzerek "Bu kız hastanedeki kız değil mi?" diye sordu. "Mücahit Karahanlı'nın torunu olan?" Herkesin gözleri onun sorusuyla birlikte bana dönmüştü. Normalde gözlerin üzerimde olmasını siklemezdim ama konu bu aile olunca bir de üzerimde Sünger boblu pijamalarım olunca... Bakışlardan biraz rahatsız olmuştum. Ki rahatsız olmakta haklıydım da...

Ortamda bir sessiz oldu.

Kısa süren sessizliği bozan kişi tabii ki de ben olmuştum.

"Merhaba, bende çok memnun oldum." dedim yapay bir şekilde tebessüm ederek.

Bana ne tebessümle karşılık vermişlerdi ne de merhaba demişlerdi. Onlardan beklediğim bir ketumlukla suratımı izlerlerken Saffar'ın yanında duran kızıl saçlı kadın "Bu kızla komşu musun?" diye sordu şok içinde. "Sen Mücahit Karahanlı'nın torunuyla komşu musun?!"

Bana düz bir ifadeyle bakan Saffar ona cevap vermedi.

Cıklayarak "Rezil. Rezil!" dedi Okan adlı şahsiyet. "Bir de demiyor mu bana, ben kardeşimi tek başıma korurum diye! Korumaya bak! Korumaya! Annesinin ölümüne vesile olan adamın torunuyla komşu olmuş!" Durdu, Saffar'ın gerilen suratını inceledi. "Saffar bey niye bu kadar uğraştınız? Düşmanını direkt evine soksaydın!?"

"Kes sesini." dedi Saffar tekdüze.

"İnanmıyorum ya!" dedi bir başka kız. "Saffar abi, dalga mı geçiyorsun bizimle?"

"Rezillik." diye tısladı genç bir adam. "Büyük rezillik."

"Safo niye uğraşıyorsun bu kadar? Verseydin şu kızın eline silah, koysaydın karşısına Ediz ve Sedef'i, daha pratik olmaz mıydı?" diyen turuncu kazaklı değişik tipli çocuktan sonra hemen hemen onunla aynı cümleleri kuran ve bana durduk yerde katil damgası vurmaya başlayan aile bireylerini oldukça sakin bir şekilde dinledim.

Hatta bu sakinliğim ortamdaki Ares'i korkutmuştu. Bana kitlenen Ares ne yapacağını bilemiyormuşçasına yavaşça beni dürttüğünde elimle onu sakinleştirip kalabalıkta gözlerimi gezdirdim. Bu konuşmalara müdahale etmek isteyen tarafım, müdahale etmek istemeyen tarafımla tartıştığında bile hâlâ sakinliğimi koruyordum. Ta ki bir cümle duyana kadar...

"Yeğenini bu kadının eline verseydin, ölüsünü alsaydın direkt! Bu ne Saffar?! Sen bu kadar sorumsuz değildin ya! Ne oldu sana?"

Kızıl saçlı kadının cümlesinden sonra beynimden bir tık sesi yükseldi. Bu tık sesi, benim şartelerimin attığının göstergesiydi. Kısacası ikinci karakterimin devreye girdiğinin bir başka göstergesiydi.

Sinir hastası olan karakterimin...

Gözüm seğirirken, "Hop hop!" diye bağırdım. Konuşmak üzere olan herkes duraksadı, bana doğru döndü. "Siz bir saattir ne saçmalıyorsunuz ya? Kafayı mı yediniz? Ne bu ağır ithamlar? Siz kimsiniz de beni bu şekilde kalıptan kalıba sokabiliyorsunuz? Kim size bu yetkiyi veriyor?! Hayırdır?"

"Mayıs..." Ares kolumdan tuttu, Saffar'ın gözleri bu hareketten sonra Ares'e kaymıştı. "Mayıs yapma. Lütfen."

Kolumu ondan tek harekette kurtarıp "Çocuk katili ne lan? Oğlum, bak susayım susayım dedim ama siz beni çok yanlış bir konuma sokuyorsunuz ha! Bana geliyorlar! Ciddi ciddi geliyorlar bana!" diye hırladım. "Benim sizinle bir sorunum varsa ki yok şu anda! Ama varsa ben direkt size saldırırım, çoluk çocukla işim olmaz! Haddinizi bilin! Bana kimse çocuk katili diyemez! Dedirttirmem!"

"Ne bağırıyorsun lan?" diyen ve üzerime yürümeye çalışan turuncu kazaklı çocuğa kitlenip "Asıl siz ne bağırıyorsunuz lan? Bir saattir burada tartışarak beni rahatsız etmeye hakkınız yok sizin!" diye bağırdım. Şok içinde suratıma bakakaldılar. Çocuk olduğu yere çivi misali takılı kaldı. "Bu ülkede hukuk diye bir şey var, yeri geldiğinde kullanın! Birlikte götürmek istediğiniz kız, on sekiz yaşından büyük yani reşit! Burada bağıra çağıra onu götürme kavgası yapacağınıza, gidin kıza sorun! Kiminle kalmak istiyorsa söylesin! Yeter yani! Sende... Bak beni tutma! Bana dokunma! Ceddini sikerim!"

Önümdeki koruma beni aniden bileğimden tutup içeriye sokmaya çalıştığında sinirime yenik düşerek kafamı geriye attım ve hiç beklemediği bir anda adamı kapıya yapıştırarak ona kafa attım. Adam sarsılarak geriledi. Asansörün önüne doğru sırt üstü bir şekilde düşerken ortamdaki -korumalar dahil- herkes şaşkınlık ve dehşet içinde bana bakıyordu. Kızlardan ufak çaplı bir çığlık sesi yükselmişti.

Aldırış etmedim.

"Hak ettin, kardeş." dedi Ares aniden, yerdeki korumayı inceliyordu. "Hak ettin."

Sızlayan alnımı ovalayarak "Ben şimdi içeriye geçiyorum! Birinizin bağırışını duyayım, dışarı çıkar bağıran kişinin dilini kopartırım!" diye bağırdım. "Demedi demeyin! Ben uyarımı yaptım!"

"Ulan sen kimi tehdit ediyorsun? Sen bizim kim olduğumuzu biliyo..."

"Bulaşma, Orhun!" diye kesti turuncu kazaklı şahsiyetin sözünü Okan. "Bulaşma, sakın." Durdu, koyu renkli gözleriyle beni süzdü. "Tamam, kızım. Sen kusurumuza bakma. Gir içeri, olay çıkmasın." Parmağıyla yeri işaret etti. "Şu malı da kaldırın yerden. Gözüm görmesin."

Okan benden korkmuştu. Kesinlikle benden korkmuştu. Bunu gerginleşen yüzünden anlayabilmiştim.

Okan'a yorum yapma gereksimi duymadan, bana ve Ares'e değişik bir ifadeyle bakan Saffar'a bir bakış attım ardından yerden kaldırılan korumanın yanından dolanıp "İçeri geç." dedim Ares'e. Duraksamıştı. "İçeri geç!"

Hırlamamdan sonra panikle içeriye geçen Ares'in arkasından gittim ve kapıyı sertçe kapattım. Salonun ortasına gelen Ares ağzı açık bir şekilde bana bakarken "Ulan bugün kendime söz vermiştim! Adam dövmeyeceğim diye! Şu olana bak!" dedim çıldırarak. "Şu olana bak! Çıldırmamak elde değil ya!"

"Mayıs, sakin! Sakin ol, rica ediyorum."

"Sen sakin ol! Sana sakin!" Kafa attığımdan dolayı sızım sızım sızlayan alnıma dokundum ve Amerikan tarzındaki mutfağa ilerledim. "Amına koyayım... İthamlara bak! Bir çocuk katili olmadığım kalmıştı!"

Ares sessiz kalarak mutfağa girdiğinde çift kapaklı buzdolabını açarak içerisinden mavi renkli bir buz torbası aldım ve geri çekildim. Dolabı Ares kapatırken, buz torbasını alnıma bastırarak "Hayır çok komikler, biliyor musun?" diye tısladım. "Cebindeki parası, yanındaki züppe babası olmasa adamlığı kalmayacak olan veledin teki benim gibi bir psikopata dikleniyor ya. Çok gülesim geliyor. Feci! Komik yani!"

"Boş ver. Sakin ol." dedi Ares mutfaktaki tabureyi benim için çekerken. "Gel otur şöyle. Biraz sakinleş."

"Bana salondaki konyağı getir. Konyak şişesini..."

"Şişeyi birine sokmayacaksın değil mi?" diye sordu Ares ikilemde kalmış gibi.

"Sokmayacağım." Cevabımla birlikte koşturarak salona gitti. Birkaç saniye sonra yanıma konyak şişesiyle geri geldiğinde masayı bıraktığı şişeyi dudaklarıma dayanmadan önce ona doğru ittim. "İçer misin?"

Su yeşillerini şüpheyle kıstı. "Dövmeyeceksen içerim."

Sinirime rağmen anlık tebessüm ettim. "Dövmeyeceğim."

Ares cevabımla birlikte şişeyi dudaklarına yaslayıp büyük bir yudum aldı. Yüzü konyaktaki alkol oranı nedeniyle ekşirken onun elinden şişeyi alarak "Su iç su." dedim ve şişeyi dudaklarıma yaslayarak iki büyük yudum aldım. Yüksek oranda olan alkol önce dilimi sonrada yemek borumu yakarak mideme indi. Ares'in yaptığı gibi yüzümü gram ekşitmeden şişeyi gürültülü bir şekilde mutfak masasına çarptım. Ferahlamıştım.

"İyi geldi."

"Ağzım sikildi." diye homurdandı Ares. "Kızım sen nasıl içiyorsun bunları? Ah! Yanıyorum!"

"Su iç, muhallebi çocuğu. Su iç!" diye önerdiğimde beni dinleyerek mutfak lavabosuna koştu ve musluğu açtı. Ağzını suyla çalkalamaya başladığında yavaş yavaş sakinleştiğimi hissetmiştim. Alkol gerçekten beni sakinleştiriyordu.

Ya da sadece bir bağımlıydım ve içmeyince sinirleniyordum.

Bilmiyorum.

Bir şeyleri bilecek kafa da değildim şu anda.

"İyi misin?" diye sordu Ares karşımdaki tabureye oturarak. "Alnın nasıl? Şişti mi?"

Buzu alnımdan çektiğimde su yeşili gözleri alnıma dokunmuştu. Bir şey söylemeden bir süre sessizce beni izledi. Onun benden çekinip çekinmediğini anlayamazken "Ben asla çocuklara zarar vermem." diye açıkladım kendimi. "Çocukları kırmızı çizgilerimden biridir. Mevzu çocuk olunca benim gözüm dönüyor."

Ares tebessüm etti. "Biliyorum. Dedenin o çocuğu kaçırdığında onu kurtarmak için ne kadar ileri gittiğini kendi gözlerimle gördüm."

Doğru, bunu görmüştü.

"Beni sinir hastası biri olarak görmüyorsun değil mi?" diye sordum şüpheyle. "Yani... Senin gözünde öyle biri olmak istemem. Sen benim arkadaşımsın sonuçta. Bana sinir hastası biriymişim gibi bakmanı ve yargılamanı asla isteme..."

"Saçmalama, Mayıs." diye kesti sözümü. "Senin sinir hastası olmadığını biliyorum. Sana asla o gözle bakmam." Durdu, gülümsedi. "Bu hayatta herkesin bir bam teli vardır. Seninde bam telin bu işte. Çekilince sinirleniyorsun, haklı olarak. Ayrıca niye seni kendini savunduğun için yargılayım ki? Aksine, kendini onlara karşı savunmanı çok taktir ettim."

Ares gerçekten çok iyi biriydi. Bu yatıştırıcı cümleleri, onun ne kadar temiz kalpli ve iyi bir insan olduğunun göstergesiydi. Çoğu kişi benim şiddet eğilimimden sonra bana çok farklı gözlerle bakardı ama o asla değişmemişti. Hâlâ yanımdaydı ve beni yargılamıyordu. Hatta az önce yaşanan kavgada bana destek bile vermişti. Genelde bu desteği en yakınırlarımdan bile görmezdim. Ondan görmek beni şaşırtmıştı.

"Sağol." dedim gülümseyerek. "Yanımda durduğun için."

"Ne demek! Aynı şey benim başıma gelseydi..."

"Kavgaya girerdim." diye kestim sözünü. "Ağız burun dağıtır çıkardım."

Ares güldü. "Şimdi mahçup oldum işte."

Sırıtarak "Olsun. Sende başka zaman dövüşürsün." dediğimde kafa sallayarak onay vermişti. Su yeşili, parlak gözleri yüzümde gezinirken aniden ciddileşti. Sanki aklına bir şey gelmiş gibi dudaklarını içe büküp, düşünceli bir ifadeyle gözlerimin içine baktığında "Bir şey mi oldu?" diye sordum.

"Oldu gibi de..." Kafasını eğdi. "Söylesem mi diye düşünüyorum."

"Hayrola?"

"Hayır mı şer mi bilmem de..." Buruk bir şekilde gülümsedi. "Geçen ailelerimizin arasında dönen bir mevzuyu işittim. Muhtemelen senin haberin yo..."

Dış kapının kapanma sesi, mutfakta yankılandığında Ares duraksadı. Ona bir saniye işareti yaparak ayağı kalktım ve dış kapıya doğru yürüdüm. Apo kabanını askılığa asıyordu. Yüzünde memnuniyet dolu bir ifade vardı. Ayrıca oldukça tarz giyinmişti. Evden çıkarken bu kıyafetler üzerinde yoktu. Sanırım yenge hanımın yanına gitmeden önce şık bir mağazaya uğramıştı beyefendi...

Arkasında soluğu aldığımda askıdan biraz uzaklaşıp önüne döndü ve beni görür görmez olduğu yerde sıçradı. "Oo hoşgeldiniz, efendim! Sefalar getirdiniz! Nasılsınız? Haliniz vaktiniz yerinde mi?"

"Mayıs ödümü kopardın! Manyak mısın?" Apo sakalını kaşıdı. Anlık korktuğu her halinden belli oluyordu. "Sen niye bu saatte ayaktasın? Saat olmuş bilmem kaç!"

Kollarımı göğüsümde toplayarak "Aynı soruyu ben sana sormak istiyorum! Saat olmuş bilmem kaç, sen nerdesin bu saate kadar?" diye tısladım. "Çünkü bir date altı saat sürmez!"

Apo bana cevap vermek için dudaklarını aralamıştı ki gözleri arkamdaki bir noktaya kayınca duraksadı. "Ares?"

"Nabersin, Abdullah abi?" diyerek konuşmaya dahil olan Ares'i süzen Apo "İyidir, senden?" diye sordu ikilemde kalmış bir sesle. "Bizi ziyaret etmede biraz geçe kalmışsın."

"Sorma sorma."

"Bir şey mi oldu?" diye sordu Apo, Ares'in imalı cevabından sonra. Koyu renkli gözleri beni bulduğunda ona yanıt vermeyerek "Bir şey olduğu yok! Alkol partisi yapıyorduk. Geç kaldın." dedim sertçe. "Yere dökülen biraları yalarsın artık."

Ani öfkeme şaşıran Apo gözlerini kırpıştırdığında ortamdan -gerginlikten- uzaklaşmak isteyen Ares koltuğun üzerinde duran deri ceketini alıp "Neyse, size doyum olmuyor. Ben kaçtım." diye tısladı ve yanımızdan geçerek dış kapıyı açtı. "İyi akşamlar."

"Sen bana bir şey söyleyecektin?"

"Sonra söylerim, Mayıs." Göz kırptı. "İyi akşamlar."

"İyi akşamlar." dedik aynı anda. Ares kapıyı kapatıp gittiğinde beni ilgiyle süzen Apo hâlâ sorunumun ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi. Ona bir açıklama yapmadım. Gözlerimi devirerek salona geçtim ve sehpanın üzerinde duran telefonumu alarak merdivenlere yöneldim.

"Mayıs ne oluyor? Ne bu trip?"

İlk basamakta durup omzumun üstünden ona baktım. "Trip? Trip mrip yok."

"Ne demek yok?" Apo kaşlarını çattı. "Ağzıma sıçtın resmen."

"Gerçekten ağzına sıçsaydım, aradaki farkı anlardın."

"Bir şey olmuş." dedi bastıra bastıra. "Ne oldu?"

Derin bir nefes aldım. Yavaş yavaş sakinleştiğimi hissederken "Benden bir şeyler gizlememden sıkıldım. Olan şey bu!" diye tısladım. "Ben seni bir abi olarak görüp her şeyimi anlatırken senin böyle gizli kapaklı takılman..." Onu işaret ettim. "Hiç hoşuma gitmiyor, Apo."

Duraksadı. "Gizli kapaklı mı takılıyorum?"

"Takılmıyor musun?" diye sorarken sesimde bariz belli bir alay vardı. "Altı saat oldu, ortada yoksun!  Sürekli telefonunla ilgileniyorsun! Kiminle konuşuyorsun? diye sorduğumda bir cevap vermiyorsun! Ya... Sen benimle bir şeyler paylaşmak istemiyor musun? Gerçekten soruyorum bunu. Sen beni sadece bir işveren olarak mı görüyorsun? Merakımdan soruyorum. Ben seni bir abi olarak görürken sen sadece beni bir işveren olarak mı görüyorsun?"

Apo dişlerini sıktı, yüzü gerginleşmişti. Bronz teni şu an kireç gibi beyaz görünüyordu, bunu salonun kasvetli ışığına vermek istesem de, sorduğum soruya en az benim kadar kafa yorduğu belliydi. "Yanlış düşünüyorsun." Sesi toktu.

"Öyle mi?"

"Öyle, seni sadece bir işveren olarak görmüyorum."

"Bu cevabı verirken çok bekledin." dedim. "Demek ki seni düşündüren bir şeyler var."

Şok içinde bana baktı. "Mayıs gerçekten kavga etmek istediğin için kavga mı ediyorsun şu anda?"

Bilmiyordum. Sadece garip bir şekilde ona çok öfkelenmiştim ama öfkemin alt yapısı yoktu. Cevap vermek yerine önüme dönüp merdivenlerden hızlıca çıkmaya başladığımda "O alnının kızarıklığı ne öyle?" diye seslendi arkamdan. "Mayıs ne oldu o alnına?"

"Eşeğin şeyi oldu!" dedim sesimi yükselterek. "Rahat bırak beni ya!"

Odama girerken aşağıdan "Ergen." diye homurdandığını duymuş ama aldırış etmemiştim. Ergen kendisiydi. Tabii bunu başka bir kavgada söyleyecektim. Bugün ona laf yetiştirecek halim yoktu, kalmamıştı. Poyraz ailesi sağolsun.

❄️

"Beni sabahının köründe, karga sesli menajerine aratıp bütün keyfimi kaçırdıktan sonra beni kahvaltıya, dairemden beş yüz kilometre uzaklıktaki lüks restorana davet eden patronum hariç, herkese günaydın."

Yapay bir gülümsemeyle Burhan beyin çevremdeki korumalarına selam verdiğimde masada oturan Burhan bey cümlelerimi aldırış etmeden "Günaydın." dedi soğuk bir sesle ve kahvaltısını etmeye devam etti. Önündeki envai çeşit kahvaltı malzemelerinde gözlerimi gezdirerek pudra pembe rengindeki çantamı sandalyenin üzerine bıraktım ve tam karşısına oturdum.

Ormanın içindeki bir restoranda olduğumuz için miydi bilmiyorum ama çok üşümüştüm. Hava burada eksi beş derece falan olmalıydı! Benim üstümde de sadece uzun kollu, ince kumaşlı yeşil bir elbise ve Apo'dan arakladığım oversize siyah bir hırka vardı. Hippiler gibi salaş tarzda giyinmiştim yani. Giydiklerimden dolayı pişmandım ama yapabileceğim bir şey yoktu.

Kaderime boyun eğip seksi götümün donmasına izin verecektim.

Dişlerimi birbirine vurmamaya çalışarak "Beni sabahın köründe kutuplara kahvaltıya davet etmenizdeki nedeni öğrenebilir miyim, Burhan beyciğim?" diye sordum. "Hayrola inşallah. Maşallah."

Burhan bey ekmeğine reçel sürerken ormanın içinde dolanan korumalara bir bakış attı. Mekanı kapattırmasına rağmen sanki bir yerlerden tehlikeli birileri çıkacakmış gibi, yedi yirmi dört korumalarını etrafında gezdirmesine alıştığım için konu hakkında yorum yapmadım. Zaten ormanın ortasında olan, kimsenin bilmediği bir mekanda bir tek o elli tane korumayla takılırdı. Zenginlik böyle bir şeydi sanırım.

"Biriniz ceketinizi şu kıza versin." dediğinde arkasındaki korumalardan biri kendi ceketini çıkartıp yanıma geldi ve ceketi omuzlarıma bırakarak geri çekildi.

Bana bakmadan üşüdüğümü anlayan bir patron mu? Etkilenmedim dersem yalan olurdu.

Ceketi tek elimle çekiştirerek göğüs dekoltemi kapatmaya çalıştığımda "Açsan ye bir şeyler." dedi Burhan bey. "Değilsen, kendine içecek söyleyebilirsin."

"Açım." Yüzsüzlükte bir markaydım, evet. "Ama varsa bir sıcak çayınızıda alabilirim."

Sıcak çayımı saniyeler içinde getiren korumaya nazik bir şekilde gülümsediğimde günler sonra gördüğüm patronum "Ee, Karahanlı?" diye sordu ve ağzına bir zeytin attı. Bana bakmıyordu, dikkati masadaki kahvaltılıklardaydı. "Var mı yaramaz bir şey?"

"Yoo." Masadaki çatallardan birini alarak servis tabağıma gelişi güzel bir şekilde kahvaltılıklardan koymaya başladım. "Her şey müko."

"İş konusunda benden istediğin bir şey var mı? Bi eksiğin gediğin?"

"Yok, Burhan bey."

"Herhangi bir sorunun var mı?"

"Yok. Hayatım müko gidiyor." Gitmediğini hepimiz biliyorduk, değil mi?

"İyi."

"Beni bunları sormak için mi buraya çağırdınız?" Ağzıma küçük bir peynir parçası atarak onun sert hatlarla bütünleşmiş yüzünü inceledim. Kombini, orta yaşlı bir adama göre çok hoştu. Lacivert takım elbisesi ve ona uydurduğu fötr şapkası onu yüzündeki sert hatlara rağmen cool göstermişti. Modadan anladığı kesindi. Benim aksime!

"Evet. Çalışanımla doğalık bir alanda sohbet etmek istemem suç mu?" diye sorarken bile sesi stabildi. "Ya da kahvaltı yapmak istemem?"

"Yo yo değil. Tabii ki değil, canım. Zaten bende sizin yerinizde olsam, evime üç buçuk saatlik bir mesafede olan bu ormana beni çağırır ve kahvaltı yapmak isterdim. Çünkü neden istemeyeyim? Patron benim."

Söylediğim şeye ithafen gülen korumalarını umursamadan gözlerini bana çevirdi. Bugünkü ilk göz temasımızdı. Soğuk, koyu bakışlarından ürpermiştim ama yine de gülümsememi silmemiştim. Burhan bey herkese böyle soğuk bakıyordu; kısacası bana kızmadığını düşünüyordum.

"Pişi yer misin?" Parmağıyla masadaki pişiyi işaret ettiğinde cıkladım. Bu ani, saçma soruları beni geriyordu.

"Yok, şişkinlik yapıyor bende."

"Börek?"

"Neyli?"

"Kıymalı."

"Yok." Kaşlarımı kaldırdım. "Sabah sabah kıyma yiyemem. Midem bulanıyor."

"Jambon?"

"Benlik değil, teşekkür ederim."

"Şunlardan zıkkımlanacak mısın?" diye sordu ciddi bir şekilde beni süzerken. Eliyle reçellerle dolu yeri işaret ettiğinde kafamı olumsuz anlamda salladım.

"Ben peynir, zeytin bir de salata üçlemesinden devamke, Burhan bey."

"Çok zevksizsin, Karahanlı."

Güldüm. "Siz bir de beni yatakta görü... Ee şey... Şey... Diyorum ki bugün ne kadar hoş olmuşsunuz." Son anda lafı çevirmemi takmayarak tek kaşını şüpheci bir tavırla kaldırdı. "Bu şıklığınızın nedenini öğrenebilir miyim?"

Dudaklarını nazikçe peçeteyle silerken "İki saat sonra İtalya'ya gideceğim." dedi. "Bir iki gün orada kalmayı düşünüyorum."

"Aa! Ne güzel! Darısı başıma." diye mırıldanıp çayımdan bir yudum aldığımda "İstersen benimle gelebilirsin." dedi aniden. Duraksadım. Ciddi miydi yoksa dalga mı geçiyordu? "İtalya'daki yat şirketine uğrayacaktım. Sende o şirketin sosyal medya uzmanı olarak benimle gelebilir, oradaki durumlara bakabilirsin. Tabii istersen?"

"Şaka mı bu? Çok isterim!" dedim heyecanla. "Ama bir saniye..." Apo'dan izin almadan böyle bir şey yapmam, benim için tehlikeli olabilir miydi? Bunu düşünmeden edemezken, Burhan beye odaklandım. Benden bir cevap beklediği bariz belliydi. Her ne kadar Apo ile dünkü yaşadığımız tartışmadan sonra konuşmuyor -ona trip atıyordum- olsakta bence bu konuyu ona danışmadan hareket etmemeliydim. "Benim birinden izin almam lazım."

Burhan bey kahve fincanına yönelirken "Al o zaman." dedi ve kahvesini yudumladı. Bana olan sabrı beni şaşırtmıştı.

"Alayım mı?"

"Kimi arayacaksan ara ve izin al, Karahanlı. Bekliyorum."

Bir şey söylemeden pembe çantama yöneldim. Telefonumu çantamdan çıkartıp ekranı yana kaydırırken bakışlarının üzerimde olduğunu biliyordum. Muhtemelen delici bakışlarıyla yüzümün her bir santimini inceliyordu şu anda...

Rehberdeki Apo'nun numarasını yana kaydırarak telefonu kulağıma götürdüğümde "Korumanı mı arıyorsun?" diye sordu Burhan bey. Tahmin yeteneği şok ediciydi.

Kafamı olumlu anlamda salladım.

"Merak ediyorum doğrusu. Bir korumaya bu denlice sıkı bağlanmanın nedeni ne?"

Soru güzel yerden gelmişti. Telefon çalmaya devam ederken "Apo benim için bir korumadan daha fazlası." diye cevap verdim. "Bir abi gibi... Ben ona sormadan pek bir şey yapmam."

"Anladım." Burhan bey kahvesini yudumladı. "Açmıyor galiba?"

Gerçekten açmıyordu. O da mı bana trip atıyordu? Anlayamazken, arama telesekretere düşünce oflayarak telefonu kulağımdan çektim ve masaya bıraktım. "Açmadı."

"Görünüşe bakılırsa koruman telefonu açmadığı için İtalya'ya gelemeyeceksin." dedi, sesinde bir alay vardı. "Yazık oldu. Belki bir dahakine..."

"Yani, belki." Tebessüm ettim. "Bir dahakine..." Ne kadar belli etmemeye çalışsamda biraz bozulmuştum. Yurtdışına çıkıp ülkeleri gezme hayalim yoktu aslında ama gerçekten İtalya'yı görmek isterdim. Oraya sırf makarna yemek için bile gidilirdi de... Neyse, kısmet değilmiş. "Zaten vizem ve pasaportumda yoktu. Bir gün içerisinde çıkartamazdım."

"Vize ve pasaport?" Burhan bey kaşlarını kaldırdı. "Özel bir uçakta yolculuk yaparsan onlar lazım olmuyor, Karahanlı."

Dudaklarım şokla aralandı. "Bir saniye, sizin özel uçağınız mı var?"

Var dermişcesine kahvesini höpürdeterek yudumladığında "Allah'ım bu kadar zengin olsam yeter. Vallahi başka bir şey istemiyorum." diye mırıldandım ve kara bulutlarla dolu göğe baktım. Evet, Allah ile konuşuyordum. "Ha bir de yalı istiyorum. Dedeminki gibi... Başka bir şey istemiyorum. Cidden!"

"Yalı mı? Sana tahsis ettiğim rezidans dairesini beğenmedin mi?"

"Yo yo, Burhan bey. Beğenmez olur muyum? Beğendim! Hatta bayıldım! Çok teşekkür ederim tekrardan." Durdum, gözlerimi ona çevirdim. "Sadece benim bir hayalim var da... Böyle dedemin sahip olduğu gibi büyük, lüks bir yalı istiyorum. Hatta mümkünse onunla komşu olmak istiyorum. Çünkü kendisi benim para kazanmayı bilmeyen, vasıfsız, alkolik bir eleman olduğumu düşünüyor da... Ona bu düşüncesini yutturmak istiyorum. Bu yüzden bana büyük bir yalı, başarılı bir şirket, bolca para ve zengin insanlarda olan şey lazım. Şey... İtidam... İtsinam... İtinam... İtizam?"

Burhan bey, "İtibar." diye düzeltti beni.

"Ha evet! İtibar." deyip kafamı salladım. Ondan beklemediğim bir dikkatle beni dinlerken ekledim; "Sizden o liman hisselerini istememin nedeni de bu aslında. Dedemin alamadığı bir şeyi alıp ona göstermek ve vasıfsız bir eleman olmadığımı ona kanıtlamak istiyorum. Bence çok şey istemiyorum."

Kısa bir anlığına tebessüm etti. "Çok şey istiyorsun, Karahanlı."

Ofladım. "Biliyorum! Neyse ki elde edemeyeceğimi bildiğim bir şeyleri istemek suç değil. Suç olsaydı, sonum Dilan Polat gibi olurdu."

Eğlenircesine gözlerini kısıp "Gençken bende senin gibiydim." dedi. "Birçok şey isterdim."

"Ve birçok şeyi elde ettiniz. Benim aksime..."

"Birçok şeyi elde ettim ve birçok şeyi de kaybettim."

Güldüm. "Siz? Kaybettiniz? Hayatta inanmam! Neyi kaybettiniz? Fakir hayatınızı falan? Darısı başıma!"

Cümlelerime gülmek yerine buruk bir tebessümle "Ailemi kaybettim. Ben kazanırken ailemin kaybedeceğini ve toprağın altına gireceklerini bilmeden, bilinçsizce hareket ettim ve zenginleştim. Neye yaradı bu para, ailen yanında yoksa?" dediğinde afalladım. Gülümsemem hayali bir silgi yardımıyla silindi. Böyle acı bir şeyi benimle paylaşacağını tahmin edemediğim için ne tepki vereceğimi şaşırmıştım. "Bazen senin istediğin şeyleri kazanmak için, çok değerli şeyleri kaybetmek gerekiyor, Mayıs."

Adımı kullandığı nadir anlardan biriydi. Bunu da durumun ciddiyetine bağlamıştım. Bir süre hiç konuşmadan onun ifadesizleşen suratını inceledim ardından ellerimi kucağıma çekerek "Çok üzgünüm." dedim içtenlikle. "Size bu acıyı hatırlatmak istemezdim."

"Senin bana bir şey hatırlattığın yok. Onları bir saniye bile unutmuyorum zaten." Suratımı inceledi. Ciddileşmişti. "Sen burada demek istediğim asıl şeyi anladın mı?"

"Elbette anladım." Yutkundum. "Bana değerli bir şeyleri kaybetmeden, kazanmaya başlayamazsın demek istiyorsunuz."

Burhan bey tek kaşını kaldırdı. "Göründüğün kadar geri zekalı değilmişsin. Bu güzel bir şey."

"İltifatınız için teşekkür ederim ama ya kaybedeceğim değerli bir şey yoksa? Nasıl kazanmaya başlayacağım?"

"Bu hayatta herkesin kaybedeceği değerli bir şey vardır, Karahanlı." dedi tok bir sesle. "Herkes değerli bir şeye sahiptir."

"Ben değilim? Benim hiçbir şeyim yok. Yani değerli bir şeyim yok." Ya da var mıydı? Burhan beyin koyu renkli gözleri üzerimde merakla gezinirken düşünmeden edemedim. Onun değerli şey diyip kaybettiği ailesiydi. Benim ailem benim için değerli değildi çünkü onlarla aram doğduğumdan beri bozuktu. Anne, baba sevgisini ve ilgisini hiç görmemiştim. Benim annemde babamda bana göre çocuk sahibi olmaması gereken insanlar kategorisine giriyorlardı. Bize ne sevmeyi ne de sevilmeyi öğretmişlerdi. Öte yandan kardeşlerime gelecek olursam, bir kardeşimi canımdan daha çok sevmiştim ve ailem yüzünden rahmetli olmuştu.

Ben değerli kardeşimi çoktan kaybetmişim yani.
Mehtap'a gelecek olursam... Ablamla aramızda kapanmayacağını bildiğim kocaman bir uçurum vardı. İkimizde birbirinden zıt karakterli bireyler olarak yıllarca anlaşamamıştık, bu saatten sonrada anlaşmamız imkansızdı. Sadece... Ne kadar itiraf etmek istemesemde ablamın varlığı bana -nadiren- iyi geliyordu. O annemle babam gibi değildi. Bazen umursamaz, sinir hastası bir kaltağa dönüşebiliyordu ama içten içe biliyordum ki onun kalbinde merhamet vardı. Az miktarda da olsa o merhameti kullandığını görmüştüm. Özellikle benim üstümde... Mercan vefat ettiğinde ablam aynı benim gibi yıkılmış, aylarca odasından çıkmamıştı.

Odasından çıkıp toparlandığı ilk andaysa benim elimden tutup, zorla bir terapiste götürmüştü ve konuşma yetimi geri kazanmamı sağlamıştı. Ben küçükken konuşamazdım. Psikolojik bir sorunum olduğundan dolayı on iki yaşıma kadar tek kelime konuşmamıştım ta ki ablam beni bir konuşma terapistine götürene kadar...

Bana yaptığı ilk ve tek iyilikti.

Yine de Mehtap'da benim için çok değerli kategorisine girmiyordu. Onu kaybetmekten korkmuyordum. Asla korkmazdım.

Yani... Sanırım korkmazdım. Bilmiyorum.

"Kaybedecek bir ailem yok." dedim sonunda. "Değerli bir şeyim yok. Ama siz dolaylı yoldan bana kaybetmeden, kazanamazsın dediniz. Peki kaybedecek bir şeyi olmayan insan ne yapacak?"

Burhan bey anlık tebessüm etti. "Kaybedecek bir şeyinin olmadığına emin misin?"

Yutkundum, sesi sorgu doluydu. "Emin gibiyim. Hemen hemen eminim."

"Öyleyse... Bir noktadan sonra kazanmaya başlayacaksın, Karahanlı." Yavaşça ayağı kalktığında arkasında dolanan korumalar sandalyesini geriye doğru çekmişti. "Bu cesaretini kaybetmemeye çalış."

"Cesaret, kazanmaya etken midir ki?"

"Aptal cesareti, hayır." dedi paltosunu düzeltirken. "Deli cesareti, evet."

"Peki siz bende hangisini görüyorsunuz?"

Burhan bey beni inceledi. "İkisini de."

"Sizce kazanacak mıyım?"

"Bilmem. Zaman gösterir, Karahanlı." İçli bir nefes verdi. "Bu arada insanlara çok bel bağlama. Bağladığın beli kırarlar. Ayağı kalkamazsın sonra..."

"Ne demek istiyorsunuz?"

"Ben diyeceğimi dedim." Sesi toktu. "Bizimkiler seni eve bıraksın. Hadi maş maş! İşinin başına! Altı sosyal medya hesabı kuzu gibi bekliyor seni."

Güldüm. "Tamamdır, Burhan bey. Size iyi seyahatler dilerim."

Tam mekanın çıkışına ilerliyordu ki durdu ve bana baktı. "Herhangi bir şey olduğunda doğrudan beni ara. Saat kaç olursa olsun. Asla çekinme, tamam mı?"

İyi bir adamdı. Her ne kadar garip garip konuşup mafya sıfatının altında takılsa da onun iyi bir adam olduğunu görebiliyordum. Gülümsedim. "Tamamdır, Burhan bey."

"Güzel." Fötr şapkasını çıkartıp bana şapkasıyla selam verdiğinde etrafındaki korumalar afallamıştı. Bu afallamalarının nedenini anlayamazken şapkasını geri takan Burhan bey "Sağlıcakla." dedi.

"Siz de..."

❄️

"Gel buraya gel! Sabahın köründe nereye gittin sen? Saat kaç oldu! Bu saate kadar neredeydin?! "

"Seni hiç alakadar etmez. Çekil şuradan." Apo'yu yavaşça iterek salona ilerlediğimde açık bıraktığım dış kapıyı sertçe kapatmıştı. Kapının kapanma sesi yankı yaptı. Bunu umursamadan koltuklardan birine yayılarak oturup açık televizyondan haberleri izlemeye başladım. Yorgunluktan ölüyordum, bunun nedeni de Burhan bey ile görüşmemden hemen sonra bir kafeye giderek telefon aracılığıyla bütün sosyal medya hesaplarıyla ilgilenmiş ve editli videolar hazırlamış olmamdı.

Sekiz saat boyunca çalışmışım.

Kafenin kapanma saati olduğu için kafeden kışkışlanmasaydım eğer muhtemelen bir sekiz saat daha çalışırdım diye düşünüyorum.

"Bana diyene bak! Sabah çıkıp akşam eve geliyor!" Apo sehpaya uzattığım ayaklarıma diz kapağıyla hafifçe vurdu. "Nerdeydin diyorum? Aloo?"

"Cehennemde!"

"Mayıs."

"Dua et, ananın şeyindeydim demedim." Gözlerimi devirdim. "Bugün terbiyem üstümde."

"Beyninde üstünde olsaydı keşke." diyen Apo önüme geçerek televizyon izleme zevkimi bozdu. Kafamı kaldırdım, öfkeli suratına kitlendim. "Hâlâ bana trip mi atıyorsun?"

"Sence?"

"Mayıs, benden ne istiyorsun? Anlamıyorum ki seni!"

"Şu anda istediğim tek şey, kaslı vücudunu köşeye kaydırman ve televizyonun önünü açman." Yapay bir şekilde gülümsedim. "Haber izliyorum, görmüyor musun?"

Apo bıkkınlıkla oflayarak köşeye çekildiğinde gözlerimi haber sunucusunda kitledim. Adana'da ve İstanbul'da yaşanan garip -hırsızlık- haberleri veren sunucu, bültenin sonunda ilgimi çekecek bir haber sunmaya başlamıştı. Ekrana sakallı, genç bir adam fotoğrafı koyan haber bülteni, gösterdikleri adamın ormanlık bir alanda ölü bulunduğu haberini yaparken "Lan." dedim ani farkındalıkla. "Lan bu adam... Ananı! Apo şuraya bak!"

Apo yavaş bir hareketle gözlerini televizyona çevirdi ve çevirir çevirmez o da benim gibi şaşırdı.

"Ana! Bu ormanda ölü bulunan adam şey değil mi?" Çaprazımda, ayakta duran Apo'yu kolumla dürtükledim. "Poyraz ailesinin damadı! Hastanede topuklarına sıktığım sakallı adam değil mi bu?!"

"Sedef'in eşi." diye fısıldadı Apo.

"He he! O! O adam!" Gözlerimi irileştirdim. "Ulan adamı öldürüp ormanlık alana atmışlar! Ha siktir!"

Apo bir habere bir bana baktı ardından tekrardan habere döndü. "Poyraz ailesi ipini çekmiş diye yorumladım."

"Adamı sikmişler, sen hâlâ ip diyorsun." Dudağımı tiksintiyle büzüştürdüm. "Yazık. Gerçi pek yazık olmadı ama düşününce yazık diyesim geliyor. Sonuçta minik bir bebekleri vardı. Adam bebeğini görmeden öldürüldü. Vay be! Ulan bu Poyrazlar nasıl varlıklar?"

"Gaddarlar." dedi Apo düz bir sesle. Bütün dikkati televizyondaydı.

"Vallah... Ne bileyim? Yarın bir gün o yeğenleri büyüse, dese ki benim babam nerede? Hangisi açıklayacak bu durumu acaba? 'Oğlum, biz senin babanı annene yan çizdiği için öldürdük, ormanlık araziye attık. Kusurumuza bakma, paramıza bak.' mı diyecekler acaba?"

"Öyle demezler de..." Apo yutkundu. "O tarz bir şey söylemezler diye düşünüyorum."

Ben bundan pek emin değildim. Eğer gerçekten o adamın fişini Poyraz ailesi çekmişse, Saffar dümdüz bir şekilde bunu yeğenine -belirli bir yaşa geldiğinde- söylerdi. Saffar'da merhamet aramıyordum. Ya da ona benzer bir şey... Sadece onda biraz ahlak görmüştüm, bu ahlakıda muhtemelen ona bu cinayeti itiraf ettirirdi. En azından polis ve savcı dışındaki herkese ben öldürdüm derdi diye düşünüyorum. Tabii gerçekten o öldürdüyse...

"Benim dedemin düşmanlarına bak, amına koyayım. Adamlar kendi damadını sikip atıyor, dedemi mi sikemeyecekler? Of! Ben senin edindiği düşmana sokayım, Müco!" diye sövdüm kendimi tutamayarak. "Bir de Müco gitmiş, battı balık yan gider felsefesini benimsemiş; aralarındaki en psikopat kişinin anasıyla fingirdeşmiş. Ulan Müco... Sen bizim kemiklerimizi siktireceksin bu aileye... Sen bizim kanımızı siktirteceksin! Toprağımızı kırmızıya bulatacaksın! Ağzımıza sıçtın! Ağzımıza sıçtın, Mücoğğ!"

Güldü, Apo'nun gülüşü ortamda yankılandı. Dedeme Müco demem hoşuna gitmişti galiba. "Ne gülüyorsun, birader?" diye sordum alayla. "Doğruları konuşuyorum burada."

"Gülesim geldi."

"Gül gül. Son gülen bu yandaki piçler olursa, ben seni göreceğim Apo." Kumandayı alıp televizyonu kapattım. "Hayır bir de Müco neyine güveniyorsa, çocuğu kaçırtmıştı ya! Allah'dan o çocuğu geri verdirttim. Kuranıma bunlar bizi yaşatmazdı. Çok sıkıntılı bir aile..."

"Ateş olsalar cürmüm kadar yer yakarlar." diye tısladı Apo. "Rahat ol."

"Hee rahat ol. Hee." Dişlerimi öne çıkararak komik bir yüz ifadesi yaptığımda yine gülmüştü. "Adamlar damatlarını sikip atmış, sen bana rahat ol diyorsun. Apo aç gözünü aç! Bu piçler çok tehlikeli varlıklar ve maalesef ki aralarındaki en tehlikeli varlık, dedeme takıntılı olan Saffar psikopatı... Her an her şey olabilir yani."

Apo hiçbir şey söylemeden rahat bir tavırla koltukta yayıldığında onu koltukta bırakarak ayağı kalktım ve mutfağa doğru ilerledim. Cinayet olayı beni çok susatmıştı. Acilen su(?) içmeliydim. Apo arkamdan, "Bunları boşver. Biz barıştık mı?" diye sordu. "Küs müyüz hâlâ?"

"Barıştık gibi." dedim mutfağa girerken. "Götlük yapmazsan barıştık."

"Ne dedin sen bana?"

"Off Apo! Dedem gibi sağır numarası yapma! Duydun işte dediğimi!" Önüne geldiğim. buzdolabının kapağını açtım. "Meyve suyu zıkkımlancak mısın?"

"Yok!" diye seslendi.

"Zaten götlere meyve suyu servisimiz yoktu!"

"Mayıs! Sinirleniyorum!"

"Şaka yapmıştım, cidden meyve suyumuz yok. Fakiriz. Gerçi şarabımızı var. Meyve suyu yoksa şarap için hehe." Kapağı açık duran beyaz şarap şişesini raftan alarak buzdolabının kapağını kalçamla kapattım. Yeşil şişenin ucunu dudaklarıma dayayarak salona yürümeye başladığımda "Şarapçı." dedi Apo sertçe. "Bırak şu zıkkımı artık! İçme!"

Ona cevap vermek yerine şişeyi kafama dikerek koltuğa geçtim ve genzimi yakan alkol tadının keyfini çıkardım. Alkol iyi gelmişti. En azından kaskatı kesilmiş bedenimin ve ruhumun gevşediğini hissediyordum.

Şişeyi dudaklarımdan çekerek elbisemin kol kısmıyla akan şarap damlalarını sildiğimde "Pasaklı." dedi tok bir sesle. "Yapma şu pisliği..."

"Yaparım."

"İyi yap."

"Yapıyorum?" Ağzımı elbisenin kumaşıyla silmeye devam ettim. Apo gözlerini devirip "Bugün neredeydin?" diye sordu muhtemelen konuyu -pislikliğimi- değiştirmeye çalışıyordu.

"Sen dün nerede olduğunu söylersen, bende bugün nerede olduğumu söylerim." Ağzımı kuruttuğuna emin olarak şişeyi bacaklarımın arasına aldım. "İlk sen söyle."

Apo duraksadı. "Niye ilk ben söylüyorum?"

"Sen büyüksün. Ondan."

"Aramızda sadece dokuz yaş var, Mayıs."

"Çok mu küçük sayıyorsun kendini, yaşlı kurt?" Güldüm. "Otuz yaşındasın değil misin?"

"Yirmi dokuz."

"Yani otuz." dedim ve tekrardan güldüm. "Yolun yarısı eder, Apo."

Gülüşüme karşılık vermeden "Dün bir kadınlaydım." dedi aniden. Durdum. İtiraf mı gelmişti? "Ve senin söylediğin gibi bu bir date'tti."

"Aha! Biliyordum!" diye bağırdım heyecanla. "Bir kadınla görüştüğünü biliyordum! Hemen bana yengemi anlatıyorsun! Hemen! Kaç yaşında, ne iş yapıyor? Ne zaman tanıştınız? Adı ne? En son ne zaman seviştiniz? Ön sevişme süreniz kaç dakikaydı? Bütün detayları öğrenmek istiyorum!"

Apo cins cins suratıma baktı. "Son iki soruyu bana bir daha sorarsan, seni o akıl hastanesine geri yollarım."

Hastanede takılan İnanç'ı ziyaret etme isteğimi zihnimdeki raflardan birine kaldırarak genişçe sırıttım. "Peki, sormam."

Apo diğer sorularıma yanıt vermeden, "Sen neredeydin?" diye sordu merakla.

"Çok tatlı dizayn edilmiş bir kafedeydim. Bütün gün sosyal medya hesaplarıyla ilgilendim." dedim dürüstçe. Aslında yüzde yüz dürüst değildim. Burhan bey ile yaptığım görüşmeyi ona söylememiştim çünkü Burhan bey ile sohbeti ilerletttiğimizi Apo'nun bilmemesi daha iyi olur diye düşünüyordum. Yani şöyle ki yarın bir gün sorunlarımın boyutu büyürse, ilk danışacağım kişinin -sadece- Apo olmamasını istiyordum. Bazı sorunlarımı Apo kendi başıma çözdüğümü zannederse daha iyi olurdu.

Her ne kadar götüm ilk sıkıştığı anda Burhan beye koşacak olsamda.... Apo'nun bunu bilmesine gerek yoktu. Beni güçlü sıfatına sokmuş bir adam, aldığım her yardımdan haberdar olmasa onun gözünde daha güçlü gözükürdüm.

Öyle değil mi?

"İyi. Rahat durmuşsun." Bana inanmıştı. "Bu arada seni hayatımdaki kadınla tanıştırmak istiyorum ama yakın zamanda değil. Biraz benim konuşmayı ilerletmem gerekiyor. Anlarsın ya."

"Anladım anladım. Tamam, ben beklerim." Gülümsedim. Hayatımda ilk defa biri beni adam yerine koyup onun için değerli olan biriyle tanıştırmak istiyordu. Bu beni çok mutlu etmişti. "Yengemin adı ne?"

"Henüz yengen değil." Tebessüm etti. "Evrim."

"Güzel isim! Kaç yaşında?"

"Yirmi altı."

"Harika! Aranızda çok yaş farkı yok." Oğluna gelin alan kaynana mooduna geçip oturduğum yerde dikleştim. "Evrim hanım ne işle meşguller?"

Apo duraksadı.

Aramızda anlam veremediğim bir bakışma oldu.

Gergin gözüküyordu. Beni de gerecek kadar gergin gözükmeye başlamıştı.

"Apo... Sakın bana onlyfans hesabı var deme. Bayılırım şuraya!" dedim parmağımla yeri işaret ederek. "Cidden bayılırım!"

"Ya yok öyle bir hesabı! Ama sen onun mesleğinden hoşlanmayabilirsin. Ondan söylemeye çekiniyorum."

Tek kaşımı merakla kaldırdım. "Yogacı falan mı?"

"Yok."

"Falcı mı? Nefret ederim."

"Değil."

"Pornocu mu yoksa?"

"Mayıs, saçmalama." dedi sertçe. "Sinirlendirme beni."

"Doğru ben pornocuları severim. Ne de olsa sanat sanattır." Anlık güldüm. "Muhasebeci olabilir mi? Sıkıcı bir meslek ya. Ben pek hoşlanmam."

Apo ofladı. "Değil."

"Ee? Ne bileyim? Başka hangi meslekten hoşlanmam ki ben? Aa! Rehberlik öğretmeni mi? Nefret ettim! Nefret ettim! Sakın, sakın! Hayır. Ayrıl." Dişlerimi tiksintiyle gıcırdattım. "Ayrıl, ben arkandayım!"

Rehberlik öğretmenlerine duyduğum saf nefreti soluyan Apo "Değil." diye cevap verince birkaç saniye düşündüm.

"Okul müdürü mü?"

"Değil."

"O zaman ne ya? Söyle de bileyim!"

Apo yutkundu. "Savcı."

"Neyci, ne?" Duraksadım. "Avcı mı?"

"Savcı, Mayıs."

"Ha savarcı. Anladım, böcek savarcı." dedim salağa yatarak. Tamamiyle algılarımı ona kapatmıştım çünkü benim bu hayattaki en tilt olduğum mesleklerden birini söylemişti. "Güzel. Sevdim. Böceklere ölüm!"

"Savcı diyorum."

"Savaşçı? Ay ne kadar güzel. Evrim yengem asker mi?" Elimi gururla göğüsüme bastırdım. "Mükemmel ya. Bayıldım! Ne kadar onur verici bir meslek!"

"Savcı diyorum!" diye bağırdı Apo. "Sallama kıçından!"

"Hayır savcı değil." Güldüm. "Değildir."

"Öyle."

"Sus."

"Evrim bir savcı, Mayıs."

"Kes."

"İstediğin kadar red et. O bir savcı. Hemde ceza mahkemesinde çalışıyor."

"Apo, sus. Sabıka kaydım gözümün önünden geçiyor. Sus!"

"Sabıka kaydının kol gibi olmasının nedeni savcılar ya da hakimler değil, Mayıs. Nedeni sensin! Aş şu saçma fobini artık!" diye tısladı aniden. Evet, kabarık sabıkam ve durmaksızın üzerime açılan mahkemeler yüzünden savcılara ve hakimlere biraz tilttim. Bu yüzden o meslekleri pek sıcak karşılamazdım ama bu benim suçum değildi. Küçüklükten kalmış travmalarım vardı. Ne yapayım? On üç yaşından beri mahkemeye çıksaydınız hepiniz benim gibi olurdunuz!

Savcı, hakim ve avukatlardan haz etmezdiniz. Nokta.

"Ayrıl." dedim net bir sesle. "Ayrıl, ben arkandayım."

"Sevgili bile değiliz."

"Flört evresini bitir. Bitir ben arkandayım."

"Mayıs, abartma."

"Savcıdan arkadaş bile olmaz! Ne abartma? Bitir flört evresini! Bitir, ben arkandayım! Sana başka karı buluruz!" dediğimde Apo suratıma mala bakarmış gibi baktı ardından ayağı kalkıp odasına doğru ilerledi. "Bitirecek misin? Bitirmeye mi gidiyorsun?"

Sorumu sert bir dille yanıtladı. "Hayır."

"Ben savcı yenge istemiyorum ama!" diye bağırdığımda odasının kapısını sertçe kapatmıştı. "Kır o kapıyı! Kır ben arkandayım!"

"Mayıs, sus!" dedi odasının içerisinden. "Uyuyacağım!"

Ona yanıt vermek yerine, "Aman iyi be!" dedim ve kucağımdaki şişeyi sehpaya koydum. "Ailede yeterince nefret ettiğim insan yokmuş gibi bir de savcı yenge gelecek başıma... Yemin ediyorum, el ele verip beni çıldırtmaya çalışıyorsunuz. Anladım bu planı! Başaramayacaksınız lan! Başaramayacaksınız!"

Bana cevap vermedi. Bana cevap vermemesi beni daha çok sinirlendirirken bacaklarımın arasında duran şarap şişesini alarak kafama diktim ve lıkır lıkır içip boş şişeyi kırarcasına sehpaya bıraktım. Alkol bile şu anki sinirime etki edememişti. Ağzımdaki son yudumu yüzümü ekşiterek içtikten sonra dengesiz bir hareketle ayağı kalkıp "Senden nefret ediyorum!" diye seslendim. "Ailemize savcı bir yenge adayı sokacağın için senden tiksiniyorum!"

"Benim soyadım Karahanlı bile değil! Ailene sokmayacağım onu!" dedi kapının arkasından.

Salonun ortasında durup düşündüm. Biraz haklıydı. "Soyadın Karahanlı olmayabilir ama sen aileden birisin, Apo! Ben ailemde savcı yenge istemiyorum!"

"Mayıs, git yat zıbar!"

Dönen başımı dikleştirerek "Ceyda daha güzel!" dedim kuru bir sesle. "Eski sevgilinden bahsediyorum. Geri dönmek için geç değil bence!"

"Birincisi Ceyda'nın güzel olduğunu nerden biliyorsun? İkincisi Evrim'i görmeden, ikisinin arasındaki güzellik algısına nerden varabiliyorsun ve üçüncüsü Ceyda evli!" diye bağırdı kapının ardından. Öfkelenmişti.

"Birincisi Ceyda Poyraz'ı gördüm. İkincisi Evrim çok güzel biri olsaydı adı Evrim olmazdı. Belli ki Evrimleşememiş. Ve üçüncüsü kocasını öldürürüz. Zor bir şey deği ki! Bi mermiye bakar."

"Mayıs mal mal konuşma! Git yat zıbar! Şu sesine bak! Alkolden yalpak çıkıyor yine!"

Ofladım. Odasının kapısına doğru atabileceğim en iğrentili bakışı attıktan sonra "Bir gün savcı bir kadınla görüştüğün için çok pişman olacaksın ama o gün arkanda ben olmayacağım!" dedim sinirle. "Nerede olacağım biliyor musun? Hapishanede! Savcı ve hakimle yakın olan herkes hapishaneye düşmeye mahkumdur çünkü!"

"Rahat durursan düşmezsin!"

"Rahat duramayacağımı biliyorsun!" diye cırladım ve onu rahat bırakarak arkamı döndüm. Merdivenlere doğru  birkaç adım attığım sırada kapı zili çalmıştı. Bu daireye taşındığımızdan beri ilk defa zil sesini duyuyordum. "Allah Allah?" Kapıya baktım. "Saat çok geç oldu. Gelen kim olabilir ki?"

Sipariş mi vermiştik? Yoo. Vermedik. En azından ben vermedik diye hatırlıyorum.

Zil bir kez daha çaldığında koşturarak kapıya ulaştım ve dürbünden bakma gereksimi duymadan kapıyı açtım. Karşımda gördüğüm kişiyle kaşlarım benden bağımsız bir şekilde havaya kalktı. Şaşırdım. Şaşırmadım desem yalan olurdu. Gerçekten şaşırmıştım. Hemde çok...

"Sedef?" diye sordum ikilemde kalarak. Saffar'ın kızkardeşi olduğunu bildiğim esmer ve oldukça güzel olan kız dolu gözlerle bana baktı. Titriyordu. Titriyor muydu gerçekten? Alkolden dolayı kafam karışmadıysa evet kız tir tir titriyordu. "Merhaba?"

Sedef selamıma bile yanıt veremedi. Kireç gibi olmuş yüzünü bana sergilerken, "Yardım et." dedi korkuyla. Dolu gözlerine şaşkınlıkla baktığımda "Lütfen, yardım et." diye fısıldadı. "Lütfen..."

"Ne oldu?"

Sağ elini kaldırdı ve kapısı açık olan yan daireyi işaret etti. Elindeki kan lekesini görmemle "Bebeğine mi bir şey oldu?" diye sordum panikle. "Sana mı bir şey oldu? İyi misin?!"

Kollarımı omzuna yerleştirip onu kocaman olmuş gözlerimle süzdüğüm sırada "Lütfen, yardım et." dedi ve titreyerek bileklerimi tuttu. "Lütfen..."Ellerindeki kan bileklerime bulaştı. Bir kana bir ona baktım. Ne diyeceğimi bilemediğim zaman dilimi içerisinde "Kim geldi?!" diye seslendi Apo odasından.

Sedef korkuyla kafasını olumsuz anlamda salladı ve yalvarırcasına bileklerimi sıktı. Bileklerimi acıtsa bile gıkımı çıkarmadım. "Ona bir şey söyleme. Lütfen, sadece sen gel. Nolur. Yalvarırım... Bana yardım et. Ya... Yanlışlıkla oldu. Yanlışlıkla yaptım. İsteyerek yapmadım."

Neyi yanlışlıkla yapmıştı?

Hıçkırarak söylediği kelimelerden bir halt çıkaramadığımda soğukkanlı tutumunu geri kazanarak "Garson geldi!" diye seslendim Apo'ya. "Şarap sipariş etmiştim! Odama çıkıyorum şimdi!"

"İyi halt yiyorsun, şarapçı!" diyen Apo sessizliğe gömüldü. Onun odasından çıkmayacağını anlayarak Sedef'e baktım. "Ne oldu? Bebeğine mi bir şey oldu?"

Tir tir titreyen Sedef bileklerimi bırakmadan "Abime vurdum." dedi. "Yere düştü. Kalkmıyor şimdi. Uyanmıyor. Kaldırmaya çalıştım ama kalkmadı.  Nolur, yardım et. Mayıs... Çok korkuyorum..."

Ve o an kaynar sular başımdan aşağıya döküldü. Nedeni bilinmez bir şekilde kalbimin sıkıştığını hissettim. Buna rağmen Sedef'e hiçbir şey sormadım. Hiçbir şey söylemedim. Bileklerimi yavaşça parmaklarının baskısından kurtararak dışarı çıktım ve kapıyı arkamdan kapattım. Tir tir tityerek bana bakarken onu arkamda bırakarak yan daireye doğru koştum ve açık kapıdan içeriye girdim.

Loş bir salona direkt olarak geçiş yaptığımda ilk başta hiçbir şey görememiştim. Bir salak gibi etrafta döndüğümde ortama giren Sedef "Benim odamda!" dedi korkuyla. "Orada!"

Eliyle gösterdiği odaya koşarken, o da dış kapıyı kapatarak arkamdan gelmişti. Işığı açık olan odaya daldım ve yerde onu gördüm. Saffar gözleri kapalı bir şekilde, beyaz tüylu halının ortasında duruyordu. Halının yarısı onun kanıyla boyanmıştı. Beyaz halının sol köşesi kanın uğursuz sıvısıyla bütünleşmiş, adeta beyazlığını yitirmişti. Onun gibi bir adamı bu halde görmek beni afallatırken, bakışlarım çaprazımda duran beşiğe kaydı.

Ediz bebek beşikte mışıl mışıl uyuyordu. Her şeyden habersizce...

"Sen ne yaptın?" diye sordum dehşet içinde. "Abini mi öldürdün?"

"Mayıs yanlışlıkla oldu! Yemin ederim, kasten yapmadım!" Sedef hıçkırdı. "Nolur, bir şey yap! Nolur! Ölmesin o! Nolur!"

Yerdeki yeni fark ettiğim kırık cam parçalarına kısaca baktıktan sonra paniğimi sessize alıp halının yanından dolandım ve Saffar'ın dibinde soluğu aldım. Dolgun dudakları aralık duruyordu, rengi gitmişti; yüzü kireç gibi olmuştu. Üzerindeki lacivert kazak, onun kanıyla kaplanmış; yakası yırtık olduğundan dolayı kaslı göğüsü kuru kan lekelerine kurban gitmişti. Koyu renkli saçlarının arasından gelen kan damlaları, yarasının kafa kısmında olduğunu bana kanıtlarken titreyen elimi yavaşça boynuna uzattım ve bir nabız sesi aradım.

Ve o sesi bulduğum an ne zamandır tuttuğumu bilmediğim nefesi sesli bir şekilde verdim.

Yaşıyordu. Ölmemişti. Ölmemişti.

"Mayıs o yaşıyor mu?" diye sordu hüngür hüngür ağlamaya başlayan Sedef. "İyi mi?! Abim iyi mi?"

"Yaşıyor." Elimi buz tutmuş boynundan çekmeden onun yüzünü inceledim. Belli etmemeye çalışsamda şok geçiriyordum şu anda. "Ne yaptın ona?"

"Ta...Tartıştık." dedi Sedef titreyerek. "Sonra ben onu ittim. O da bana bağırmaya başladı ve üzerime yürüdü. Bende korktum. Arkasını döndüğü ilk anda vazoyla kafasına vurdum. Abim düştü, kalkmadı. Ka... Kaldıramadım onu."

Nutkum tutuldu. Birkaç saniye hiç konuşmadım ardından kırık parmaklarıma dikkat ederek kendime okkalı bir tokat attım. Bunu yapmam gerekiyordu çünkü bende onun gibi titremeye başlamıştım. Yanağımın yanmasını siklemeden "Kaç dakika önce yaşandı bu olay?" diye sordum. "Ne kadar süredir baygın?"

"Beş... Ya da on dakikadır."

Beynim tokat sonrası yerine geldiğinde bir saniye düşünmeden elimi Saffar'ın saçlarına daldırdım ve açık yarasını aradım. Kanlı saç uçları yarayı bulmamı zorlaştırmıştı ama saniyeler içinde o yarayı bulmayı başarmıştım. Ensesinin biraz üstünde, açık konumda bir yara vardı. Dokunduğum kadarıyla ya dört veyahut beş santim açıklığındaydı. Derindi ve acilen kapatılması gerekiyordu yoksa kan kaybından ölecekti.

"Yardım et." dedim yaradan elimi çekerek. "Yardım et! Onu çevirelim!"

"Ne... Ne yapacaksın abime?"

"Kafasına ikinci kere vazoyla vuracağım belki uyanır." Sedef'e kimseye daha önce atmadığım kadar öfkeli ve nefret dolu bir bakış attım. Korkmuştu. "Bak çocuk uyuyor diye bağırmak istemiyorum ama bana mal mal sorular sormaya devam edersen küfürü basarım." Dişlerimi sıktım. "Yardım et, şu adamı çevirelim. Yarasına bakmam lazım."

Sedef titreyerek yanıma gelip Saffar'ın göğüsünden tuttuğunda bende onun belini kavramıştım. Oldukça yavaş bir hareketle onu sol omzundan destek alacağı şekilde yan çevirdik. Ensesinin hemen üstünde olan yarası direkt olarak karşıma çıkmıştı. "Sikeyim, vazo parçaları saplanmış. Kızım, sen manyak mısın? Vazoyla niye saldırdın abine?"

"Tartışıyorduk ve ben... Bilerek yapmadım. Aniden oldu. Mayıs nolur, yardım et!" Hıçkırdı. "Nolur! Benim ondan başka kimsem yok! Nolur, yardım et bize..."

"Ambulansı arasak daha iyi olmaz mı?" deyip durdum. "Bir saniye... Arayamayız. Neden? Çünkü hastane polisi seni direkt içeri atar. Lanet gelsin! Lanet! Ulan... Küçücük, süte muhtaç bir bebeğin olmasa var ya... Ben bilirdim sana yapacağımı..." Ona yandan bir bakış attım. "Neyse neyse! Amcanı arasan ve doktor bulma konusunda ondan yardım istese..."

"Abimi defalarca kez öldürmeye çalışan amcamı mı arayayım?" diye kesti sözümü ağlarken. "Abim şu an ölmediyse bile buraya adam yollatır ve ikimizide öldürtür! Babamdan bize kalan mirası almak için elinden gelen her şeyi yapan bir adam, şu durumu öğrendiği an bizi diğer tarafa yollar, Mayıs!"

Pekala, haklı olabilirdi. Psikopat amcadan destek almak şu durumda iyi bir fikir değil gibiydi. Kısacası iş bana düşmüştü.

"Allah'ım, sen yardım et bana. Sen bana yardım et. Lütfen..." Kanlı elimi kucağıma koyarak derin bir nefes aldım. "Sedef, acil bir sıcak su ve bolca temiz bez getir. Bir de... Şey..." Beynim anlık durduğu için birkaç saniye bekledim. "Alkol getir. İnce uçlu bir iğne ve ince bir ipte lazım. Acil bunları getir bana!"

Sedef gözlerini suratımda kitledi. "Yarasını mı dikeceksin?"

"E...Evet."

Dehşet içinde dudaklarını araladı. "Daha önce yara diktin mi?"

"Dikmedim." dedim kuru bir sesle. "Bu ilk olacak."

"Dalga mı geçiyorsun?" Sedef çıldırmış gibi elini saçlarına daldırdı. "Yara kafasına yakın bir yerde! Ya yanlış bir şey yapıp abimi öldürürs..."

"Ulan abinin anasını sikmişsin zaten! Adam can çekişiyor! Giden kana bak, amına koyayım! Beni delirtme!" diye bağırdığımda sarsıldı. Beşikteki bebeğin ağlama sesi ortamda yankılandığında titreyen ellerimi yanaklarıma bastırarak "Çok kan kaybediyor! Eğer açık yarayı hemen dikmezsem, kan kaybından ölecek!" dedim sertçe. "Söylediklerimi getir!"

Sedef anlık dondu. "Ama... Ama senin parmakların kırık. Nasıl yarayı dikeceksin?!"

"Allah yardımcım olur diye düşünüyorum! Söylediğim malzemeleri getirir misin artık?!"

Hıçkırarak ayağı kalktığında onun koşmasını izleme gereği duymadan Saffar'ın kireç gibi olmuş, güzel yüzüne döndüm ve kendimden beklemediğim bir şey yaparak onun kulağına eğildim. "Nolur ölme." diye fısıldadım burnumu yanağına sürterken. "Sana yalvarıyorum, ölme. Kaldıramam. Ben kollarımın arasında can veren bir kişi daha görürsem, bunu kaldıramam. Nolur, bana bu acıyı ikinci kere yaşatma, Saffar. Lütfen... Lütfen, bana karşı bu kadar gaddar olma."

❄️Devam edecek❄️

Umarım güzel bir bölüm olmuştur.

Oylarınız ve yorumlarınız için teşekkür ederim ☺️

Öpüldünüz beybiler

Continue Reading

You'll Also Like

40.4K 2.7K 8
。⁠◕Bu his çok tuhaftı onlar benim gerçek ailemdi ama bir o kadarda uzaklardı...◕⁠。
435K 23K 38
'Sen Asla iyi olamazsın Lucretia. Sen kötü olarak var oldun. Dehşet acı kaos ve kan bunlar seni güçlendirir iyilik, işte onun olduğu yerde sen yok ol...
276K 32.2K 72
"Sonuna karşı çık ya da öl." Kaderinde ölüm yazılı olan kötü bir karakterin içerisinde doğmadan önce tercihlerin hayatı bu kadar etkilediğinin farkı...
385 72 20
Büyü evrenin var olduğu ilk andan itibaren etrafımızı sarmış durumda önemli olan tek soru şu; -Bu büyüyü nasıl kullanacaksın?