12. Bölüm; 'Sözleşme'

185 26 50
                                    


"Orospu evladı," diye fısıldadım konuşabildiğimde. "Orospu evladı..." Ağzımda biriken kanı yere tükürüp kolumu tekrardan dudağıma bastırdım. "Ne diye karşılık vermedim sanki? Sikmem lazımdı onu orada!"

Ağzımın içinde biriken kanı tekrardan yere tükürdüğüm sırada tam ceketin kolunu dudağıma bir kez daha bastıracaktım ki başka bir kol benden önce davrandı. Siyah kumaşın dudağımdaki nazik baskısının hemen ardından başımı kaldırarak yanımdaki kişiye baktım ve o an dondum.

Siyah gömleğinin kumaşını dudağıma bastıran kişi Saffar Poyraz'dan başkası değildi.

Koyu kahverengi gözleri kısılmış, gözlerindeki düz ifade kemikli yüzüne bir ayna gibi yansımıştı. Sıcaktan oldukça uzak, kendine buzullardan bir kale edinmiş o donuk kahverengi gözlerinin içinde kendi perişan yansımamı görebiliyordum. Bana o kadar yakındı. Ürpertici seviyede yakındı. Lakin ondan ürkmüyordum. Belki de saatler önce bana yaşattıklarından dolayı ondan ürkmem gerekiyordu fakat nedensizce ne yakınlığı ne de varlığından ürkmemiştim.

Ona bakınca hissettiğim tek şey şaşkınlıktı. Burada olmasına şaşırmamıştım, hayır. Şaşırdığım şey, binlerce lira olduğuna kalıbımı basabileceğim siyah gömleğini benim kanımla isteyerek pisletiyor oluşuydu.

Bana yardım ediyordu.

"Sen..." dedim boğukça. "Senin burada ne işin var?"

Saffar korkunç bir sakinlikle kafasını sağ omzuna doğru eğdi. Bu hareketiyle alnına birkaç tutam saç düşmüştü. O an saçlarının da tıpkı kendisi gibi olduğunu düşündüm. Simsiyah saçları vardı. Siyah, asi ve dağınık. Dağınık olmasına rağmen düzgün bir şekilde durmuştu. Dalgalı ve düz arasında gidip gelen siyah tutamları onun kemikli yüzüne oldukça yakışıyordu ve ona olduğundan daha sert bir hava vermişlerdi. Kısacası karşımdaki adam tip olarak hayata beş sıfır önden başlamıştı.

Nefes kesici bir güzelliği olduğunu yeni yeni fark ediyordum.

"Seni takip ediyorum." dedi, tok sesi alay içermiyordu fakat bunu alayla söylediğini fark edebilmiştim. "Öldürmek için."

"Yalan söylüyorsun." diye fısıldadım zorlanarak. Dudağımdan akan kanın durgunlaştığını hissettiğimde elimi onun dudağımdaki -yakınında duran- kolunun üstüne koymaya çalıştım, bana izin vermedi.

"Eğ kafanı. Kan beynine gitmesin." dedi donukça. "Eğ şu kafanı."

"Tamam." Kafamı eğdiğimde hiç beklemediğim bir şey daha yaparak önüme gelen saçları boşta kalan eliyle kavradı ve geriye itti. Hareketleri sert olsa da düşüncesi yumuşak gelmişti. Üstelik bana yumuşak davranmaya çalışıyordu. İyi de neden? Biz düşman değil miydik? Gerçi benimle değil, dedemle düşmandı. Ve buna rağmen bana yardım ediyordu. Bana yardım etmemesi gerekiyordu.

"Ağzın burnun kaymış. Gerçi kayıktı zaten de daha çok kaymış."

Kan onun gömlek kumaşından sıyrılarak beton zemine damla damla akmaya başladığında "Evet." dedim dürüstçe. "Sağlam bir yumruk yedim."

"Vuranın eline sağlık." derken ki sesi acımasızdı. "Benim çektirmediğim eziyeti sana çektirmiş." Durdu, yan profilime ilgiyle baktı. "Aslında seni kendi haline bıraksam iyi olurdu. Kendi belasını kendi veren tiplere benziyorsun."

Haklıydı. Benzemekle kalmamıştım. Direkt o tiplerden biriydim zaten.

Dalga geçmesini umursamayarak kolunu ani bir hareketle ittim ve yavaşça beton zemine oturarak dudağımdan zemine damlayan kanı izlemeye devam ettim. Burnumdan akan kan durmuştu. Sanırım dudağıma darbe aldığım sırada burnumdaki bir damar çatlamıştı ve bunun sonucunda burnumda kanamış olmalıydı.

MaziHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin