Kupa Cadısı

By MelikaTrn

199K 20.7K 1.9K

1 milyon dileği gerçekleştirmesi adına, henüz çok küçükken duyguları elinden alınmış, sevinci, hüznü, korkuyu... More

Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
Bölüm 21
Bölüm 22
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bölüm 26
Bölüm 27
Bölüm 28
Bölüm 29
Bölüm 30
Bölüm 31
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bölüm 44
Bölüm 45
Bölüm 46
Bölüm 47
Bölüm 48
Bölüm 49
Bölüm 50
Bölüm 51
Bölüm 52
Bölüm 53
Bölüm 54
Bölüm 55
Bölüm 56
Bölüm 58
Bölüm 59
Bölüm 60
Bölüm 61
Bölüm 62
Bölüm 63
Bölüm 64
Bölüm 65

Bölüm 57

457 60 2
By MelikaTrn

"Neyi bekliyoruz?!" diye bağırdım dayanamayarak. Evden çıkalı yaklaşık iki saat oluyordu. Kolumu sıkıp beni çekiştirmesinin bıraktığı o ince sızı çoktan bileklerimi terk etmişti. Yaklaşık 40 dakikalık bir araba yolculuğunun ardından işte şimdi olduğumuz yerdeydik. 

Şehrin çıkışında, güzel bir yeşilliğin içerisinde. 1 saati aşkın süredir, çiçeklerin ve yemyeşil ağaçların süslediği bu iki katlı evin arkasında, turuncu bir kapının önünde sessizce bekleyip duruyorduk. İkimizin ağzından da, geldiğimizden beri, yalnızca bir kaç kelime dökülmüştü, yine de o, daha sessizdi.

Karaca, pahalı arabasına öylece yaslanmıştı. Cebindeki sigara pakedini tekrar çıkartırken gözlerime baktı. Pakedin içindeki sigaralardan birini, sabırsızlıkla fakat kırmamaya özen gösterir bir hızla çıkarttı ve ağzına götürdü. Sigarasını yakarken hala gözlerimin içine bakıyordu. Onun gözlerine baktığım her an, çantamın kollarını biraz daha sıkıyordum.

"Bir şey göreceksin." dedi sigarasını iki parmağı arasına sıkıştırırken. "Bunu sana göstermeyecektim, biz bu şekildeyken değil." Sanki söylediğinden çok daha fazlası varmışçasına çıkan buruk sesine karşın, kaşlarımı çattım.

"Burada ne olduğunu kendim mi anlamam gerekiyor?" dedim bir sitem ederce. Gözlerini devirdi.

"Biraz daha.." dedi kolunu yüzüne yaklaştırırken. Son model saatini dikkatle, gözlerini kısarak inceledi. Öyle ki kirpikleri bile birbirine değiyordu şimdi. Sanki şüphe ile bakıyordu saate, sorgular gibi. "Çok az daha.. birazdan çıkacaklar.." Bu sözler üzerine gözlerim parladı. İçimdeki merak bir kıvılcımla çarptı ve tekrar onun siyah gözlerine döndü.

"Kimler?"

"Bekle, Eva.. 1 saat 28 dakikadır bekliyorsun.. sadece 2 dakika daha.." sanki bir bebeği uyutan bir ninni edasıyla söylüyordu, ağzından çıkan tüm bu sözleri. Bunun beni rahatlatmaması gerektiğini biliyordum, bu yüzden rahatlamanın rahatsızlığı vardı üzerimde.

"Neyi?.." dedim kısık çıkan bir sesle. Elindeki sigarasını yere fırlattı ve ayağının ucu ile ezdi. Önce derin bir nefes aldı, karşıma geçti, sanki işkence ediyormuşçasına yüzüme bakmadı.

"Eva, ben içeriye girmeyeceğim." dedi kararlı bir sesle.

"Ben, tek mi gireceğim?"

"Güzel.. bak hızlı kavrıyorsun."

"Karaca, ne yapacağım içeride, 1 saattir neyi bekliyoruz biz?" Ardarda gelen sorular canını sıkmış gibiydi Karaca'nın. 'Siyah saçları keşke yüzüne düşse!' dedim içimden, neden dediğimi bile bilmeden. Koyu gözleri yine gözlerimle buluştuğunda, bana gülümsemesini, yol göstermesini istedim.

"İçeride ben biraz sıkıntı yaşayabilirim, Eva." dedi kaşlarını çatarken. "Bahçeye gir, sorarlarsa bağışçı olduğunu söyle, büyük bağış yapacağım, müdürle konuşmaya geldim falan de, sen halledersin." derken önünde beklediğimiz turuncu kapının anahtar deliğine sokmak adına bir anahtarı hızla cebinden çıkardı. Son kez gözlerime bakarken, yüzündeki o sert ifadeyi bir kere daha silip attı benim için.

"İçeride göreceğin şey.."

"Ney Karaca?" Kafasını sanki bilmem, dercesine salladı. Tebessüm etmek istedi o an, kendiliğinden sıkılan dudaklarından bunu anladım, yine de izin vermedi kendine.

"Kendini tanımana yardımcı olacak bir şey, Eva. Seni çok iyi tanıyorum diyemem ama kabul edersin ki en iyi ben tanıyorum. Senin kendini tanıdığından bile iyi." kendinden emin, su geçirmez bir şekilde ettiği bu sözlere karşı kaşlarımı çattım.

"Sen ne biliyorsun ki?" dedim, onun da kaşlarını çatmasına sebep olacak bir ses tonuyla.

"İçeride göreceğin şeyden sonra bazı şeyleri tekrar düşüneceksin, Eva." dedi, titreyen bir sesle. "Ben göreceğin şeyleri görmeden de, düşüneceğin şeyleri çoktan düşünmüştüm, tamam mı?" dedi ve önüme gelen çok ufak bir tutam saça gitti elleri. Düzelteceğini düşünmüştüm. O tutamı parmakları ile yoklayıp geri bırakmakla yetindi.

"Karaca, ben-"

"Şimdi!"

Ben sözlerimi bitirmeden o turuncu, uzun kapıdan içeriye itildim. Arkamdan ise sert bir kapanış sesi geldi. Arkamı dönüp kapıyı açmaya yeltenecektim ki, kapının bu yanından bir kolu olmadığını gördüm. Bir dönüş yolu yoktu, Karaca, resmen beni buraya kapatmıştı.

Önce sinirle kaşlarımın çatıldığını, hatta gözlerime batacaklarını hissettim. İçimde, büyük bir sinir parladı, bütün hislerimi bir kaç saniyeliğine ele geçirdi fakat sonrası bütün bu bahçenin sessizliğine gömülmüş gibiydi.

İki katlı olan bu evin, kendisinden çok daha büyük ve görkemli bir bahçesi vardı. Şehrin bu bölümünde neredeyse hiç ev yoktu fakat burası fazlasıyla aktif kullanılan ve pek çok yaşayanı bulunan bir malikhaneye benziyordu. Yemyeşil bahçesinde sanki pırlantadan çiçekler, altından meyveler ve sebzeler vardı. Bahçe, her yandan büyük, beyaz duvarlarla çeviriliydi, bu iç açıcı bahçe olmasa, tepesinde dikenleri olan bu duvarlarla birlikte bu güzel ev, bir hapishane olabilirdi.

İnsanları görene kadar yürümeye karar verdim öncesinde. Az önce aklımda sinirim ile birlikte parlayan tek fikir, arka kapısından girdiğim bu evden, ön kapıyı bulup defolup gitmekti fakat şimdi gerçekten de burada görebileceğim bir şeyler olduğuna inanıyor gibiydim. Karaca ile ettiğim hararetli kavgadan ve hatta ölümün kıyısından dönmemin üzerinden saatler geçmişti. Şimdi ise bu bahçede hiçbir şeyi hatırlamıyordum.

Yürümeye devam ederken bahçede kendi halinde otlayan bir kaç kuzu, kendilerine ayırılmış mama kaplarından yiyen kedi ve köpekler ve hatta kendi halinde sessizce dolaşan, ve boyut olarak kedilerden daha büyük olan tavşanlar dahi gördüm. Giderek daha da cennetten bir köşe rolüne bürünen bu bahçenin büyüsüne hızla kapılıyordum ki, arkadan çalan zil sesi beni bir sarsıntı ile kendime getirdi.

Bu zil sesi sayesinde, bir kaç saniyeliğine buranın bir okul olabileceğine dair bir fikir belirdi aklımda fakat hemen karşımdaki kapıdan bir sıra halinde dışarı çıkan yaşlı başlı insanları görünce aklımdaki bu düşünce hemen silindi. Neye uğradığımı şaşırdım, ne görmem gerektiğine dair merağım giderek kabardı.

Gözlerimi görebildiğim her yüzün üzerinde gezdirdim, en azından birini tanıyana kadar. Ağarmış saçlarına bigudi sarmış yaşlı kadınlar, beyaz, ütülü gömleklerini elleri ile düzleyen yaşlı adamlar, koltuk değnekliler, tekerlekli sandalyede oturup, bir bakıcının kendisi ile ilgilenmesini bekleyenler, bir kaç albino, ve bir sürü insan daha...

Görebildiğim her yüzü aklıma kazıyor, Karaca'nın neyi, kendi başıma görmemi istediğini bir hırsla öğrenmeye çalışıyordum. Ta ki gözlerim tanıdık bir çift gözde takılana kadar.

Yaklaştım, yaklaştım, yaklaştım. Ayaklarım beni ona götürürken, beni görmemesine dair içimden dilekler diledim, belki de bu yaptığım en ironik şey oldu o an. Zaten dilenmiş bir dileği dilemek.

Yeşil gözleri ile buluşturmak istedim gözlerimi. Sanki bir anlığına buluşur gibi oldu, ama buluşmadığını içten içe çok iyi biliyordum. Kendime eziyet etmemek adına arkamı dönüp kaçmak istedim. Görkem'in yakasına yapışıp, 'Haklıydın!' diye bağırmak istedim ama bir dileğin gerçekleşişinden sonrasını görmek istemedim!

İşte şimdi karşımdaydı. Gençliğinin o küçük kısmında malvarlığı ile göz kamaştıran, dolandırılan, ihanete uğrayan, Magiya'dan medet umup, bu sefer de acımasız bir cadının gazabından, gözlerinden olan. Ayaz Soykan.

Kızgınlığımı kendime değil Karaca'ya vermek istedim, Ayaz'a doğru attığım her adım, ayaklarıma batarken. Benden çok, o hak ediyordu şimdi bunu. 'O acımasız cadı hala sensin Eva, ne olursan ol, ne hissedersen hisset, çaldığın bir hayat var, bir hayat çalıp, bir hayat yaşayamazsın!' diye bağırıyordu, kafamın içinde. Haklı olduğu için, en çok o hak ediyordu kızgınlığımı. Burada görmemi istediği şeyin ne olduğunu anladığımdan beri, nefret ediyordum ondan.

Ayaz'ın yeşil gözleri olduğu gibi duruyordu, ama hiç kırpmıyordu onları. Hayat yoktu gözlerinde, boşluğa bir kanca gibi takılıp kalmışlardı. Etrafındaki bir kaç insanla konuşuyordu. Daha da yaklaştım ona, söylediği sözleri duymak ve hatta ona konuşmak istedim. Haykırmak, bağırmak istedim, sanırım ben, özür dilemek istedim. İçin için ağlaya dabilirdim karşısında, dilediği bu aptal dilek için onu da suçlayabilirdim. 'Bak hayatını mahvettin! şimdi vicdan azabını ben çekiyorum!' diye bağırabilirdim ona fakat o, o an güldü.

Dizlerimin bağını çözen de bu olmuştu sanırım. Yere, dizlerimin üzerine düşerken, onun kahkahasına kapıldı zihnim. Ayaz, gülüyordu. Hissiz, hayatsız, artık tek vasfı güzel renkleri olan gözlerinden yaşlar gelecek kadar güldü Ayaz. Onunla birlikte tebessüm ettim, acı acı, için için. Gözümden bir yaş süzüldü onu izlerken. Kimse sorgulamadı bu düşüşümü ve kalkmayışımı, hatta gözlerimi bir yere dikip, bir anda ağlayışımı. Bulunduğum yerde bu tarz olaylar günde en az 4-5 kere oluyormuşçasına, herkes yanımdan öylece geçip gitti. Ben ise yerden kalkamayacak kadar hafiftim. Yere yığılmama ramak kalmıştı, gözlerimden süzülen bir kaç damla yaşı daha elimin tersi ile sildim.

"Ha-hanımefendi!" çaprazımdan, hızlı adımlarla bana yaklaşan, giyiminden ötürü yetkili birisi olduğu oldukça belli olan kadını gördüğümde, hızla kendimi toparladım.

"Ben iyiyim, iyiyim. Sadece bir anlığına başım döndü." dedim yerden kalkarken. Gözlerim bizden bir kaç adım daha uzaklaşmış Ayaz'daydı hala.

"Siz kimsiniz, nasıl geldiniz buraya?!"

"Ben.." Karşımdaki, orta yaşlı, kahve saçlarına grileri düşmüş bu kadın, yere düşmüş olmamla değil, haklı olarak burada oluş sebebim ile ilgileniyordu. Boğazımı hafifçe temizledim. "Ben.. bağış için.. bağış için buradayım. Böyle vakitsiz geldiğim için üzgünüm, bütün evrak işlerini burada beraber yaparız diye düşündüm." Bu sözler üzerine kadının bakışlarındaki sertlik, yerini bir anlık şüpheye bıraktı.

"İsminiz?" dedi sert bir ses tonuyla. Gözlerim hala arkalarda bir yerde Ayaz Soykan'ı ararken cevap verdim:

"Eva, Eva Soylu."

"Şirket adına mı, yoksa şahsi bir bağış için mi buradasınız Eva hanım?" dedi kadın. Tek eli ile kalem eteğini biraz çekiştirdi, daha sonrasında burnuna inen gözlüğünü gözlerine doğru itti.

"Şahsi.. şahsi bir bağış yapacağım."

"Güzel, şirketlerin reklam parçaları olmak istemiyoruz." Bu sözlerin ardından suratındaki şüphe de çekilerek bu sefer yerini merağa bıraktı. "Ne kadardan bahsediyoruz?" diye sordu kaşlarından tekini kaldırırken. Bu soruya karşın elimdeki çantayı iyice sıkıştırarak kendime doğru çektim. Boğazımı temizledim ve kadına tekrardan gülümsedim.

"Neden bana burayı biraz gezdirip, yaptıklarınızdan, ve yapacaklarınız için ihtiyaçlarınızdan bahsetmiyorsunuz.. şey.. isminiz.."

"Gülşah.. Gülşah Köse."

"Gülşah Hanım. Vaktiniz varsa kısa bir tur çok hoşuma gider, daha sonrasında yapacağım bağışa beraber karar veririz, ne dersiniz?" bu sözlerim karşısında büyük bir şaşkınlığa uğradı önce. Suratında belli belirsiz bir ifade oluştu.

"Bir tur için maalesef vaktim yok, burasının tur yapılacak kadar büyük bir alan olmadığını da görüyorsunuzdur, Eva Hanım. 15'er yataklı 10 yatak odası, 2 yemekhanesi ve genelde kimse gelmese de 1 misafirhanesi olan Güldan Bakımevindesiniz. Buradaki hasta nüfusu genellikle istihdam sağlanabilecek engelli bireylerden oluşur. Yaşlı, engelli, sakat bireylerin çoğu buraya bakanlık tarafından yerleştirilir fakat onların masrafları sizin gibi bağışçılar tarafından ödenir."

"Ah.." dedim hüzünle. Ayaz'ın bir bakanlık görevlisi tarafından yerleştirildiği bu yurtta, günlerce, haftalarca ne yaptığını, yeni hayatına nasıl alıştığını sorgulayıp durdum içimden. Suratımdaki bu hüznü farketmiş olacak ki, müdürün kaşları çatıldı.

"Biz bir hayırevi değil, bakımeviyiz. Sizin gibi bağışçılar olmasa buradaki çoğu hasta evsiz kalır."

"Anlıyorum." dedim sessizce. Orta yaşlı müdire önümde yürüyerek bana yön verdi ve bir yandan da konuşmaya devam etti:

"Mesela şuradaki yaşlı çift, buraya geldiklerinde birisinin sağ kolunda kötü huylu bir tümörü vardı, neyse ki onun ameliyat masraflarını ödeyecek bir bağışçı bulduk ve şimdi onlar, karısı ile küçük el işleri yaparak, para kazanıyorlar. Söylediklerine göre, öldüklerinde topladıkları paraları bahçedeki en yaşlı koyuna bırakmayı düşünüyorlarmış, kaliteli otlar yesin diye." bu sözlerine üzerine çok kısa, çok sessizce kıkırdadı. "Saçmalık. O para başka bir hastanın masraflarına gidecektir. Şimdilik en yaşlı koyunu mirasçıları sanmalarına izin veriyoruz.. Buradaki herkes böyledir Eva hanım, koyunlar ile tarif edilemez bağlar kuran, dikişçi bir çift, görebileceğinin en hafifidir. Herkesin inanılmaz, mucizevi hikayeleri vardır burada, hepsi yaş aldıkça, küçülürler aslında. Onlar, Benjamin Button gibiler."

"Yaşlandıkça gençleşen adam.." dedim sessizce.

"Onlar da öyleler. Burada bir kaç gün geçirseydiniz anlardınız." Gülşah Müdürün yüzünde giderek büyüyen, 5 dakika önce ki hararetini silip süpürmüş bir tebessüm vardı. Belli ki buradaki herkes biraz da onun çocuğu gibiydi.

"Peki, şuradaki adam?" dedim kontrolsüz bir biçimde. Konuşmanın başından beri gözümden ayıramadığım Ayaz Soykan'a döndüm tekrar. "Onu bir yerlerde görmüş gibiyim, lakin çıkaramıyorum." diye uydurdum, mahçup bir şekilde. Şimdi her şeyi bütünü ile biliyor, suçluluk hissediyordum ya, Gülşah hanımın pek normal olan bu bakışı, sanki gözlerime batan bir suçlama gibi geliyordu. 'Kör ettiğin adam mı? ona her gün işkence ediyoruz!' diye bağıracak sandım bir an.

"O mu? Ayaz Soykan'ın ta kendisidir o. Yaşınız genç gözüküyor gerçi ama 8-9 yıl öncesinden bu yana televizyonda görmüş olabilirsiniz. Ani bir çıkış ve ani bir çakılışı oldu Ayaz'ın. Geçtiğimiz aylarda malvarlığının dibini gördü, bir de üzerine, hiç sebebi yokken görme yetisini kaybetmiş yavrucak.." Kendisine yaşça pek yakın olan Ayaz'a karşı dahi bir anne şefkatini hissediyor gibiydi. "Onun buraya yerleştirildiği ilk günü çok net hatırlıyorum, üzerinden pek zaman geçmedi. Bağırıyor, çağırıyor, karısını istiyordu. Karısına bir kaç kez ulaşmaya çalıştık ama amirler, evlilik belgelerinde kullanılmış olan kimliğin sahte olduğunu saptadılar. Elimiz boş kaldı." En son bir el falında Parsalya denen otelde konakladığını gördüğüm o dolandırıcı kadın şimdi kim bilir nerede, kiminle, Ayaz'ın parasını yiyip bitiriyordu. İçim acıdı, gözlerim sızladı, acı bir kaderin karşısında ağlamak istedim. "O hafta Ayaz kimseyle konuşmadı. Herkese, hayata küstü. Bazen bağışı yapılan hastaların ceplerine bu bağışlardan harçlıklar kalır, onlar da o harçlıklarla yine burada, bizim izin verdiğimiz kadar cips, çikolata falan alırlar. Ayaz o cips ve çikolataların açılan paketlerini hep uzaktan sessizce dinlerdi. Canı çekiyor sanar, ona da alırdım ama o paketlerini bile açmazdı onların. 1 haftanın sonunda söylediği ilk cümle 'Bana neden kimse bağış yapmıyor?' olmuştu." Cümlesinin bu noktasında, Gülşah'ın gözleri bir boşluğa dalmış şekilde doldular, benim ise yanaklarımdan aşağıya bir damla süzüldü. Kimsecikler görmeden sildim o yaşı. Yalnızlığa mahkum ettiğim adamı aradım gözlerimle, bulamadım. "Kimsesi olmayan insanlara bile, ayda binlerce lira bağış gelir, ama ona kimse, 1 lira bile bağış yapmıyor. Elbette ortak gelirden payını alıyor ve ihtiyaçları karşılanıyor ama kişisel ihtiyaçlar için kişisel bağışlar gerekir, dolayısıyla herhangi ameliyatı deneme fırsatımız olmadı, ama muayene eden doktorlar, zaten buna yeltenmemizi tavsiye etmiyorlar. Ayaz'ın görmesi için hiç şans yokmuş." 

İçim iyice sıkıldı, iyice bunaldı, iyice yerin dibine girmek istedim, son bir kez daha aradım onu, dolu gözlerimle. En sonunda, kısa bir hastane elbisesi giymiş, fakat yüzünü, başından attığı bir örtü yüzünden göremediğim bir kızın yanında yakaladı onu bakışlarım. Kız ona bir değerlisi gibi bakıyor, koluna girmiş bahçenin ortasına doğru yön veriyordu. Ayaz'ı gördüğümde hissettiğim vicdan azabı yüzlerce, binlerce kat arttı o an. Fakat yüzündeki o gülücükler, hatta kahkahalar. Yanlış görmüyordum, Ayaz, kahkaha atıyordu. Yanındaki kadın kulağına eğilip bir şeyler anlattıkça kahkahaları şiddetleniyordu. O kadar sesli gülüyordu ki, kafamdaki bütün düşünceleri bastırırcasına beynime doldu kıkırdamaları. Benimle birlikte onlara bakan Gülşah tekrardan söze girdi: "Herkes çok iyi biliyor ya, Ayaz'ın yerinde kim olsa intihar etmişti. Zenginliği bilip fakir olduğu yetmezmiş gibi, gördüğü her şeyi kapkaranlık bir perde ile değiştirmek zorunda kaldı o. Bildiğin, yaşadığın, sevdiğin bir şeyi bırakmak, hiç bilmemekten hep daha zordur zaten. Ama görüyorsun ki o intihar etmedi, burada bambaşka bir hayat buldu kendine. Ayşegül'le tanıştı. Ayşegül ona nefes oldu burada. Kendi cebine kalan harçlıklarını hep Ayaz'a vermek istedi. Güya bağış yapacak, diyorum ya çocuk gibiler işte!"

"A-anladım, ne güzel.." dedim kekeleyerek. Ağlama isteği düzgün konuşmam ile aramdaki en büyük handikap olmuştu an itibariyle. Gözlerimden akması gereken yaşlar içime akıp gidiyordu ve keşke bu vesile ile içimdeki yangını söndürebilselerdi.

"Ayşegül'le tanıştığından beri Ayaz pek bir mutlu. Ayşegül'ün yüzünde, eski bir kazadan deforme olmuş bölgeler bulunuyor bu yüzden Beden Dismorfi Bozukluğu var. Ayaz'ın kendini görmüyor oluşuna seviniyor bu yüzden, kimseye yüzünü göstermek istemezken, Ayaz'ın yanında yüzüne örttüğü örtüleri tamamen kaldırıyor. Ayaz da kör olduğu gerçeğine yavaştan yavaşa alışma aşamasında. Ayşegül ona el ayak oldukça kendini iyi hissediyor, hatta bu ilgiden bazen şımarıyor bile. Birbirlerinin, kendileri olabildikleri limanları oldular." Gururlu bir tebessümle baktı, yüzü kapalı Ayşegül'e ve kör Ayaz'a. İçi acımıyordu benim gibi, onların içindeki mutluluğu 20 adım öteden net bir şekilde görebiliyordu o.

"Ben bir insan sarrafıyım." diye girdi tekrar söze. "Fakat siz de Ayaz'ı biraz tanısaydınız eğer, bir kaç yılını süsleyen o şatafatlı hayatını hiç özlemediğini görebilirdiniz. Buraya geldiğinde Ayaz'ın derdi para değildi ve şaşıracaksınız ama dert derken körlükten de bahsetmiyorum." Bu noktada gözlerinden indirdiği gözlüğü bir kaç kez elinde çevirdi. Derin bir nefes aldı, ve tekrar Ayaz'ın gülen suratına bakarak güç topladı. "Ayaz buraya geldiğinden beri benimle pek konuşmadı, Eva Hanım. Konuştuğunda da hep ağladı. Beni, kendisini yıllar öncesinde 'O kadınla evlenme!' diye uyaran annesi yerine koymuş gibi, başka insanlarla normalce muhabbet etse de, bana gelince sadece ağladı. O kadının kendisini sevmediğini ilk andan beri hissettiğini söyledi, gerçek sevgi olsa hissedermiş, gerçek sevgi onun yaşadığı gibi olmazmış. Yıllar boyunca o sevgiyi gerçekten kazanmak için ne kadar çalıştığını anlattı Ayaz, belki malvarlığının yarısı sahtekar karısının sevgisini kazanmak için kazanılmışmış. Ve Ayaz ne dedi biliyor musunuz? 'Paramı alıp kaçmasına kızmıyorum, zaten onun için kazandığım para, ona aitti.'" Gözlerim kocaman açılmış, pür dikkat bir sonraki kelimelerin ağzından döküleceği anı bekliyordum. "Amanın! bu nasıl bir kabulleniş? insan hiç kendi emeği ile zar zor kazandığı paranın kuş olup uçmasına razı gelir mi?" bir hırsla bu soruyu sorduğunda kafamı olumsuz anlamda salladım.

"Bu kabullenişle anladım ki, Ayaz'ın içine dert olan, şimdi görememesi dahi değildi, Eva Hanım. Onun için içim ne kadar acısa da, onun içindeki acılar, benim çabamla geçecek ya da bağışlarla satın alınacak değildi. Ayaz'ın hiç sevilmemiş olması ile ilgili kabullenişiydi bu, ona sevgi satın alamaz, elimle yapmaya kalksam yapamazdım." derin bir nefes verdi ve son kez Ayaz'a ve koluna girmiş Ayşegül'e baktı.

"Yalnızlıktan yakınıp durmasa da ruhunu yakan şeyin bu olduğunu görebildim. Ayaz bile bilmiyordu ruhunu yakan şeyin bu olduğunu. Kaybolup giden parasından bahsederdi hep ama konu her zaman karısının kendisini hiç sevmemesinde biterdi. Neyse ki, kendisini dolandıran o karı müsveddesinden sonra bütün ömrünce beklediği aşkı bulabildi." Son sözleri ile birlikte geriye doğru bir adım attım. Kaşlarım giderek büzüldüler, tıpkı dudaklarım gibi. Ayaz'ın kahkahalarıyla dolan kulaklarım, diken diken olan tüylerim. "Bazen dile getiremediğimiz dileklerimiz bizi en beklenmedik yerde, yolun sonunda karşılarlar, ve o zaman yolun yeni başladığını anlarız. Ayaz şimdi çok mutlu."

İçimdeki her şey koptu bu sözlerle birlikte.

Müşterim.. müşterim çok mutluydu. Hayatımda hiç hissetmediğim şeyler hissettim o an. Sanki kafamın içinde bir yerlerde havai fişekler patlatılıyormuş gibiydi. Sanki uzun süredir verilen bir savaş kazanılmış, sanki bir yerlerde bu an adına kutlamalar yapılıyormuş gibiydi. Bir ulusa yetecek kadar mutluydu Ayaz, en çok istediği şeyi, sevgiyi bulmuştu, onu sürüklediğim bu berbat kaderinde. İşte yine süzülüyordu yaşlar, bacaklarım kendilerini yere bırakmaya hazırlanıyorlardı bile.

"Ah ne kadar konuştum değil mi, Eva hanım? Kahvaltı saatimiz geldi. İzninizle, hastaları yemekhaneye toplamam gerekiyor." dedi bana dönerken. Hızla yanımdan uzaklaşırken bir anlığına duraksadı ve tekrar bana döndü. "Siz iyi birisiniz, Eva hanım. Bireysel olarak yapılan bağışlar, şirketlere göre düşük olsa da, gözümüzde daha değerlidir. Bağış miktarına karar vermenize müdahil olmayacağım, gönlünüzden ne geçiyorsa o kadarını verin. Karar verdiğinizde sizi ofisimde bekliyor olacağım. Bugün içerisinde halledebiliriz. Nakit, kart, çek hepsini kabul ediyoruz." dedi ve uzaklaştı.

Bir köşede, hiçbir şey düşünmeden bekledim. Hastaların homurdanarak, okul gibi gözüken geniş binanın kapısından girmelerini izledim. En son girenler, Ayaz ve Ayşegül'dü, onlar kapıdan girerken tekrar kahkahalarını duymak için kulak kabarttım, yine de duyamadım. Gülşah Hanım arkalarından kapıyı kapattığında, bahçede yapayalnız kalmıştım.

Olduğum yere çökme lüksünü bile tanıyamadım kendime. Mecali kalmamış bacaklarımı, gölgelik bir bank bulmaya zorladım. Şimdi Karaca'ya doğru koşmak ve ona sarılarak ağlamak istiyordum ya, en çok da bundan utanıyordum. Beni buraya getirdiği için, sabah bağırdığım suratına sarılmak istiyordum. Oturdum. Oturduğum yerde ağladıkça ağladım. Sanki içim dışına çıkıyormuş gibi.

Hıçkırdım. Gözlerimin şiştiğini hissedebiliyordum şimdi. Ben Ayaz'ın hayatını mahvetmemiştim.

"Ayaz'ın hayatı mahvolmadı!" dedim kendi kendime. "Ayaz çok mutlu!"

Hala inanamıyordum, suçlu olmadığıma. Nasıl olurdu bu, nasıl, nasıl dünyanın en kötü insanı ben olmazdım, nasıl elimi değdirdiğim Ayaz'ın kaderi, ona mutsuzluğun en kötü halini yaşatmazdı, nasıl her şeyi mahvetmemiştim?

Bankın diğer yanına oturan birini farkettiğimde bütün sorularımı bir kenara bıraktım. Yanaklarımı sırılsıklam eden göz yaşlarımı elimin tersiyle sildim hemen. Her kimse yanımdaki, bu denli fazla ağladığımı görsün istemedim.

Gözlerimi kaldırdığımda, karşımda görmeyi beklediğim bir surat yoktu. Tanımadığım bir surattan öte, görmeye alıştığım bir sima da yoktu karşımda. Başta irkildim. Ne diyeceğimi bilemedim. Buna karşılık yalnızca dilimi ısırdım, çığlık atmamak için.






Continue Reading

You'll Also Like

60.8K 6.6K 40
Hepimiz Pamuk Prenses masalını okuduk, peki ya üvey annesinin?
69.7K 5.7K 69
"Valla, sende bizim öküzlüğümüzü sollayacak bir yapı görüyorum. En son sendeki pala bıyıkları rahmetli dedemde görmüştüm," "Aa! Ne güzel işte, arad...
200K 34K 63
2021'de yazılan notlara 1871 yılından gelen cevaplar. İki tarih arasında köprü olan bir günlük. İki insanın kendini buluşu ve en güzel sevgi satırlar...
28.9K 2.1K 12
Eğitim hayatı boyunca zorbalığa uğramış ve obeziteyle mücadele eden otuzlu yaşlarında bir adam, gittiği pastanede eskiden kendisine aşık olan kadınla...