Mazi

Oleh Ilknnnurr

4.8K 645 1.7K

Ben Mayıs Asil Karahanlı. Yirmi yaşında, gençliğinin başında, mental çöküşün ise tam ortasında duran kız. Doğ... Lebih Banyak

1.Bölüm: 'Vasat'
2. Bölüm: 'Umursamaz'
3.Bölüm : 'Damat Ferit'
4.Bölüm: 'Kuralsız'
5. Bölüm: 'Ebubekir Sıddık'
6. Bölüm: 'Üzüm üzüme baka baka...'
7. Bölüm: 'Sahte Hayal kırıklığı'
8. Bölüm: 'Davet'
9. Bölüm ; 'Kontrolsüz'
10. Bölüm; 'Kısasa Kısas'
12. Bölüm; 'Sözleşme'
13. Bölüm; 'Vicdan Gösterileri'
14.Bölüm; 'Bill Gates'
15. Bölüm; 'Yükseliş'
16. Bölüm; 'Pudra Pembesi'
17. Bölüm; 'Maske'
18. Bölüm; 'Şart'
19. Bölüm; 'Vicdan Ağrısı'
20. Bölüm; 'Yanılgılar'
21. Bölüm; 'Nedeni Olmayan Nedenler'
22.Bölüm; 'Aile Trajedisi'

11.Bölüm; 'Bencil'

188 28 76
Oleh Ilknnnurr


Uzun bir bölüm oldu. Umarım beğenirsiniz ❤️❤️İyi okumalar dilerim!

********                                

Twitter (X)

@AşkologAsil
*Profil fotoğrafını güncellendi.


@AşkologAsil: Ben bir şey istiyorsam, mutlak suretle alırım, bitch'slar.

@AşkologAsil: Kafanıza kazıyın bunu :)

@Piremsus: Yine ne oluyor be? Sabahın köründe ne halt yedin, Asil abla?

@Dez92928: Kesin dedesinin cüzdanından 200 lira çalıp bunu bi başarı sandı. 🤣

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Yok la onu asla başarı sanmaz. 1000 lira çaldıktan sonra başarı sayar ama...

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Asil ne bok yedin?

@AşkologAsil: Valla çok boklar yedim. Hangisini soruyorsun?

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Mm, en büyüğünü?

@AşkologAsil: Saffar göster Dora abine Kuduz çükünü :)

@AşkologAsil: Kesin bakacak buraya ha shwhshsjsj Gösterirse gösterir. Göstermezse kendi bileceği iş.

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Lan... Bu Saffar şey olan mı?

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: La Asil, sen ne yaptın?

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: ANANI SİKEYİM. Haberlere baktım şimdi. Amk adamın mekanına Kuduz köpekler dadanmış...

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Asil bana ne olur, o olayla ilişkim yok de. Ben yapmadım de. Bulaşmadım o herife de. Nolur...

@AşkologAsil: Ben bulaşmadım. İlk o bana bulaştı. :))) Bedel ödendi aşko 🥰😘😍

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora:

@Seduuus828: Dora abi, Asil abla. Biz hiçbir şey anlamadık. Ne oluyor? Saffar kim?

@AşkologAsil: Ex enişten, aşkım 😍

@AşkologAsil: Beni çok kıskandığı için iki gün önce medeni bir şekilde ayrıldık 🙃

@ÇizgiFilmKarakteriOlmayanDora: Amına goyim ne medeniyetinden, ne aşkından bahsediyorsun?

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Ya Asil yapacağın işi sikeyim amk 🤬

@Luciffferr: Ana Asil abla ne ara sevgili yaptı? Ulan biz niye bilmiyoruz?

@AşkologAsil: Olum zaten çok kısa sürdü aq. O benim babamı vurdurttu, komaya soktu. Yetmedi geldi beş adamına beni öldürmeye çalıştı. Başaramayınca bende Kuduz köpekleri toplayıp onun mekanına saldım.

@User929922992: Ne?

@Sezgiiiiii: Pardon?

@Deniz930: Aşiret paket sevgili yapmış la. Öyle anladım.

@DamlaFannn: Medeni bir şekilde bitirdim dediğim ilişkim bu sjjwbwjwjsıs

@Piremses: Asil abla, şaka mı yapıyorsun?

@Burhanama1.90olan: Olum 10/10 ilişki bu arada. Asil inş barışırsınız bebek ❤️

@AşkologAsil: Yok be ilişkimiz başlamadan bitti bizim...

@AşkologAsil: Ama Safo bana evet deseydi, yaşayacağımız maks ilişki;

@AşkologAsil: Bu arada Safo, şaka maka seni çok seviyorum💛

@AşkologAsil: Bir daha denemek istersen buradayım ❤️ Adresimi biliyorsun, Kuduz gözlüm 😘

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: YA ASİL AMK SENİ KİM DELİ HATANESİNDEN ÇIKARDI AQ

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Aptal, geri zekalı karı. Yirmi dört saat boş bıraktım yemediğin bok kalmamış amk.

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Bir de dalga geciyor elin manyağıyla. Dedene şikayet edeceğim seni aq. Tasma taksın sana.

@AşkologAsil: Dedem de elimde kaldı zaten aw. Yalvarıyor dünden beri ne olur rahat dur diye snwjsbwjwhwjjshd

@AşkologAsil: AAA DORA BU ARADA NE DEMEYİ UNUTTUM?!

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Hamile misin?

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora:

@AşkologAsil: La yok aw ne hamilesi? Şey diyecektim dedem rahat durduğum için benimkini bugün çıkartacakmış hastaneden :))) benimkinin kim olduğunu biliyorsun.

@AşkologAsil: Bir de hastanenin hisselerini satın aldı. Yönetim kadrosunu ve çalışanları komple değiştirdi. Daha iyi bakılacak oradaki hastalar artık 😋

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Olum sen.... Dedeni mi siktin? Büyü mü yaptın adama amk. Yirmi dört saat yanınızda yoktum adamı yüz seksen derece çevirmiş, kuklası yapmış aw

@AşkologAsil: Ben boşuna Hürrem sultanı profil yapmadım shhwhwjwjejdkd

@AşkologAsil: Ben ne dersem o artık

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Aq neyse uğraşmayacağım seninle. Bi Twitter halkının cumasını kutlayayım.

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora:


@AşkologAsil: La ne cuması? Bugün perşembe amk.

@Piremses: Bugün cuma, Asil abla.

@User9394949: Bugün cuma.

@Denizz: Cuma la?

@Yuzuff: Asil cuma bugün.

@AşkologAsil: HAYIR BUGÜN PERŞEMBE.

@AşkologAsil: Perşembeniz kutlu olsun. En çok Kuduz Köpeklerle mücadele eden Safo'mun perşembesi kutlu olsun 🥺❤️

@ÇizgifilmKarakteriOlmayanDora: Ya aq delisi ya...

Kendi kendime sırıtarak gözlerimi telefon ekranından çekeceğim sırada bildirim geldi. Twitter mesajı... @SaffarPoyraz beyefendiden gelen mesajı açtığımda şirketteki odama biri girmişti ama o kişiye dönmedim.

Ölümlerden ölüm beğen, Karahanlı.

Tek cümlelik mesaj beni asla korkutmamıştı aksine suratımdaki sırıtışı genişletti. Aptaldı bu adam... Gerçekten çok aptaldı. "Mayıs hanım?" diye soran kadın çalışına ithafen "Bi saniye, canım." dedim ve klavyeye yöneldim.

Senin için mi beğeneyim? Hmmm... Sen, ben, bir yatak ve kelepçe istiyorum, Kuduz köpeğim. Senin için en güzel ölüm, benim tarafımdan sikilirken olur ❤️

"Ay kız! Ben ne fenayım! Vallahi gelecek vuracak beni. Hâlâ adamla taşak geçiyorum."

Mesajımı gönderdikten sonra kendimi tutamayarak güldüğümde "Mayıs hanım." dedi kadın çalışan tekrardan. Gözlerimi ekrandan çekerek kadına çevirdim. Gözlüklü ve hafif yapılı olan kadın elindeki dosyaları göstererek "Toplantınız var." diye mırıldandı. "Talya hanım, sizi on dakika sonra toplantı odasında görmek istediğini söyledi."

Hay ben bu şirket işlerinin....

"Ay tamam, bebeğim. Sen koy dosyaları masaya. Ben geliyorum." dedim ve telefon ekranına döndüm. "Psikopat flörtümle mesajlaşıyorum da... Biraz yoğunum. Şey ya galiba flört sayılıyoruz? Mesela o benim ilgimi çekmek için babamı vurdurttu. Sonra beni öldürmeye çalıştı. Bende gidip onun gece kulübüne kuduz köpekler saldım. Bu flört denilen şey, öyle değil mi? Biraz cahilim bu konuda..."

Kadın afallayarak suratıma baktığında bana bir cevap vermesini beklemiştim ama bunu yerine dosyaları masaya bırakarak hızlıca odadan çıktı. "Bu evet demek galiba?" diye sordum kendi kendime. "Ay! Flörtümü kıskandı ya! Kıskanç karı. Neyse, çok güzelim."

Gözlerimi telefon ekranına geri çevirdim.

Saffar, Twitter üzerinden bir mesaj daha atmıştı. Delirdiği her halinden belli oluyordu.

Sen benim yatağıma girmeye çok meraklısın, ha? Zevkle seni altıma alabilirim ama önce dün yaptığın şerefsizliğin hesabını bana vereceksin. O hesaptan sonra yaşıyor olursan sevişiriz, fıstık.

"Bana aşık olduğunu düşünüyorum. Bu sikiş merakının başka açıklaması olamaz." dedim mesajını okuduktan hemen sonra. "Ne hesabından bahsediyor acaba? Para falan mı istiyor?" Dudağımı büzüştürdüm. "Benim param yok ki, kız. Dedemden otlanıyorum. Dedemde hayatta buna para vermez. Düşmanlar ya..."

Sabahın köründe, Talya'nın sürüklemesiyle gittiğim kuaför sayesinde, dümdüz olan koyu renkli saçlarımı sağ omzumda topladım ve telefon ekranına kitlendim. Dün akşamdan beri kuduz köpek twitleri attığımdan ötürü, Saffar denilen herifin ne yaptığımdan haberi vardı. Olmasaydı zaten bu mesajları bana atmazdı.

Benim akşamdan beri aklımı kurcalayan tek şey, yıllardır anonim kullandığım Twitter hesabını bulup, bana o hesap üzerinden mesaj atmasaydı.

Saffar, beni nasıl bulmuştu?

Bu soruyu ona sormaya karar verdim.

Talya sayesinde, yirmi yılın sonunda bakım gören kırmızı ojeli tırnaklarımı telefonun klavyesine getirip Saffar'a bir mesaj daha attım.

Psikopat bey, size cinsellik içermeyen bir soru sormak istiyorum. Sorması ayıptır, sizinkinin boyu kaç santi... Ay aman yani şey, siz benim anonim hesabımı nereden buldunuz? Kimse bu hesabın bana ait olduğunu bilmiyordu da çünkü.

Mesajı yollayıp beklemeye başladığımda şirketteki odamın kapısı bir kez daha destursuz açılmıştı. Dingonun ahırından farksız bir odam olduğu icin tepki vermedim. İçeriye giren kişiye dönmeden ekrana kitlediğimde Saffar Poyraz'ın bana cevap vermesi uzun sürmedi.

Telefonunu hacklettirdim, fıstık. Bulmam basit oldu. Bu arada, yirmi dört santim... Seversin diye düşünüyorum. :)

"Yirmi dört santimmiş. Kol gibi bir şey yani. Sünnet olmamış mı acaba?" dedim ve gülerek gelen kişiye döndüm. Talya ile göz göze geldiğimizde yüzümdeki keyifli ifadeyi silmeden "Taktığım şeye bak, ayol." diye tısladım. "Adam telefonumu hackletmiş. Ben sünnet olup olmadığını düşünüyorum."

Talya memnuniyetsiz bir ifadeyle, "Ne?" diye sordu. "Kim telefonu hackletmiş?"

"Boşver boşver." deyip Saffar'a görüldü atarak telefonu masaya bıraktım. "Sen niye geldin?"

Talya iddialı göğüs dekoltesini tek eliyle düzelterek "Önemli bir toplantıya katılmamız lazım." dedi, konun üstünde durmaması işime gelmişti. "Düş önüme,"

Onunla tartışmaya bile girmedim çünkü bugün uslu durmam gerekiyordu. Dedem, Saffar ile tek başıma
mücadele etmemin şerefine, akşam saatlerinde İnanç'ı o hastaneden çıkaracağını söylemişti bu yüzden de akşama kadar uslu duracak ve dedemin istediği üzerine bütün gün şirket işleriyle uğraşacaktım. 

Kader ortağım İnanç oradan kurtuluncaya kadar bu usluluğum devam edecekti. Sonrası Allah Kerim'di.

"Bekle bi tipimi kontrol edeyim." Telefonumu almadan ayağı kalkıp üzerimdeki siyah elbisenin eteklerini düzelttim. Normalde elbise giymekten nefret ederdim ama bulunduğum şirket moda dergilerinden fırlamış insanlarla dolu olduğu için, buraya kot ve tişörtle gelemeyeceğimin gayet farkındaydım o yüzden yalıdaki dolabımdan tarzıma en yakın elbiseyi bulmuş ve üzerime geçirmiştim.

Siyah elbisenin kolları ve eteği uzun olsa da genel olarak dar bir yapısı vardı. Vücut hatlarımın çoğunu ortaya çıkarıyordu; dekoltesi yok denecek kadar azdı lakin darlığı nedeniyle çoğu şey zaten ortadaydı. Her ne kadar çok iddialı bir elbise olsa da bence bu elbiseyi gayet iyi taşıyordum. Çoğu zaman gün içerinde sadece alkol tükettiğimden ötürü, zayıf bir insandım yani genel olarak dar elbiseleri bir tık daha iyi taşıdığımı düşünüyordum.

Umarım yanlış düşünmüyordum.

"Tipim nasıl?" diye sordum masanın etrafından dolanırken. Hâlâ ayağımdaki topuklu ayakkabılarla düzgün yürüyemiyordum ama geçmişte babamın galerisi sağolsun, birkaç davete -zorla- katıldığım ötürü topuklu ayakkabı giymeye alışkındım. Sadece biraz yamuk yürüyordum. Onu da zamanla düzeltirdim. Sanırım... "Bebek gibiyim, değil mi?"

"Eh işte." dedi beni ilgisizce süzen Talya. "Yuvarlak kalçalarından kazanıyorsun yoksa üstündeki elbiseyi olmayan göğüslerinle asla taşıyamazdın."

"En azından benim kalçalarım ve göğüslerim orijinal." Sırıttım. "Seninki gibi plastik değiller, tatlım."

Tek kaşını alayla kaldırdı. "Benimkilerde plastik değil, Mayıs."

"Niye yalan söylüyorsun? Geçen bizim yalıya plastik toplama servisi geldi, seni almasınlar diye adamlara para verdik ya kız! Dedik bu doğaya zararsız. Biz bunu ormana atmıyoruz, yanımızda taşıyoruz. Geri dönüşümlü bu... Öyle dedik de saldılar seni." Keyifle güldüm. "Estetik harikası seni."

Talya gözlerini devirdi. "Benim estetiğim yok."

"Kim Kardashian, Khloe Kardashian ve Kourtney Kardashian'da öyle diyordu. Memeleri ve götleri silikondan patlayınca, orijinal olmadığını kabul etmek zorunda kaldılar tabii. Darısı başına... İnşallah patlarsın."

Bana olan sabrı taşmış gibi dişlerini gıcırdattı. Her an benim seksi vücuduma zarar verebilir korkusuyla ona fazla yaklaşmadım. "Ben estetik yaptırmadım, Mayıs."

"Ajda Pekkan'da yirmi yaşında zaten. Aynen, baby." dedim ve saçımı savurarak odadan çıktım. Bana laf yetiştirmedi ya da yetiştiremedi. Birlikte toplantı salonun olduğu kata çıktığımızda ve ne halta yaradığını bir türlü anlayamadığım toplantıya girdiğimizde usluluğumu korumuştum.

Yabancı olduğunu tiplerinden anladığım üç sarışın adam, bizim şirkette çalıştığını sima olarak bildiğim iki kadınla İngilizce olarak sohbet etmişler, arada bir Talya'nın sohbete girmesiyle gülerek önlerindeki dosyalar hakkında bir şeyler söylemişlerdi. Tüm bu süre zarfında yaptığım tek şey, odadaki dekor aynasından kendimi süzmek -saçlarımla oynamak- olmuştu.

Fark etmiyorum sanıyorlardı ama yabancı adamlardan ikisi arada bana bakıyorlar ve alıcı gözüyle tipimi süzüp gülümseyerek önlerine dönüyorlardı.

Evet, bugün gerçekten çok güzel olmuştum. Kendime yükselecek kadar güzel olmuştum hemde...

Nihayet toplantı dedikleri saçma şey bittiğinde adamlarla hızlıca el tokuşmuş, bulunduğum ortamı ışık hızıyla terk ederek kendi lüks şirket odama çıkmıştım. Deri koltuğa oturma gereksimi duymadan masadaki telefonu elime aldım ve saate baktım. İş çıkış saatiydi.

Yalıya dönebilirdim.

"Akşam İnanç ile görüşeceğime hâlâ inanmıyorum!" dedim düz saçlarımı geriye atıp gülerek. "Resmen kendi rızamla edindiğim tek arkadaşım ve onunla tekrardan görüşeceğim. Hemde akıl hastanesinde değil! Yalıda görüşeceğim! Ayy! Çok heyecanlıyım."

Masadaki dosyalara yandan bir bakış atarak "Yalıya gitmeden önce pastaneden bir şeyler alsam mı acaba?" diye sordum kendi kendime. "Alayım bence. O kıytırık yalı hizmetlilerinin tatlıları hiç güzel olmuyor. Kesin İnanç'da sevmeyecek."

Odamın kapısı açıldığında gözlerimi kapıya çevirdim. Talya ağır adımlarla bana yaklaştı. Öfkeli ya da nefretli bir ifadeye sahip olmadığı için, "Benim pastaneye gidip bir şeyler almam lazım. İnanç tatlı seviyor çünkü. Rezil olmayalım çocuğa." dedim patadanak. "Biz akıl hastanesindeyken puding çıkmadı diye hasta bakıcıları dövmüştü. İnanç, tatlıya çok düşkün ve yalıdaki hizmetliler maalesef ki tatlı konusunda beceriksizler. Hele bir tanesi var, geçen bi ıslak kek yapmıştı. Allah affetsin, kekten başka her şeye benziyordu. Yani o şeyi tuvalete koy, hiç sırıtmaz. Millet dışkı sanar, şifonu çekerdi."

Talya masamdaki dosyaları alıp tek kaşını kaldırarak "Ne istediğini tam olarak anlamadım?" diye sordu düz bir sesle. "Tatlı mı almak istiyorsun?"

"Evet ama param yok. Dedem bana para vermiyor, biliyorsun. Ben ona isteklerimi söylüyorum, bir saat sonra isteklerimi gerçekleştiriyor da... Asla para vermiyor." Dudağımı büzdüm. "Talya bana para verir misin? Pleasee."

Beni red edeceğini düşündüğüm sırada hiç beklemediğim bir şey yaptı ve yeni fark ettiğim minik beyaz çantasına yöneldi. Çantasının içinden cüzdanını çıkartıp, onlarca kredi kartı arasından birini çekerek bana uzattığında ikilemde kalmış bir şekilde kartı aldım. "3636 şifresi."

"Hiç zorluk çıkarmadın? Neden?" diye sordum gözlerimi şüpheyle kısarak. "Genelde kavga ettikten ve kıyameti koparttıktan sonra isteklerimi yaparsın. Şimdiyse hiç kavga etmeden, istediğim bir şeyi direkt yaptın. Neden?" Durdum. "Hiğh! Kız! Yoksa kanser misin? Öleceğin için sevap mı kasmaya çalışıyorsun?"

Bana düz düz baktı. "Bugün uslu durduğun için verdim."

Aydınlanmıştım. "Hee, mantıklı. Neyse, kanser olacağın günlerde yakındır zaten. O kadar plastiği vücudun kaldırmaz. Cilt kanseri olacaksın." Güldüm, o gülmemiş aynı ciddiyetle beni süzmüştü. "Ben şimdi gideyim, şu caddenin ilerisindeki pastaneyi soyayım. Geri geldiğimde birlikte eve gideriz, okey? Ay... Ev dedim, yalıya diyecektim. Yalımız var bizim. Zenginiz, Elhamdulillah çok şükür. Ehe."

Bir şey söylemeden dosyalara döndüğünde onu umursamadan odadan hızlıca çıkıp koridorun sonundaki asansörlerden birine bindim. Şirket bilmem kaç katlı olduğu için merdiven kullanmak istemiyordum.

Zemin katta indiğimde, bana lüks bir otelin lobisini aratmayan kat, iş çıkış saati olduğu için ağzına kadar doluydu. Bana selam veren çalışanlara nasılsınız, fakirler? diye sorup cevaplarını alma gereksimi duymadan şirketten çıktım. Şirketin önüde içi gibi kalabalık olunca homurdanmadan edememiştim. Kaç kişi çalışıyordu bu lanet yerde? İpini koparan buraya çalışmaya gelmiş gibiydi.

Aralarından zorlanarak geçip kendimi caddenin karşı tarafına attım. Hava sabahki gibi ılık değildi. Soğuktu. Giderek kararan hava soğumuş olmalıydı. Üstüme ceketimi almadığım için ceddime küfür ederek yürüyüş hızımı arttırdım. Caddenin diğer tarafında olan, yemek aralarında sürekli kahve almaya geldiğim pembe tabelalı pastanenin önünde durduğumda içeriye girmek yerine, dışarıdan tezgahın önündeki tatlılara baktım.

Leziz görünüyorlardı.

"İnanç çikolatalı tatlı için dünyayı yakar o yüzden sadece çikolatalı tatlılardan almalıyım. Sufle, profiterol, supangle, mousee varmış. Hepsinden biraz alsam, İnanç sever herhalde." Sırıttım. "Aa! Kız ne çikolatası? Dedeme de alayım biraz! Geçen baklava diye tutturmuştu. Ona da bir kilo soğuk baklava alayım." Cama eğildim. "Bu amele Talya ne yer acaba? Dün çilekli pasta zıkkımlanıyordu mutfakta ama... Neyse, çilekli tart var orada onu alsam, yeterli. Sesini kessin, olay çıkarmasın diye alacağım zaten. Onu düşündüğümden değil."

Kendime yaptığım açıklamadan sonra kafamı omzuma yatırarak "Dora'yı çağırsam gelir mi?" diye sordum. "Gelir ya! Hem İnanç'la da tanışmış olurlar. Aynen. Dora'ya ne alsam? Ay o fakir sütlaç seviyordu. Doğru! Ruhu fakir olduğu için sütlaçtan başka tatlı sevmez o. Acaba burası fırında sütlaç yapıyor mu? Elit bir pastane ama..."

Sorumun cevabını içeride almaya karar verdim. Pembe kapılı pastanenin içerisine girerek tezgahta gördüğüm çalışana aklımdaki bütün tatlı siparişlerini verdim. İlk başta bilmem kaç tatlı siparişimi şaka zannedip gülerek beklese de, sonra ciddi duruşumla bakışan çalışan siparişleri on beş dakikanın sonunda hazırlamıştı.

İyi haber, fırında sütlaçları da vardı.

Ücreti ödedikten sonra -eşek ölüsü ağırlığındaki- iki poşeti sol elime alarak pastaneden çıktım ve sağ elimdeki telefona odaklanarak rehbere girip dedemin numarasını yana kaydırdım.

Birkaç çalışta açmıştı.

"My money, my everything. Nasılsın, canım?" diye sordum keyifle. "Halin vaktin yerinde mi, dedelerin en seksisi, en gül suyu kokanı?" *Benim param, benim her şeyim.

Dedem soruna cevap vermemişti bile. "Ne istiyorsun, Mayıs?"

"Ay sen sinirlisin. Gül suyu kokanı dediğim için mi sinirlendin? Espiri yapmıştım, kuşum benim! Yoksa biliyorum, sen Clive Christian imzalı Imperial Majesty parfümünü kullanıyorsun. Piyasa değeri 215,000 dolar olan parfümden on adet üretildi, sen altısını aldın. Biliyorum çok elit ve zengin bir insan olduğunu yani. Sakin ol, lütfen."

Dedem bezmişçesine "Mayıs, " dedi. "Ne istiyorsan iste, uzatma."

Bununla da hiç şakalaşılmıyordu, cidden.

Pastanenin arka sokağına ilerleyerek "Hayatım, emin olmak için seni arayayım dedim. İnanç'ı bu akşam çıkaracaksın değil mi oradan?" diye sordum. "Eğer cevabın hayırsa, sana baklava almıştım. İade etmeye gideceğim de..."

Ne kadar gaddarım! Tartışmaya bile gerek yoktu bence.

"Adamlarım halledecekler." dediğinde bütünleye sevinememiştim çünkü sesi bana çok kötü ve bıkkın gelmişti. "Dedişko, sen iyi misin?" diye sordum karanlık sokağın ortasından yürümeye devam ederken. "Sesin çok kötü geldi. Hayırdır? İflas mı ediyorsun yoksa?"

Dedem bir süre sessiz kaldı ardından "Babanın durumu kötüleşmiş." dedi. "Tekrardan ameliyata almışlar. Bende hastaneye gidiyorum şimdi."

Üzüldüm mü? Hayır. Gram üzülmemiştim ama bunu ona belli etmedim. Çünkü belli edersem, beni yalının duvarlarına çarpa çarpa dövebilirdi. Onda bu potansiyeli görebiliyordum.

"Ya çok üzüldüm. Mekanı cehennem olsu... Ay aman, yani Allah acil şifalar versin." Karanlık sokağın bitiminden çıkıp aniden çaprazımda duran siyah minibüsün şoförüne tip tip baktıktan sonra kaldırıma çıktım. "Neyse neyse, sen kendini çok paralama. Kemal'e bir şey olmaz. Kötü insan ya. O bakımdan söylüyorum, grandpa. Kötüye bir şey olmaz."

Dedem, "Kapatıyorum, Mayıs." dedi dişlerinin arasından. Bana sinirlendiği ses tonundan bile belli olurken "Pastaneye geri dönüp güllaç alayım mı sana?" diye sordum şirince. "Seversin sen. Yaşlı insanlar güllaçı çok severler."

"İstemiyorum, Mayıs."

"Künefe alayım?"

"İstemez."

"Kaşar alayım? Ay bi saniye, evde Talya vardı. Başka kaşara gerek yok. Ehe." Güldüm. "Şaka yaptım gül diye."

Gülmedi. "Kapatıyorum?"

"Üç çeşit baklava aldım sana. Telefonu kapatmadan önce biraz mutlu olur musun, lütfen? İki böbrek parası verdim o baklavalara..."

"Kendin ye."

"Dede, farkında mısın? Senin düşmanlarını def eden bana trip atıyorsun şu anda." Gözlerimi devirdim. "Regl olduğunu düşündüğümden dolayı sana karşılık vermiyorum. Ay... Yalnız ne kadar saygılı bir insanım! Görüyor musun?"

"Salak salak konuşma, Mayıs."

"Üf dede! Üf! Neyse, bu arada akşam Dora'yı..." diyecektim ki suratıma kapatınca durdum. Kaşlarımı kaldırarak telefonun ekranına baktığım sırada telefonum elimden alındı. "Lan!" diye bağırdım arkama dönerek. "Lan telefonum..."

Üç katım olan, takım elbiseli iki adamla burun buruna geldiğimde onların hırsız olduğunu düşünerek "Telefonumu ver, hırkız!" diye cırladım. "Ne yapıyorsunuz be?! Manyaklar!"

Telefonumu havaya kaldıran adamlardan biri "Merhaba, Asil." dedi aniden. Şaşkınca onun suratına baktığımda diğer adam elindeki bezi suratıma kapattı. Dehşet içinde çırpınarak gerilemeye çalıştığımda ikiside beni kollarımdan tutarak durdurmuşlardı. "Saffar abinin selamı var."

Saffar abinin selamı mı var?

Suratıma kapattıkları bezi dirseklerimle itmeye çalıştığım sırada dirseklerime engel olarak beni kaldırımda sürüklemeye başladılar. Tek bir Allah'ın kulu sokakta yoktu.

Attığım çığlık ağzımdaki bez yüzünden boğuk çıkarken, tatlı paketlerimi zorla alan sağımdaki adam "Hâlâ bayılmadı lan." dediğinde hiç beklemediğim bir darbeyle sarsıldım. Solumdaki adam enseme sert bir şeyle vurdu. Gözlerim aniden karardı, zihnim boşluğa çekildi.

Zihnimle birlikte bende boşluğa çekildim.

❄️

"Şunu uyandırın."

Duyduğum tok ve oldukça boğuk ses, çınlayan kulaklarımın daha çok çınlamasana neden olurken kaşlarımı çattım. İki kaşımın ortasında oluşan yarık, şakaklarımda varlığını sürdüren ağrıyı arttırmak dışında bana bir fayda sağlamamıştı.

"Uyanıyor." dedi aynı tok, boğuk bir ses. Bu ses bana oldukça yabancıydı. "Siz yine de suyu dökün. Eğlenelim."

Aniden suratıma yediğim buz gibi suyla çığlık atarak gözlerimi araladığımda ilk başta uyuduğumdan(!) ya da bayıltıldığımdan ötürü görüşüm pusuluydu. Başımın ağrısını umursamadan birkaç kez gözlerimi kırpıştırarak görüşümü netleştirdim ve tam karşımdaki sandalyede oturan adama baktım.

Vay canına... Michele Morrone?

Onun yandan yemiş versiyonu tam karşımda oturuyordu resmen.

Yediğim buz gibi suyla önüme düşmüş ıslak, uzun saçlarımın arasından tam karşımdaki sandalyede oturan esmer, yakışıklı ve oldukça genç gözüken adamı süzdüm. Uzun boylu, kara gözlü ve Türkiye standartlarının epeyce üstünde olan yakışıklı adamda doğrudan bana bakıyordu. Boyundan payını alan uzun bacaklarından birini içe doğru çekmiş, erkeksi bir şekilde bacak bacak üstüne atmıştı. Koyu renkli gözleri üzerimdeydi. Bir eliyle, kirli sakalını keyifle okşuyor diğer eliyle kucağına yerleştirdiği çikolatalı puding kasesinin içini karıştırıyordu.

O puding bana aitti. Kasede yazan pastanenin adından bunu saniyesinde anlamıştım.

Çatılan kaşlarımı gevşetmeden, üzerinde oturduğum sandalyeye bir bakış attım. Ellerim arkadan bağlıydı. Tıpkı ayaklarım ve belim gibi... Sandalyeye bağlanmam bir yana dursun, şu anda çok ciddi bir durum daha vardı ki...

"Hih!" diye bağırdım. Sesim kupkuruydu. "Binlerce lira ödediğim topuklu ayakkabımın teki yok!"

Karşımda oturan uzun boylu esmer adam tepkim üzerine tek kaşını sorgularcasına kaldırdı. Gözlerim anlık ona bir tık dar gelen siyah gömleğinin açık yakasına kaymıştı. Göğüs kası, açık yakasından dışarıya fışkırıyordu resmen. Bunun farkında mıydı? Hayır çünkü bunun farkındaysa... Milleti şu görüntüyle azdırdığınında farkında olmalıydı.

Yürüyen bir azdırıcıya benziyordu.

Allah günah yazmasın da... Cidden benziyordu yani. Erkek seks objesi gibi. Tövbe tövbe...

"Ya ama böyle olmaz ki! Türk yapımı Michele Morrone bey, benim topuklu ayakkabımın teki nerede?" diye sordum düşüncelerimi kışkışlayarak. "Ya ben ona yirmi bin lira vermiştim. Offf!"

Adam bana tip tip bakarak karıştırdığı pudingden bir kaşık aldı ve dolgun alt dudağına düşen pudingin parçalı kısmını tek dil darbesiyle yaladı. Eminim benim yerimde başka bir kız olsa, bu tipin şu hareketine düşerdi -azardı diyelim- ama ben pek siklememiştim.

Benim güzellik(?) algıma pek uygun biri değildi.

Her kimse...

"Bunun kafasına çok mu vurdunuz?" diye sordu erkeksi bir sesle. Kahverengi gözleri arkamdaki iki noktaya kaydı ve bana geri döndü. Muhtemelen arkamda adamlar vardı.

"Yok Saffar abi, vallahi bir kez vurduk."

Duraksadım. Saffar abi mi? Bu adam Saffar Poyraz mıydı?

Ups, Dora'nın hakkını çok yemişim. Adam benim yakışıklılık algıma pek uymasa da cidden Dora'nın dediği gibi standartların bayağı üzerindeydi ve 365 gün dizisiyle aklımıza kazınmış Michele Morrone abiye çok benziyordu. Sadece biraz daha gözleri çekikti ve dudakları onunkinden daha dolgundu. O kadar...

Keşke Dora'yı dinleyip, bir kez onun profil resmine baksaydım...

"Mayıs Asil Karahanlı." dedi pudingden bir kaşık alırken. Sesi çok tok ve erkeksiydi. "Sonunda yüz yüze tanışabildik."

"Ne yalan söyleyeyim? Ben ilk yüz yüze görüşmemizi böyle hayal etmemiştim." diye mırıldandım gözlerimi ondan çekip etrafa çevirirken. Depodan dönme bir alandaydım ve bulunduğum yer çok genişti. Yerde binlerce plastik şişe ve onlarca poşet vardı. Ayrıca küf kokuyordu. Sanırım ya terk edilmiş bir plastik fabrikasındaydık ya da bir depoda... "Ne bileyim? İlk datemiz burada olmamalıydı be Safo."

Güldü, alaycıl bir gülüştü bu. "Date?"

"Sen beni date çıkarmak için kaçırmadın mı?" diye sordum bulunduğum yerde rahatsızca kıpırdarken. Ayaklarımı ve ellerimi öyle sıkı bağlamışlardı ki kangren olmama ihtimalim yoktu. "Umarım cevabın evettir."

Kafasını tehlikeli diyebileceğim bir ifadeyle sağ omzuna yatırıp bana daha dikkatli bakmaya başladı. "Ben o tarz saçmalıklara girmem, Karahanlı." Beni süzdü. "Bir kadını beğenmişsem, akşamına yatağımda olur."

"Kaç kadın beğendin şimdiye kadar?"

Burun kıvırarak "Çok." dedi. Yalan söylediğini mimiklerinden anlamıştım ama üstünde durmadım.

"E o zaman ben buradan çıkınca sağlık bakanlığını arayım da gelsinler seni alsınlar." Bulunduğum duruma rağmen sırıttım. "Türkiye'ye bütün cinsel hastalıkları bu adam bulaştırıyor diyeceğim. Ertesi gün karantinadasın, Safo."

Ona Safo dememe takılmamış gibi gülümsedi. Karanlık bir gülümsemeydi bu. Eğlenceden ve mutluluktan bayağı uzaktı. "Ne kadar komik bir kızsın sen." dedi pudingden bir kaşık alarak. "Cesedini on yedi parçaya ayırıp, aile bireylerinin evlerine her bir parçanı gönderdiğimde de böyle espiriler yapabilecek misin acaba?"

Korkmuş muydum? Hayır. Neden korkmamıştım? Bilmiyorum. Galiba yanlışlıkla cesaret hapı içmiştim. "Vasiyetimdir, kalçalarımı en büyük halama yolla." deyip dilimi şaklattım. "Ona hep götümle gülerdim. Anı kalsın."

Gülmedi. Dikkatlice suratıma baktı.

"Afiyet olsun bu arada." dedim gülümsememi bozmadan. "Benim aldığım pudingleri götürüyorsun. Nasıl beğendin mi? On yedi böbrek parası verdim onlara."

"Güzel yapmışlar. Sende yemek ister misin?" diye sordu hiç beklemediğim bir anda. Sanki iki yakın arkadaştık ve normal şeylerden sohbet ediyorduk. Garip...

Bu havayı bozmadan başımı usulca salladım. "Olur olur, yeriz yeriz."

Ayağı kalktı. Ayağı kalkmasıyla kafamı dikleştirmek zorunda kalmıştım. Adam iki metre falandı herhalde? Hayatımda hiç bu kadar uzun boylu bir insan görmemiştim. İki metre var mıydı? Rahat vardı bu arada...

Tam önümde durduğunda çenem, kasıklarının hizasındaydı. Bu ayrıntı onu gülümsetti. Kafamı hafifçe yana çevirerek ondan uzaklaşmaya çalıştığımda "Güzel kızsın. Sana çok yazık olacak." dedi keyifle ve elinde tuttuğu kaseden bir kaşık puding alarak kaşığı dudaklarıma yasladı. İlk başta ağzımı açmak istemesemde bakışlarının karanlıklaşmasıyla ağzımı aralayarak uzattığı pudingi yedim.

Onunla aynı kaşığı kullanmıştım ve bu ayrıntı eminim ki şu anda düşünmem gereken en son şeydi.

Pudingi yuttuğumda "Nasıl tadı?" diye sordu ardından gümüş yüzüklerle dolu olan parmaklarını çeneme getirdi. Hiç de nazik olmayacak bir şekilde dudaklarımın çevresini uzun parmaklarıyla silerken "Güzeldir umarım?" dedi sorar gibi.

Eline tükürmekten son anda vazgeçtim.

"Hım, çok güzel!" diye tısladım kafamı iki yana çevirip onun elinin baskısından kurtulmaya çalışırken. "Harika! Mükemmel! Fevkalade!"

"Bu cümleleri, mekanıma kuduz köpekleri salarken de kurdun mu?" diye sordu ve aniden çenemi kavrayıp kafamı geriye doğru itti. Başım sandalyenin başlığına çarparken canım acısa da sesimi çıkarmadan ona baktım. Gözlerinin içine... Koyu kahverengi, çekik gözleri alev alev yanıyordu.

Bende nerede bu psikopat ruhlu canavar diyordum.

Buradaymış.

Ona cevap vermek yerine, "Babamı vurdurttun." dedim düz bir sesle. "Bu olmayan sikimde değil ama sen, o adamı vurdurttun." Parmakları hâlâ çenemdeydi. "Yetmedi, beni adamlarına öldürtmeye çalıştın. Yetmedi telefonumu hacklettirdin ve bana onlarca tehdit mesajı attın. Bütün bunları yaptıktan sonra sana karşılık vermeyeceğimi düşünmüş olamazsın."

Kafasını eğdi. Yüzlerimiz arasında belli bir mesafe kalınca durarak gözlerimin içine baktı. Sanki gözleriyle gözlerimi deşmek istiyordu. "Benim derdim Mücahit ile..." diye fısıldadığında nefesi alnıma çarpmıştı. Kirpiklerimi kıstım. "Sende onun kanını taşıyorsun. Her şekilde güme gideceksin. Bunu kabul etmen gerekiyordu, küçük kız."

"Nah kabul ederim bu arada."

"Öyle mi?"

"Öyle!" dedim kuru bir sesle. "Nargileci seni. Şu tipine bak! Senden mi korkacağım be?" Gözlerimi devirdim. "Seri köz getir abime diye bağırmamak için kendinizi zor tutuyorum. Allah'ın varoşu seni..."

Burada bir varoş varsa o da bendim bu arada. Karşımdaki adam kusursuz görünüyordu. Neyse, bu ayrıntıyı takmayacağım.

"Umarım bu cümleleri cesedini parça pinçik ettiğimde de kurarsın, Karahanlı."

Yutkundum. Açık konuşmak gerekirse şu anda ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Adam beni öldürmek istiyordu bu yüzden kaçırmıştı ve eminim ki kaçırıldığımdan kimsenin haberi yoktu. Beni bulmak için kimsede bir atağa geçmeyecekti. Kısacası çaresizdim ve bu pis kokulu yerde, öldürülmeyi bekleyecektim.

Çok şükür ki ölüm korkum yoktu.

O yüzden rahattım.

Derin bir nefes aldıktan sonra kısık bir sesle, "O zaman ne duruyorsun? Sık kafama." dediğimde duraksamıştı. Kahverengi gözlerinin içine, büyük bir özenle yerleştirilmiş siyah hareler genişledi. Benden bu cevabı beklemediği her halinden belliydi. Ona hayatımı bağışlaması için yalvaracağımı düşünüyor olmalıydı. Yanılıyordu. Ben asla yalvarmazdım. Özellikle hayatım için... Asla. Zaten yaşamak istemiyordum. İntihar etmek büyük günah diye canıma kıymaya hiç teşebbüs etmemiştim ama biri beni bu günahtan kurtarıp öldürecekse, buna dünden razı bir insandım.

Ben kardeşim Mercan'ın öldüğü gün ölmüştüm zaten.

Beni şu an öldürüp bütün acılarıma son verirse, ona minnettar kalırdım.

"Kafana sıkmak? Bu çok basit ve acısız bir ölüm olurdu." dedi parmaklarını çenemden çekmeden. "O ölümü sana bir kez layık gördüm ama yaptıklarından sonra bir daha layık görmem. Acı çekeceksin."

Güldüm, boş bir gülüştü bu. Gözleri saniyesinde dudaklarıma kayıp gözlerime geri çıktı. "Acı çekmediğimi mi sanıyorsun?"

"Benim mekanımın itibarını siken biri için pek fazla acı çekmiyorsun, Karahanlı. Hadi bunu değiştirelim." Parmaklarını çenemden çekip yanımdan süzülerek geçti. Kaşlarımı çatarak "Bir anlaşma yapabilir miyiz?" diye sordum. "Bugün beni salsan, yarın sabah sana tekrardan teslim olsam olur mu? Çünkü akşama doğru beni uzun zamandır göremediğim bir arkadaşım ziyaret edecekti de... Saat kaç onu da bilmiyorum ya. Kesin beni bekliyordur."

Adım seslerini dinlediğimde "Olmaz." dediğini duydum. "Bugün gebermeni istiyorum."

"Ya Safo ha bugün ha yarın... Ne fark eder? Cehennemde kuyruk var sanki!" dedim şansımı deneyerek. "Ne olur bir güzellik yapsan bana?"

Bir kere İnanç'ın suratını görsem yeterdi aslında ama sanırım göremeyecektim.

"Olmaz!" dedi arkadan. Adım sesleri tekrardan bana yaklaştığında "Ne inatçı adammışsın ha..." diye mırıldandım. "Karadenizli misin? Sanki bi Karadenizlilik sezdim. Uy uşağım... Bende Karadenizliyim bu arada. Hemşeri sayılırız. Bi güzellik yapar mısın hemşerine? Ha?"

"Sen göçmensin." dedi sanki kimliğimi görmüşçesine. Gerçi kimliğimi görmemiş olsa da dedemle düşman olduklarından ötürü dedemi araştırmış olmalıydı. Yani nereli olduğumu dedemden dolayı biliyordu, muhtemelen.

"Yani... Kırım Türklerinden geliyoruz ama... Kırım'da Karadenizde sonuçta?" diye şansımı denedim. "Sende Karadenizliysen, hemşeri sayılıyoruz işte."

Bana cevap vermedi. Yanımdan dolanıp tam önümde durduğunda duraksadım. Ellerinin arasında cam bir fanus vardı ve fanusun içinde dört tane yılan... Mor, mavi ve toprak tonu renginde olan ürkünç görünümlü yılanlara gözlerimi irileştirerek baktığımda "Afrika'dan getirttirdim." dedi Saffar sırıtarak. Beyaz dişlerini önüme sermesi anlık dikkatimi dağıtmıştı. "Senin için..."

"Ay! Baba tarafım Afrika'da mıymış?" diye sordum gülerek. "Vay be! Bir de onları son bir kere görmem için yanıma getirmişsin. Yaa, ne tatlı adamsın sen! Çok iyisin, sağol."

"Hım, öyleyimdir." Yılan dolu fanusu ayaklarımın dibine indirdi. "Tek bir ısırıkları, seni dört dakika içinde felç, müdahale edilmezse yedi dakika içinde de ölü yapacak. Zehirleri çok kuvvetli. Kendi kanında boğulmanı sağlayacak kadar kuvvetli hemde." Göz kırpıp yanağımdan makas aldı. Yanağım yanmıştı. "Hayatının en acılı yedi dakikasını yaşamaya hazır mısın, Mayıs?"

Dudağımı büzüştürdüm. Bu bilgileri öğrenmem beni biraz germişti. "Renk seçebiliyor muyuz?" diye sordum onun sorusunu pas geçerek. "Mesela mor huydur bende. Beni mor yılana ısırtır mısın, lütfen?"

Duraksadı. Onu duraksatan şey bence cesaretimdi. Beni öldürme durumunu gram siklemiyordum. O da bunun farkındaydı. Beni korkutmaya çalışıyor, başaramayınca duraksayıp cins cins suratıma bakıyordu. Henüz farkında olmayabilirdi ama yaşamaktan daha çok korkan biriydim.

Ölüm neydi ki? Ya da acı?

Bir yılan ısırığı, yedi dakika canımı yakabilirdi.

Benim canım yirmi yıldır yanıyordu.

Canımın yanmasından korkmayı uzun zaman önce bırakmıştım.

"Mor yılanı mı istemiştin?" diye sordu toparlanarak. "Pekala."

Cebinden deri eldivenlerini çıkararak giydi. Büyük bir dikkatle onu izlediğim sırada tam ayaklarımın ucundaki fanusa yönelecekti ki bir melodi bulunduğumuz ortamda yankılanmaya başladı. Durdu, gözlerini kaldırarak bana baktı. Sanırım onun telefonu çalıyordu.

"Aç aç." dedim yapay bir sırıtışla. "Belki arayan Sağlık Bakanlığındır. Cinsel hastalıkları taşıdığın gerekçesiyle seni karantinaya almak istiyorlardır."

Koyu kahverengi gözlerini üzerimde gezdirerek "Çok ballısın, Karahanlı." dedi alayımı yok sayarak. "Beş dakika daha yaşayacaksın."

"Beş dakika daha mı yaşayacağım? Vay... Dünyayı feth etmem için gerekli bir süre. Ben Wonder Woman'ım! İstanbul'un Wonder Women'ıyım ben! O kadar! Feth edeceğim burayı!" diye bağırmamı yok sayarak cebinden telefonunu çıkartıp çaprazımda kalan koridora doğru yürüdü. Onun ortamdan gitmesiyle birlikte yüzümdeki sırıtışı hayali bir silgi yardımıyla silindi ve gözlerimi ayaklarımın altındaki fanusa çevirdim.

Daha önce hiç yılan sokulmasıyla ölen birine rastlamamıştım.

Acısı neye benziyordu? Hiçbir fikrim yoktu ama Saffar'ın dediğine göre pek de katlanılabilir bir acı olmasa gerekti.

Ulan ölürken bile insancıl şartlar altında ölmeyecektim ya.

Hay sikeyim! Hem yaşarken hemde ölürken insancıl şartlar denilen şeyi hiç tadamamıştım.

Rezillik.

Kendi kaderine gözlerimi devirdiğim sırada arkamda kalan adamlardan biri, "Yarın akşam yapılacak yat partisinde işini halledin dedi." diye fısıldadı aniden. Benimle mi konuşuyordu? "Şimdi mesaj atmış patron."

"Hangi patron?" diye sordu diğeri. Oldukça kısık sesle konuşuyor olsalarda mekan sessiz olduğu için onları gayet net duyabiliyordum. Birbirleriyle konuşuyorlardı.

"Saffar'ın büyük amcası. Okan bey." dedi tok sesli olan adam. "Saffar bey yarın Büyük Adada açacağı mekanın tanıtımını yat partisinde yapacakmış. Okan bey, Saffar'ın işini orada halledin diyor."

İşini halletmek mi? Onlar göremesede kaşlarımı merakla yukarı kaldırdım ve kafamı hafifçe sandalyenin sırt kısmına doğru eğdim. Konuyu daha dikkatli dinlemem lazımdı. "Nasıl halletmemizi istiyor?"

"Mesajda sıkın kafasına, atın yattan aşağıya yazmış." dedi sert bir tonda adam. Gözlerimi duyduğum şeyle irileştirdim. "Yat partiden dolayı gürültülü ve kalabalık olacak ya. Yokluğu fark edilmez demiş."

"Yeğenini öldürmek istiyor yani?" Yutkunduğunu işittim. "Bu Okan beyin, Saffar abi ile derdi ne?"

"Para ve güç savaşları, oğlum. Kısacası Mafya ailesi işte, ne bekliyorsun?" diye sordu. "Zamanı gelince küçük balık, büyük balığa sorun çıkarmasın diye yer. Hem aramızda kalsın, Okan bey öldürme emrini vermeseydi birkaç güne Saffar, Okan bey için bu emri verirdi. Adam akıllı, amına koyayım. Ondan önce davrandı."

Aralarında birkaç saniye sessizlik oldu.

"Saffar abide çok zekidir." dedi ince tınılı ses tellerine sahip olan adam. "Ben zannetmiyorum o yat partisine elini kolunu sallayarak gireceğini..."

"Bizimle girecek zaten." Göremesemde adamın tedirgince Saffar'ın girdiği koridora baktığını hissettim. "Biz halledeceğiz onun işini..."

"Aga ben asla bulaşmam. Saffar abinin ekmeğini çok yedim."

"Ha? Pardon? Okan beyi mi karşına almak istiyorsun? Çıldırdın herhalde?"

"Alırım gerekirse, abi." dedi ince tınılı adam. "Saffar abinin ekmeğini çok yedim. Ona zarar veremem. Diğeri sikimde değil. Okan mıdır nedir? Tek ayağı çukurda onun..."

"Oğlum sen manyak mısı..." Cümlesini tamamlayamadı çünkü Saffar sırıtarak ortama girdi. Elindeki telefonu her şeyden bihaber sallayarak bana doğru gelirken, "Hee, geldi infaz çocuğu." diye geveledim ağzımın içinde. "Gel gel. Bende seni bekliyordum."

"Az önce harika bir haber aldım, Karahanlı." dedi tam önümdeki sandalyeye geri oturarak. Bende az önce harika bir haber aldım, yarın seni infaz edecekler demekten son anda vazgeçerek tek kaşımı kaldırdım. "Hayırdır, Safo? HIV virüs sonucun negatif mı çıktı?"

Onunla dalga geçmemi siklemeden, "Seni alakadar eden bir haber değil ama benim için çok sevindirici bir haber." dedi keyifli bir sesle. "Dayı olmuşum." Kendi kendine güldü. Nedensizce bu gülüş duraksamama neden olmuştu. "İlk yeğenim... Bir an önce senin işini halledip onun yanına gitmek istiyorum!"

Koyu renkli gözlerinin içine baktım. Her ne kadar benim gözümde psikopat emelleri olan, kalpsiz, adam öldürmeye meyilli bir pezevenk gibi gözükse de özünde o da bir insandı. Ailesini düşünen bir insan... Ailesine önem veren bir insan... Yeğeni doğdu diye, sert suratının çizgilerinde mutluluk hissini açtıran bir insan... Belki de yanlış düşünüyordum. O bana ve babama yaptıklarına rağmen yüzde yüz kalpsiz bir adam olmayabilirdi. Belki de ailesi yüzünden bana böyle gaddar davranıyordu. Dedemin, onun annesiyle yaşadığı ilişkiyi çok yanlış algılayıp annesinin intiharıyla direkt olarak ailemi suçlayacak kadar aptal biri olsa da... Belki de özünde iyi bir adamdı.

Sadece o iyi tarafını bana gösterememişti.

Belli nedenlerden ötürü...

Kendi öz amcası tarafından öldürülmek istendiğini öğrendiğim adamın gözlerinin içine ifadesizce bakmaya devam ettiğimde "Zamanın doldu." dedi, sesi yaşadığı keyiften bihaberdi. "Bir an önce cehenneme gitmen gerekiyor, Karahanlı. Çok bile kaldın burada..."

Ayaklarımın önünde duran fanusa yöneldiğinde "Saffar." dedim ciddi bir tonda. "İdama götürülenlerin bile son isteği sorulurken, bana son isteğimi sormaman çok saygısızca." Durdum, yılan dolu fanusun kapağında bekleyen elinin hareketleri kesildi. "Her ne kadar gaddar bir adam olsan da saygı ve itibar kelimeleri senin için gaddarlıktan daha önemli. Bunu görebiliyorum. Yetiştirilme tarzında var bu iki kelime..."

Kafasını kaldırdı. Gür, siyah kirpiklerini kısarak sorgulayıcı bir şekilde bana bakmaya başladığında "Senden son bir isteğim var." dedim. "Bunu gerçekleştirdiğin an beni dilediğin yılana ısırtabilir, felç geçirmemi zevkle izleyebilirsin."

"Ne istiyorsun?" diye sordu ters ters. "Son bir isteğim var 'Beni sal yeter' dersen, ağzına veririm."

Allah'ı var, komik adamdı.

Gülmek istedim, yapamadım. Suratına boş boş bakmaya devam ederek "Kulağına bir şey söyleyeceğim." dedim. "Kulağını bana uzatmanı istiyorum."

Durdu, şüpheyle beni süzdü. "Kulağımı sana uzatmamı mı istiyorsun?"

"He."

"Kulağımı ısırırsan ceddini sikerim bu arada." dedi biçimli kaşlarını çatarak. "Söyle." Eli yılan dolu fanusta beklerken yavaşça kulağını bana eğip bekledi. Boynundan yükselen pahalı erkek parfümü kokusu ciğerlerime indi. Parfümünün güzelliğini yok saymaya çalışarak boğazımı temizledim ve başımı eğebildiğim kadar onun kulağına eğdim.

Burnumun kirli sakalına yanlışlıkla sürttüğümde bu ayrıntıyı önemsemeyerek "Okan amcişkom seni yarınki yat partinde öldürecekmiş." diye fısıldadım kulağına doğru. "Arkamdaki orospu çoçukları konuşurken duydum. Seni öldürmeyi planlıyorlar. Haberin olsun."

Yüzünü göremedim. Yüzünü bana göstermeden öylece, eğik bir konumda bekledi. Evet, kulağı bana dönüktü fakat yüzünü, sandalyeye bağlı olduğum için göremiyordum. Hareketlerim kısıtlıydı. Aradan birkaç dakika su gibi geçip giderken, hiç beklemediğim bir şey yaparak kirli sakalını yanağıma sürttü ve kulağıma "Şerefin üzerine yemin eder misin?" diye sordu, sesi dümdüzdü. Sinirlenmemiş miydi? "Bunları gerçekten duyduğuna dair, şerefin üzerine yemin eder misin, Karahanlı?"

Dolgun dudaklarının baskısını kulağımda hissedince irkildim. Dudaklarını tehlikeli bir hareketle kulağıma sürtmüştü. Bunu az çok bana göz dağı vermek için yaptığını düşünmüştüm. Kulağımın yanmasını umursamadan "Yemin ederim." dedim donukça. "Yemin ederim, duydum."

Hiçbir şey söylemedi. Sakalı hâlâ sol yanağıma değiyordu, rahatsız bir konumda değildim ya da beni rahatsız edecek bir şey yapmıyordu fakat başlayan bu ölüm sessizliği beni garip hissettirmeye başlamıştı. Üstelik sıkı bir şekilde bağlanmış el ve ayak bileklerimin sızısı, sessizlik boyunca artmıştı. Psikolojik ve fiziksel olarak ağrı çektiğimi düşünürken Saffar aniden sakalını yanağımdan çekti ve hızlı bir refleksle beline yönelip yanımdan sıyrılarak geçti.

Arkama geçtiği sırada ayağı dibimde duran yılan dolu fanusa çarpmıştı. Tamamiyle yanlışlıkla yaptığı bu eylem sonucu fanus kırıldı ve içindeki yılanlar sağ sola kaçışmaya başladılar. Bu manzara karşısında sakin duramayarak çığlık attım. Baba tarafını... Ay aman yılan sevmiyordum, ne yapayım?

"Orospu çoçukları!" diye hırladığını duydum Saffar'ın. Öfkesi sesine işlemişti. "Beni mi sattınız lan?!"

Arkamdan yükselmeye başlayan arbede seslerini ve küfürleri dinleyemedim çünkü odağım doğrudan ayaklarımın dibine kadar gelen kahverengi tonlarındaki yılan olmuştu. Yüzeyi pütürlü ve nereden baksam yirmi santimlik boya sahip olan yılan doğrudan çıplak ayağıma ilerlediğinde "Yo yo yo!" diye bağırdım panikle. "Kız! Sakın! Sakın ısırma! Bak dostuz biz seninle! Benim kanımda da yılanlık var! Baba tarafı yılan benim!"

Yılanın çatallı dilini, çıplak ayağımda hissettiğimde "Hayır! Hayır! Allah'ım ne olur, bu şekilde ölmek istemiyorum!" dedim panikle. Bağlandığım yerde kıpraşmam, ayak ve el bileklerimin acımasına neden olurken "Daha trendyol'dan sipariş ettiğim kıyafetler gelmedi! Bi o kıyafetleri göreydim sonra sokularak öleydim ne olurdu!" diye bağırdım. "Bahtım kara benim! Çok kara!"

Yılan aniden dişlerini bacağıma geçirdiğinde attığım acı dolu çığlık içinde bulunduğum mekan boyunca yankılanmıştı. Öyle ki, arkamda yaşanan arbedenin gürültüsünü bile bastırmıştı o çığlık... Geçirdiği dişlerine -yılana- bakamadan kafamı geriye atarak çekmekte olduğum acıya odaklandım. Yoktu böyle bir acı... Sanki biri kızgın bir demiri bacağıma koymuş, o demirin kızgınlığını iliklerime kadar hissetmemi sağlamıştı.

İliklerime kadar bir yılan tarafından sokulduğum gerçeğini işledim. Acıyı işlediğim gibi...

Göğüsümün aldığım sert soluklarla inip kalkarken yılan hâlâ beni ısırıyor muydu yoksa gitmiş miydi bilmiyorum. Gözlerimi mekanın tavanından çekmedim. Belki de uzun zaman sonra acıdan dolayı gözlerim dolu dolu olmuştu. Evet acı çekiyordum ama acı çekiyor olmamdan daha kötü bir haberim vardı.

Sokulan ayağımı hissetmemeye başlamıştım.

Bu paniğimin ve acımın iki kat artmasına neden olurken arkamdan iki el ateş sesi geldi ardından arbede sesleri kesildi. Kimin geberdiğini kimin yaşadığını bilmediğim zaman diliminde, iki çift koyu renkli odağıma girdi. Saffar yüzüne sıçramış kan damlacıklarını silme gereksimi duymadan bana üstten üstten bakmaya başladığında "İnfaz çocuğu kurtulmuş." dedim acıyla. "Darısı başıma diyeceğim ama..."

Sesim kesildi. Göğüsüm kontrolüm dışında inip kalkarken Saffar "Ne oldu?" diye sordu ikilemde kalmış gibi ve elini çeneme yerleştirip kafamı kendisine doğru çevirdi. Kanlı eliyle buluşan çenem, onun elindeki kandan nasibini alırken az önce iki insanı öldürdüğü gerçeğini siklemeden "Yılan soktu." diye fısıldadım. "Ayağımı yılan soktu."

Durdu, koyu kahverengi gözleri anlık şokla irileşirken "Fanusu açmamıştım lan." dedi. "Nasıl ısırdı?!" Şakağından akan kan damlasını dirseğiyle sildikten sonra çenemi bırakıp yere eğildi ve kırılmış fanus manzarasıyla karşılaştı. "Hay ar damarını sikeyim bunların! Nasıl kırıldı bu?!"

Ona cevap vermedim. Güçsüz bir şekilde nefes alıp verirken, "Allah rızası için sık kafama, kurtulayım. Canım çok yanıyor." dedim kısıkça. "Uyuşmaya başladım acıdan... Ne olur, sık kafama."

Sıkmadı. Bir süre kaşları çatık bir vaziyette bir bana bir sokulan ayağıma baktıktan sonra hiç beklemediğim bir anda koşarak bir odaya girdi. Birkaç saniye sonra odadan çıktı ve dibimde biterek
kanlı elini çeneme yerleştirip zorla dudaklarımı araladı. "İç şunu!"

Diğer elinde tuttuğu şişeyi dudaklarıma bastırdığında yarı açık gözlerle onun kanlı suratını süzüp şişedeki sıvıdan bir yudum aldım. Acıydı. "Daha fazla iç!" Çenemdeki elini sıkılaştırarak acı sıvının hepsini bana içirdiğinde gözlerimi gözlerinden bir saniye olsun ayırmamıştır. Vücudum uyuşmaya başlamıştı resmen. Acı çekiyordum fakat çektiğim acıya tepki veremiyordum.

Bu nasıl bir şeydi?

Şişedeki tüm sıvı bittiğinde şişeyi gelişi güzel yere atıp dizlerimin önünde eğildi ve sokulan bacağımın iplerini cebinden çıkardığı bir bıçak yardımıyla çözdü. Ne yaptığını anlayamıyordum, gerçi anlasam dahi bir şey yapamazdım. Vücudumu hissetmiyordum çünkü. Ne yapabilirdim ki?

Saffar kanlı yüzünü elinin tersiyle sildikten sonra ayağımı kaldırıp yılanın dişleriyle yarattığı açık yaraya dolgun dudaklarını bastırdı. Normal şartlarda bunu yaptığı ilk anda ona tekme atmış olurdum ama şartlar şu anda hiç normal değildi. Kapanmak üzere olan gözlerle, kanla kaplanmış suratını tuhaf tuhaf süzerken, dudaklarının hareketiyle ayağıma ne yaptığını anlamıştım.

Zehiri emiyordu.

Emerek yere tükürüyordu.

Beni kurtarmaya mı çalışıyordu?

"Vücudumu hissetmiyorum." diye fısıldadım onun yere tükürmesini izlerken. "Bana yardım etmek istiyorsan, kafama sık. Kurtar bu acıdan beni..."

"Kes sesini!" dedi bağırarak ve bir kez daha ayağımdaki yarayı emip yere tükürdü. "Gebermeyeceksin."

"Geberiyorum."

"Panzehir verdim sana!" diye hırladı. Sanki öfkesinin arkasına bir panik dalgası sıkışmıştı. "Henüz dört dakika olmadı! Zehir, kalbine ulaşmış olamaz."

Sertçe yutkundum. "Hiçbir şey kalbime ulaşmış olamaz. Bende o organ yok."

"Felsefe yapma, sikmeyeyim o dilini." diye tısladı bir kez daha yere tükürürken. "Gebermeyeceksin. Gebermene izin vermeyeceğim!"

Ona soru soramadım bile. Oldukça öfkeli gözüken Saffar birkaç dakika boyunca, yarayı emerek dışarıya tükürdü, nadiren benimle göz teması kurdu. Tüm bu süre zarfında sadece onu izlemiştim ve hiç konuşmamıştım. Garip bir şekilde geçen zaman içerisinde uyuşan vücudumun birkaç kısmını hissedilmiş, çektiğim acının giderek azaldığını fark edebilmiştim. Evet hâlâ acı çekiyordum lakin beş dakika öncesindeki acı yoktu. Katlanılabilir bir acıydı bu.

Katlanabilirdim.

Saffar bir kez daha yere tükürdükten sonra ayağımdaki yarayı inceledi ve kafasını kaldırarak bana baktı. "Bir kadının ayağını emeceğimi hiç düşünmezdim."

Gülmek istedim, yapamadım. "Geberecek miyim?"

"Geberseydin dört dakika önce geberirdin, Karahanlı." deyip biçimli kaşlarını çattı. "Bu zehirin kalbe ulaşma süresi var. Dört dakika önce gebermediğine göre panzehir işe yaradı."

"Sende zehirle temas kurdun." diye fısıldadım. "Sen ne yapacaksın?" Bana neyse? Ne bok yerse yiyebilirdi! Ne diye düşünüyordum ki onu?

Gözlerini ağır çekimde devirip kucağında duran ayağımı yere bıraktı. "Ağız yoluyla temas ettim. Kanıma inmedi. Bir sik olmaz." Kurumuş kanlarla kaplı olmasına rağmen hâlâ oldukça çekici ve kusursuz görünen sert yüzünü bana çevirdi ve olduğu yerde dikleşti. Uzun boyunu süzüp gözlerine kitlendim. "Aslında senin hakkın gebertmekti de... Son dakika söylediğin şey üzerine bu şekilde ölmene izin veremezdim."

"Ha hayatını kurtardığım için hayatımı kurtardın yani?" diye sordum güçsüz bir tonla. "Bende bana aşık oldun sanmıştım. Tüh!"

Gülmedi, öfkeyle suratımı süzdü. "Sen benim hayatımı kurtarmadın, sadece beni bilgilendirdin, Karahanlı. Bunun sana geri dönüşü pozitif olmuş olabilir ama şunu sakın unutma, hâlâ seni öldürmek istiyorum." Durdu, sert bir soluk verdi. "Ayrıca bilgin olsun, insani duygularla pek hareket etmem."

"Of erkek yağğ..." Tebessüm etmeye çalıştım. "Çok seksisin."

Bana Bülent Ersoy ile Mehmet Ali Erbil'in çocuğuyum demişim gibi baktıktan sonra kirli sakallarını kaşıyarak "Bugün belanı senin eline vermeyeceğim." dedi ardından sandalyenin arkasına geçerek iplerimi bıçak yardımıyla çözmeye başladı. "Ama yarın ya da ertesi gün işkence aletleriyle dolu odamda, kendini çıplak bir vaziyette bulabilirsin."

"Öyle bir odan mı var? Offf erkek yağ..." Suratıma çakmasına ramak kalmıştı, bence. Sabrını sınıyordum.

"Zehir, beynine etki etmiş gibi." Ellerimdeki ipleri çözerek diğer iplerin yanına attı. "Kalk siktir git. Canımı sıkma."

İplerin çözülmesiyle sızım sızım sızlayan ellerimi kucağıma getirip bileklerimdeki morartırlara baktım. Sağ elimle sol bileğimi, sol elimle sağ bileğimi okşayarak "Ağzıma sıçtın. Ağzıma!" dedim bıkınca. "Seks madurundan farksızım ya. Şu mükemmel tenime bak! Mosmor! Offf! Nasıl gideceğim ben eve? Dedem elli tane soru soracak."

"Deden alışıktır bu şekilde eve gitmene." diyen Saffar keyifli gözlerle bileklerimi süzdü. Dolaylı yoldan bana seks maduru demeye çalışmıştı. Aptal herif. Ebesi seks mağduruydu. Ebesi! "Soru soracağını düşünmüyorum."

Ofladım. "Kuduz köpek."

"Ne dedin sen bana?"

Ona cevap vermedim çünkü ikinci bir kaçırılma merasimiyle karşı karşıya kalmak istemedim. Zaten canım yanıyordu. Bir de tekrardan canımı yakmaya kalkardı falan. Hiç uğraşamazdım. Her ne kadar kendisi seksi ve yakışıklı bir beyefendi olsa da içten içe psikopatlığının, Hannibal Lecter abiyle kapışacağını biliyordum.

Bulaşmaya gerek yoktu.

Derin bir nefes alarak bulunduğum sandalyeye tutarak ayağı kalktım. İlk başta başım dönse de birkaç saniye sonra ayak bileklerimin ağrısına alışmış ve dik durmayı başarabilmiştim. Vücudumun belli kısımları ağrıyordu fakat bu ağrı, yürümeme engel olmazdı. En azından ben öyle düşünüyordum.
Kaskatı kesilmiş bedenimi zorlanarak eğerek ayağımdaki tekli topuklu ayakkabıyı çıkardım ve ayakkabıyı köşeye fırlattıktan sonra olduğum yerde dikleştim.

Tüm bu süre zarfı boyunca Saffar Poyraz sessizce beni süzmüştü. Her ne kadar sessiz olsa da bakışlarındaki sertlik çok sesliydi. Benden hoşlanmadığı belliydi.

Kim benden hoşlanıyordu ki zaten?

"Çıkış nerede?" diye sordum. "Sağda mı, solda mı?"

Kafasıyla solu işaret ettiğinde sola doğru döndüm ve gözlerim arkamda kalan noktaya takıldı. Beni kaçıran, takım elbiseli adamların ikiside yerde kanlar içinde yatıyorlardı. Birinin kafasından diğerinin göğüsünden akan kanlar yerde, kırmızı bir göl oluşturmuştu. Bu görüntü midemin bulunmasına neden olurken çıplak ayaklarımın üzerinde dönerek "Sen ne kadar gaddar bir herifsin." dedim kuru bir sesle. "İnsan şunların üstüne gazete falan örterdi be! Midem bulandı ya!"

Evet, cesetlere karşı duruşum tam olarak buydu.

"Kusura bakma, bir kaltağın ayağını yılan sokmuştu da onunla uğraşıyordum. Üzerlerini kapatma fırsatı bulamadım."

Bana kaltak demesini takmadan aklıma gelen şeyle, "Telefonumu ver." diye tısladım. "Telefonumu siz aldınız. Geri ver."

"Emir kipi kullanma bana, sikmeyeyim şah damarını." Bu herifin damarlarla derdi neydi acaba?

"Çok sikiş meraklısın. Bu kadar azmanın, kudurmanın sonu iyi değildir der, Müge Anlı kraliçem." Dilimi şaklattım. "Neyse, telefonumu verir misin?"

Pantolonun cebinden telefonumu çıkartıp bana uzattığında telefonu sertçe alarak ekranına bir bakış attım. Talya'dan onlarca arama gelmişti. Bu görüntüyle dişlerimi sıkarak gösterdiği yere doğru paytak adımlarla yürümeye başladım. Isırılan ayağımın üstüne -tam- basmamaya çalışıyordum çünkü ağrıyordu.

Dar koridorun beton duvarlarına tutuna tutuna ilerlerken birden havalanmamla çığlık attım. Sesim koridor boyunca yankılanmıştı. Gözlerim, Saffar'ın kurumuş kan damlalarıyla bütünleşmiş yüzünü bulduğunda kucağından inmeye çalıştım fakat bana izin vermedi. Beni öldürecek miydi?

"Bırak!" diye bağırdım. "Bırak be! Manyak! Bırak! Beni bırakmazsan tırmalarım! Vallahi tırmalarım!"

Yüzünü tırnaklarımla çizeceğim sırada kafasını yan çevirerek "Sikerim ecdadını, Karahanlı. Sakın yüzüme dokunma." dedi sakince. Elim havada kaldı. "Sakın."

"Beni neden kucağına aldın?" diye sordum ikilemde kalmış gibi.

"Mekanı yaktıracağım." Kaşlarını çatarak yüzümü süzdü. "Paytak paytak yürüyorsun. Seni bekleyesim gelmedi."

"Ha..." Elimi indirdim. "İçerdeki cesetleri yakarak yok edeceğim diyorsun yani?"

Cevap vermedi. Kucağındaki beni indirmeden koridor boyunca yürüdüğünde gözlerim yılanın soktuğu sol ayağıma kaydı. Hafif şişik duruyordu. Bunun bir problem olup olmayacağını anlayamazken sanki içimi okuyormuşçasına "Gebermeyeceksin." dedi erkeksi bir sesle. "En azından şimdilik."

"Safo gerçekten tüm bunları yapmak zorunda mıydın ya?" Dudağımı büzdüm. "Bi kuduz köpek şakası yaptık diye... Belamızı siktin, yemin ediyorum. Nasıl bir manyaksın sen?"

Manyak mıydı? Yoksa psikopat mı?

"Seni o şakayla birlikte sikmediğime dua et." diye tısladı öfkeyle. "Senin kanından tiksiniyorum. Kanına sahip tüm insanlardan tiksiniyorum, Karahanlı. Aslında seni içeride bırakıp mekanla birlikte yakardım da..."

Aileme olan nefretini zihnimdeki raflardan birine kaldırarak "Da?" dedim sorar gibi.

"Bugün seni öldürmeyeceğim." Belimdeki kolları uyarırcasına sıkılaştı. "Mutlu bir günündeyim ve seni bu mutlu günümde öldürmeyeceğim."

"Ha, doğru! Yeğenin doğduğu için mutlusun. Anladım. Şey, bebişi görmeye geleyim mi? Tam altın takarım, istersen." Tebessüm ettim. "Ailelerimizin arasındaki buzlarda erir hem. Ne dersin? İstersen bebişe beşi bir yerde de takabilirim?"

Şansımı denemiştim.

Sert bir sesle, "O altınları sokarım senin bir yerine..." dediğinde laubalilik yapmayı bırakarak gözlerimi suratından kaçırdım ve önüme çevirdim. Tam karşımda açık bir kapı vardı. Gördüğüm kadarıyla kapının ardında ormanlık bir alan duruyordu ve hava hâlâ karanlıktı.

Kaçırılmamın üzerinden kaç saat geçmişti?

Hesaplayamazken, Saffar açık kapıdan dışarıya çıktı. Dışarıda, ormanlığa bakan yerde siyah lüks bir araç park halinde öylece duruyordu, aracın önünde dikilen iki adama "Mekanı yakın!" diye emir verdi ardından hiç beklemediğim bir şey yaparak kucağındaki beni yere attı.

Şaka yapmıyorum.

Beni cidden yere doğru fırlatmıştı(!)

Sırt üstü bir şekilde toprak zemini boylarken inlememeye çalışarak kafamı kaldırdım. Sırıtan yüzüne ithafen "Ne kadar kabasın!" diye homurdandım. "Allah'ın cezası!"

"Seni gerdeğe girecek yeni gelin misali kucağımda taşıdım. Neyin kabalığından bahsediyorsun, Karahanlı?" Kaşlarımı çatsamda bir cevap vermedim. "Siktir git evine, hadi."

"Evim değil, yalım var bir kere!" dedim bağırarak ve önüme gelen kabarık saçları geriye itekledim. "Katil, şerefsiz! Dua et, çok işim var bugün. Yoksa sana musallat olurdum!" Bok olurdum bu arada.

Uzun boyundan dolayı kafamı kaldırarak ona kötü kötü bakmaya başladığımda bana cevap vermek yerine "Deden olacak gevşeğe selam söyle." dedi donukça. "Bu arada, yerinde olsam diyete girerdim. Eşek ölüsü kadar ağırsın, hâlâ tatlı yeme peşindesin. Biraz kilona dikkat et, şişko."

"Hiğh! Sen bana şişko mu dedin? Senin sülalendir şişko! Kırk dokuz kiloyum ben!" diye bağırdım arkasından. "Tamam elli üç kiloyum ama konumuz bu değil!" Beni umursamadan arkasındaki siyah araca doğru ilerledi. "Ayrıca ben o tatlıları kendime almamıştım!" Durdum. "Artı olarak dedem de gevşek biri değil!"

Cevap verme gereksimi duymadı. Aracına binip çalıştırdı ve usta bir manevrayla U dönüşü yaparak ormanlık alanın içinden geçen yola saptı. Onun arkasından tip tip baktıktan sonra zorlanarak yerden kalktım ve üstümdeki kiri silkeledim. "Dede buluşacağın adamları sikeyim! Ne biçim düşmanların var ya?" diye homurdandım asfaltlı yola doğru yürürken. Konumumdan bihaber yürüyordum şu anda.

"Dede sen beni nasıl bir işe bulaştırdın amına koyayım?! Ne bok yiyorsun sen o iş adamı kimliğinin altında ya?! Lanet olsun senin parana da sana da! Şu heriflere bak! Adam öldürüp ceset yakıyorlar resmen! Allah'ım, Yarabbim!"

Çıplak ayaklarım soğuk asfalta değer değmez sızlarken karanlık orman yolunun iki tarafında gözlerimi gezdirdim. Çok ürpertici bir yoldu. Homurdanmamı anlık keseceğim kadar ürperticiydi hemde. Ormanın içinden yükselen böcek seslerini dinleye dinleye yürümeye devam ederken "Annesine aşık olmuş, yasak aşk yaşamış. Kadın yasak aşk öğrenilince intihar etmiş." dedim kısıkça. "Aşık olacak kadın kalmadı ülkede sanki. Duygunu sikeyim, dede. Duygunu! Şu sikik aileyi karşına alacak kadar ne yaşadın amına koyayım?! Adam yılan zehiriyle öldürmeye çalıştı beni resmen! Ruh hastası! Ayy!"

Arkamdaki mekana omzumun üstünden bir bakış attığımda alevlerin mekandan yükseldiğini görmem yürüyüş hızımı arttırdı. "Yaktılar mekanı... Caniler! Bunlar bizi üç vakte kalmadan sikerler. Vallahi sikerler!"

Yapay bir ağlama sesi çıkardıktan sonra elbisemin cebine attığım telefonu alıp Talya'dan gelen aramaları pas geçerek Dora'nın numarasını yana kaydırdım. Kadim dostum(!) olan Dora saatin geç olmasına rağmen birkaç çalış sonrasında telefonu açmıştı.

"Alo?"

"Alo'nu foşikleyeyim, alonu! Benim içimden geçtiler sen hâlâ alo diyorsun bana." dedim sahte bir üzüntüyle. "Dora hangi cehennemdeysen derhal o cehennemden çıkıyor, bir taksi buluyor ve atacağım konuma gelip beni alıyorsun!"

Dora uykulu sesiyle "Ne?" diye sordu. "Ne oluyor be?"

"Ne olmuyor ki?! Hayır ne olmuyor ki?" dedim sertçe. "Herhalde benden habersiz beni Arka Sokaklar sezon finaline dahil ettiler! Bu yaşadığım ekşının başka bir açıklaması olamaz!"

Dora saniyelik sessiz kaldıktan sonra "Kız ne oluyor bu saatte?" diye sordu tekrardan. Tınısı telaşlı gelmişti. "Arkandan rüzgar ve böcek sesi geliyor. Neredesin sen?"

"Bi bilsem... Dur konum atıyorum. Çabuk gel beni al." Ormanlık yolda gözlerimi gezdirdim. "Sen yoldayken dedem ya da Talya seni ararsa sakın bir şey deme onlara, tamam mı? Gelip beni al. Durumu sana anlatacağım sonra seninle bir şeyler düşünürüz. Şu an ortalığı karıştırmanın alemi yok."

Dora tam tahmin ettiğim gibi beni yalnız bırakmamıştı. "Tamam tamam, neredeysen bana konum at. Geliyorum hemen."

Bu Dora olmasaydı ne bok yerdim?

Hiç bilmiyorum.

❄️

"Seni uyardım değil mi ben?! Seni defalarca kez uyardım!"

Dora ilaçlı pamuğu yılanın dişleriyle açtığı yaraya bastırınca dudaklarımın arasından bir inilti kaçmıştı. Kafamı geriye atarak stüdyonun ışıklandırmazlarına kitlediğimde "Geri zekalı!" diye bağırdı Dora. "Sana saldırma şu adama Twitter üzerinden dedim! Tekin bir tip değil dedim! Sen ne yaptın?"

"Tam tersini." dedim acıyla. "Off acıyor!"

"Geber!" diye bağırdı Dora. Üstündeki pembe pijamanın yakasını çekiştirip ilaçlı pamuğu yaraya tekrardan bastırdı. "Geri zekalı! Yaşadığına şükret! Şükür nedir bilir misin?"

Burnumu çektim. "Bilmez miyim? Cebimde iki bira parası çıkınca hep Allah'a şükür ediyorum."

Boşta kalan eliyle saçımı anlık çekip bıraktığında inlemiştim. Tamam, hak ediyordum. "Seni öldürmemiş, şükret! Şükür! Adamın kardeşinin doğurası tuttuğu için, aç ellerini Allah'a şükret!" Kaşlarını çattı. "İyi gününe denk gelmişsin o psikopatın!"

"Şey... Galiba?" Yutkundum. Bedenim ağrıyordu. "Ama bende ona yardım ettim. Belki o yüzden insafa geldi. Anlattım ya sana bunun amcası..."

"Ya Mayıs," diye kesti sözümü Dora. Gözlerimin içine öfkeyle baktı. "Sen niye bu kadar aptalsın? Kör müsün lan? Görmüyor musun içinde bulunduğun durumu?"

"Ne durumu?" diye sordum saf saf.

"Ulan senin deden tekin bir tip değil! Değil! Sen anlamıyor musun bunu, beyinsiz?!" diye bağırdı bana. Dora'yı yaklaşık beş yıldır tanıyordum ve yemin edebilirim ilk defa onu bu kadar sinirli görüyordum. Gerçekten çok sinirlenmişti. "Ben Saffar gibi adamlara öfkelenmem! O adamların bir tahtaları eksik olur zaten! Doğuştan öyledir o adamlar! En küçük şeye bahane arar, saldırırlar! Benim sinirlendiğim asıl nokta, senin körlüğün! Senin deden seni bu pis adamların kucağına atıp kaçan kişinin teki! Sen nasıl bunu göremiyorsun?!"

Dora'nın gerginlik ve öfkeyle boğuşan suratını süzüp olumsuz anlamda kafamı salladım. Yanlış düşünüyordu. "Hayır, dedemin bir suçu yok. Tamamiyle benim yüzümden..."

"Ne senin yüzünden? Ulan deden bunun annesini sikmemiş mi?!" diye bağırdı Dora. "Kadını sikip bu aileyi size musallat eden kişi deden değil mi?"

Alakasızca, "Sikiştiler mi bilmiyorum." dedim. "Öyle demesek mi acaba? Ayıp oluyor."

"Lan az önce kendin dedin! Dedenin bu Saffar denilen adamın annesiyle ilişkisi varmış sonra bu ilişki patlayınca kadın intihar etmiş. Bunlarda dedene musallat olmamış mı?!"

"Yani... İlişkileri öğrenilince mi kadın intihar etti? Tam olarak bilmiyorum ama evet, bu aile dedemle bağlantılı. Onun düşmanlarıymış." deyip ağrıyan ayağıma bir bakış attım. "Yine de dedemin bir suçu yok. Benim daha dikkatli olmam gerekirdi. Söylediğin gibi, o adama sataşmam büyük bir hataydı. Ben sataştım ve bedelini ödedim. Dedemin bir suçu yok."

Dora elindeki pamuğu yere atarak şok içinde suratımı süzdü. Biliyorum, söylediklerinin çoğunda haklıydı fakat bu haklılığını kabul etmeyecektim çünkü dedeme değer veriyordum. Evet, belki dedem göründüğü gibi iyi biri değildi, iyi işler yapmıyordu, birçok kişiye iyi niyetle yaklaşmıyor, kötüyle kötüyü oynuyordu ama sonuçta o benim dedemdi ve beni çok seviyordu.

Bana sevgisi yeterdi.

Onun sevgisine ihanet edemezdim.

"Senin deden iyi bir insan değil, Mayıs." dedi Dora kaşlarını olabildiğince çatarak. "Bunu gayet iyi biliyorsun ve buna rağmen onu savunuyorsun."

"Bana iyi bir insan? Diğerlerine kötü olması umrumda değil."

"Neden?" diye sordu sertçe. "Neden sana iyi bir insan?! Neden sadece sana iyi davranıyor? Hiç düşündün mü?"

"Evet beni sevdiğinden?" diye direttim. "Beni sevdiği için bana iyi davranıyor."

Dora pijamasının yakasını çekiştirdi. "Aptal! Seni seviyormuş gibi yapıyor çünkü senden faydalanıyor! Senden faydalandığı için sana iyi davranıyor!"

Kafamı olumsuz anlamda salladım. Dora saçmalıyordu. Hemde hiç olmadığı kadar çok saçmalıyordu. "Benim neremden faydalanacak be? Boş yapıyorsun!"

"Düşmanlarının önüne seni atıyor!" diye hırladı Dora. Gözleri irileşmişti. "Senin cesaretinden faydalanıyor, aptal! Görmüyor musun? Önce akıl hastanesi olayı sonrada bu Saffar denilen piç! Adam seni yem olarak kullanıyor! Kör! Aç gözünü!"

Onu göğüsünden yavaşça iterek oturduğum yerden ayağı kalktım. İkimizinde kaşları çatıktı şimdi. "Beni yem olarak kullandığı falan yok! O beni seviyor, tamam mı? Sadece... İsteği dışında gerçekleşen birkaç olay var! Bu olayların yaşanması onun suçu değil!"

Dora bana bir aptala bakıyormuş gibi baktıktan sonra bir adım gerileyerek "Senin sorunun bu." dedi sertçe. "Yirmi yaşındasın. Yirmi yıldır sevgi nedir bilmeden büyümüşsün. Bu yüzden biri hafifçe başını okşayıp, azıcık sana ilgi gösterdiğinde, onu sevgi sanıp o kişiye hemen bağlanıyorsun. Çok acı... Çok acı ve yanlış bir şey bu, Mayıs."

Afalladım. Saatler önce yaşadığım onca olayda afallamayan ben, arkadaşımın iki cümlesiyle afallamıştım. Zihnimde bir şeyler yandı. Yanan şeylerin tam olarak ne olduğunu anlayamasamda, hayali is kokusunu içime çekmiştim. Sanırım yanan şey, ona karşı beslediğim güven duygusuydu. Canım yandı ve bugünün sonunda bu yanış ilk defa fiziksel olmamıştı.

Keşke fiziksel olsaydı.

Dora ile bakıştım. Sanki az önce söylediği şeyden pişman olmuş gibi yutkunarak "Mayıs..." dedi ve aramızdaki boşluğu kapatmaya çalıştı. Ona izin vermedim, yanından sıyrılarak geçip stüdyonun çıkışına ilerledim. "Mayıs! Yanlış anladın beni!"

Hayatımda hiçbir şeyi bu kadar doğru anlamamıştım?

Stüdyodan çıkarak ana yola doğru hızlıca yürüdüğümde arkamdan gelmek gibi bir salaklık yapmadı. Yapsaydı onun suratına bir yumruk geçiririm. Evet, ona kırılmıştım. Hemde çok... Ama aynı zamanda söylediklerine karşı bir cevap veremediğim için kendime de kırılmıştım. Beklenti doluydum. Kime ve neye bilmeden, beklenti doluydum.

Sanırım kırgınlığım ve suskunluğum, umudumun önüne geçmişti.

Yine, yeni, yeniden...

Ana yoldan ara yola, ara yoldan dar sokaklara ilerleye ilerleye günü aydın ederken, uzun bir yürüyüşün ardından dedemin yalısının önüne gelmiştim. Ayaklarım çıplaktı; uzun süre yürüdüğümden dolayı yara bere dolmuştu. Saçlarım dağınıktı. Eminim sabah yaptığım makyajda yüzüme boylu boyunca akmıştı. Tüm bunlara rağmen Dora'nın stüdyosunda üzerimi değişip rahat bir şeyler giydiğim için kendimle gurur duyuyordum çünkü yalıdan gelecek bütün soruları geçistirmemde kıyafetim bana çok yardımcı olacaktı.

Derin bir nefes alarak yalının bahçesinden içeriye girdim. Bahçedeki silahlı korumaların çoğu gözlerini üzerime çevirip şaşkınca bana baktılar. Umursamadım, beyaz renkli ahşap kapının önüne gelip kapıyı çaldım ve bekledim.

Kapı açıldı. Kapıyı açan ve bana aynı şaşkınlıkla bakakalan hizmetliye "Çekil şuradan." diyerek içeriye süzüldüm. Hol bomboştu. Saatten -muhtemelen sabaha karşı altı falandı- bihaber olarak geniş holün ortasındaki çıplak figürlü heykelleri kısaca süzdüm ardından salona ilerleyip "İnanç nerede?" diye sordum bağırarak. "İnşallah kurtarmışsınızdır o çocuğu oradan!"

"Mayıs hanım iyi misiniz siz? Savaştan çıkmış gibisiniz!"

Onun sorusunu pas geçerek "Talya orospusu!" diye seslendim salonun orta yerinde durarak. Şu anda çok sinirliydim ve sinirimin neye, kime karşı olduğunu bilmiyordum. Dora'ya miydi yoksa kendime miydi bu sinirim? Hiçbir fikrim yoktu. "Nerede o Yunan orospusu?!"

"Mayıs hanım!" diyerek telaşla salona girdi hizmetlilerden biri. "Beni bir dakika dinler misiniz?"

"Ne var be? Ne var?!"

"Babanız Kemal beyin durumu çok ağırlaştığından ötürü Talya hanım ve dedeniz hastaneye gittiler. Evde kimse yok." dedi kadın alel acele bir şekilde. "Size ulaşamadıkları için bana söylediler, ben siz gelince söyleyecekt..."

"Ya banana Kemal'den!" diye bağırdım kadına. "İnanç nerede?"

"O konuya ben hakim değilim." deyip parmağıyla ön bahçedeki kapıdan salona giren takım elbiseli bir korumayı işaret etti. "O beyefendi hakim."

Korumaya dönmeden "Bana bak," dedim hizmetliye doğru. "Dedemin özel bir doktoru falan varsa ki var olduğunu çok iyi biliyorum. Ara o doktoru, çabuk gelsin buraya... Şu ayaklarımla ilgilensin. Haşat oldular!"

Kadın çıplak ayaklarıma korku dolu bir bakış atıp "Emredersiniz, Mayıs hanım." deyip uzaklaştığında içeriye giren korumaya döndüm.

O da sanki bu anı bekliyormuşçasına olduğu yerde dikleşip "Mayıs hanım, İnanç beye ulaştık. Kendisine sizin adınızı verip, bütün durumu açıklamamıza rağmen hastaneden çıkmak istemedi." dedi alel acele. "Ve gerçekten bütün durumu anlattık. Hastaneye ilk girdiğiniz andan kaçış anınıza kadar... Nedenleriyle birlikte anlattık kendisine. Fakat İnanç bey, çıkmayı red etti." Durdu, soluklandı. "Dedenizde bunun, İnanç beyin kendi kararı olduğunu söyleyerek bize geri çekilme emri verdi. Bizde geri çekildik. Kısacası İnanç bey kendi isteği ve rızasıyla hastanede kalmayı seçti."

Yaşadığım öfke duyduklarında iki katına çıkarken titremeye başlayan ellerimi yanaklarıma bastırıp "Allah'ım sen bana güç, kuvvet, sabır ver! Ben bugün birilerini öldürmeyeyim!" diye bağırdım. Sesim yalının duvarlarına çarpıp yankı oluşturmuştu. "Cinayet işlemek istemiyorum! Yalvarırım bana güç kuvvet ver, Yarabbim! Sabır ver bana! Sabır!"

"Mayıs hanım..."

"Bu çocuk orada gebermek mi istiyor?! Ay bunun derdi ne?! Off! Beni de dertsiz biri bulmaz zaten! Nerede manyak, nerede dertli, nerede kafadan kontak varsa benim seksi popomun dibinde! Bezdim! Bıktım! Yoruldum! Atacağım şimdi kendimi yalıdan aşağıya!"

Koruma gözlerini benden ayırmadan dudaklarını araladı. "Mayıs hanım, o hastanenin hisselerini birkaç gün önce satın almıştık. Yönetim ve denetim kadrosu tamamiyle değişti. İsterseniz yarın ziyaretçi olarak İnanç beyin yanına gidebilir ve bu fikrini değiştirmek için bir adım atabilirsiniz."

Ellerimi yanalarımdan çektim ve vücudumu ona doğru çevirdim. "Onu ziyaret etmem bir sıkıntı oluşturmaz mı?"

"Asla, efendim. Dedeniz orada çalışan kadroyu komple değiştirdi. Kimse sizi tanımayacaktır."

"Mantıklı fikirmiş ha." Yutkundum. "İyi o zaman. Ben yarın gideyim, ziyaret edeyim İnanç'ı... Bakalım beyefendi neden o cehennemden çıkmak istemiyormuş." Adam kafasını saygıyla eğip dikleştiğinde sinirime rağmen tebessüm ettim. "Helal lan sana, Yusuf'i! Panik ve sinir anımda beni sakinleştirmeyi başaran ilk insansın. Dora'dan sonra ilk insansın yani! Helal olsun sana!"

Adam tebessümüme karşılık verdi. "Ne demek, efendim."

"Bundan sonra favorim sensin. Bir sorunum olduğunda ilk sana gelip ağlayacağım." dedim samimi bir sesle. "Adın neydi senin?"

"Abdullah, efendim."

"Apo desem sorun olur mu?"

"Olmaz, efendim."

"Apo sen benim, bu evdeki best friendimsin artık." deyip ona baş parmağımı uzattım. İlk başta bu parmak hareketimi anlamasada, mimiklerimle ona parmağını uzatmasını işaret ettiğimde beni anladı ve baş parmağını uzattı. Parmağının ucuna parmağımı değdirdim. "Best friends selamlaşması bu tatlım. İvana Sert ve Nur Yerlitaş yapıyordu bu selamlaşmayı... Şimdi sen ve ben yapacağız."

Kas yığını olan Apo bu nazik selamlaşmayı yadırgasa da sesini çıkarmayarak "Anladım, Mayıs hanım." diye mırıldandı.

Parmağımı çektim. "Benimle best friend olmayı kabul ediyorsun yani?"

Gülümseyerek "Bundan şeref duyarım, Mayıs hanım." dediğinde bende belli belirsiz sırıtarak önüme döndüm. "Ee iyi o zaman... Ben bi duş alayım şimdi. Doktor gelirse aşağıda beklet, on dakikaya inerim, Apo."

❄️

Önüme gelen uzun tutamları geriye itekledikten sonra gözlerimi hastane bahçesinde gezdirip yanımdaki Apo'ya döndüm. Son üç saattir bütün çilemi ve stresimi çeken Apo ile bakışmaya başladığımızda güneş gözlüklerimi çıkartarak "Tipim nasıl?" diye sordum. "Perişan bir vaziyette değilim, değil mi?"

Ona uzattığım güneş gözlüğünü alıp ceketinin cebine koydu. "Gayet güzelsiniz, Mayıs hanım."

"Yemin et." Etrafımda bir kez döndüm. "Ayaklarımdaki ya da kol bileklerimdeki yaralar dikkatini çekmiyor, değil mi?"

"Çekmiyorlar, Mayıs hanım."

"Talya'nin odasından bir fondöten aşırmışım. Vallahi alın yazısını kapatacak kuvvette, Apo. Bende o karı doğuştan mermer ciltli sanıyordum meğersem Yunan gacısı kendini fondötenlerle güzelleştiriyormuş. Dolandırıcı!" Gerginliğime rağmen güldüm, gülüşüme katılmamıştı. "Neyse, Apo. Bak konuştuğumuz gibi her şey. Sakın beni dedeme satma."

Apo başını hızlıca salladığında, onu yalnızca üç saattir tanıdığım gerçeğini pas geçerek hastaneye doğru gözlerimi çevirdim. Yalıdaki kimseye Saffar manyağı tarafından kaçırıldığımı söylememiştim, söylemeyi de düşünmüyordum çünkü bu çok küçük düşürücü bir detaydı. Dedem, kendimi koruyabileceğimi inanarak beni -korumasız- serbest bırakmıştı ve ben beni serbest bıraktığı ilk anda kaçırılmıştım.

Kesinlikle bunu bilmesine gerek yoktu. Bana güveninin sarsılmasını istemiyordum.

Bu yüzden yalıya girer girmez, etraftaki korumalara Dora ile ormanlık alanda yapılan çılgın bir partiye katıldığımı söylemiş ve orada sakatlandığımı eklemiştim. Bu yalanı yemişlerdi. Hatta eve gelen, dedemin özel doktoru da bu anlattığım yalanı yemiş, ayaklarımdaki yaralarla -tek bir soru dahi sormadan- ilgilenmişti. Allah'dan ayağımdaki yılan ısırığını, böcek ısırığı sanmıştı da, altını kurcalamamıştı yoksa halim yaman olurdu.

Cidden.

Üzerimdeki dört böbrek parası olan siyah blazer ceketin tek düğmesini ilikledikten sonra sabahın köründe zor bela düzleştirdiğim uzun saçlarımı bir kez daha geriye atarak hastaneye doğru yürüdüm.

Ne kadar güzel taklit yapıyordum ama?

Saatler önce bir manyak tarafından kaçırılmamış, bilmem kaç dakika boyunca onun saçmalıklarını dinlememiş; eziyetlerine katlanmamış, zehirli bir yılana sokturulmamış ve günün sonunda en yakın arkadaşımla papaz olmamış gibi, etrafa en geniş sırıtışımı sergiliyor, mükemmel tipimi daha da mükemmelleştiren kombinimi gösteriyordum.

İyi taklidi yapmak günah olsaydı, cehennemde takılan Lucifer'ı sollardım ha. Net söylüyorum.

"Ay umarım Kemal gebermiştir." dedim hastanenin iğrenç kokulu koridorlarından birinin içine girerken. "Bugün bari güzel bir haber alayım, lütfen ya."

"Kemal kim, Mayıs hanım?" diye sordu yanımda koruma edasıyla -gerile gerile- yürüyen Apo. Gerçi zaten o bir korumaydı. Edası mı vardı? Bendeki de aptal bir benzetmeydi işte!

"Benim babişkom, Apocuğum. Kendisinden nefret ederim. Neyse, sen bana ve nefret ettiklerime alışırsın zamanla zaten. Kafanı şişirmeyeyim şimdi." Bana cevap vermedi. Onun sessizliğinden faydalanarak hastanenin danışmanı olduğunu düşündüğüm masanın önünde takılan kızıl saçlı kıza baktım ve olduğum yerde durdum. Kahve içiyordu. "Aşko, bakar mısın?"

Kız gözlerini bana çevirdi. "Buyrun?"

"Kemal Karahanlı adlı bir hastaya ziyarete geldik de... Kendisi kaçıncı katta?" diye sorduğumda kız masanın önünden dolanarak bilgisayara ilerledi. "Nolur morg katında de. Nolur! Cenaze kombinim boşuna gitmesin."

Yaptığım espiri(?) sonrası kız garip bir yüz ifadesi yaparak bilgisayar ekranına bir şeyler yazdı ve gözlerini kıstı. "Kemal Karahanlı. Altıncı kat, yedi yüzüncü odada kalıyor."

"Morg mu orası?"

"Değil."

Hayallerim suya düştü.

"Ben dedeme dedim. Kötüye bir şey olmaz dedim, Kemal hepimizi gömer dedim ama dinletemedim! Dedem dinlemiyor beni, Apo." Yorgun bakışlarımı Apo'ya çevirdiğimde anlık tebessüm ederek "Mücahit beyin dinleme huyu yoktur." dedi şakacı bir tınıyla. "Genelde emir verme yetisiyle konuşur. İnsanları dinlemez."

"Ay evet evet! Dedem insanları hiç dinlemez! Kız vallahi sen beni anlıyorsun!" Gülerek Apo'nun koluna vurdum, benim elim kasları yüzünden acımıştı ama onun vuruşumu bile hissetmediğine emindim. "Best friendim ya. Neyse, sen yine de güneş gözlüğümü geri ver. Seksi cenaze kombinim  yatsa da, baba tarafının içerisine giriyoruz. Gözlerim çirkinlikleriyle kamaşmasın."

Cebinden bana ait olan güneş gözlüklerini çıkartıp uzattığında "Tabii bir de saatlerdir uyumadığımdan ötürü gözaltılarım mosmor." dedim ve gözlüklüğü ondan alıp taktım. "Zaten ailedeki herkes benim bir şeyler kullandığımı düşünüyor. Bu düşüncelerini gözaltı morluklarıyla onaylamayayım, değil mi?"

Apo tek kaşını kaldırdı. "Siz zaten bir şeyler kullanmıyor muydunuz?"

"Evet. Hiçbir zaman ayık gezmem?" Ona gözlüğün arkasından cins cins baktım. "Çaktırma, yürü Apo."

Gülermiş gibi bir ses çıkardı. Üç saatin sonunda onu güldürmeyi başarmamı sonra kutlamayı hedefleyerek yanından sıyrılarak geçtim ve asansörlere yöneldim. İkimizde asansör aracılığıyla altıncı katta çıktık. Bulunduğumuz kat çok ıssızdı. Morg olmadığına emin miydik?

"Dedemler nerede?"

"Aramamı ister misiniz?"

"Dur, Apo. Dur." Koridorun iki yanına bakarak ona arkamdan gelmesi için bir hareket yaptım. "Kemoşun odasını bulalım. Dedemi sonra ararız."

Birlikte koridorun sağından yürüyerek oda numaralarında gözlerimizi gezdirdik. Yaklaşık iki dakika sonra yedi yüz numaralı odayı bulmuştuk. Aslında burası tam bir oda değildi. Yoğun bakım alanı gibi bir yerdi. Cam mekanın ardındaki odalarda, hastaların hepsi gözüküyordu. Babamın tam şu anda gözüktüğü gibi... Olduğum yerde durarak cam mekanın arkasında duran, onlarca kabloyla bütünleşmiş, yatağın üzerinde hareketsizce uyuyan babama baktım.

Yaşıyor muydu? Bilmiyorum. Yaşaması umrumda mıydı? Hayır. Peki bu halde olması beni mutlu etmiş miydi? Eh, biraz.

Hak ettiği yerdeydi işte. Piç kurusu.

"Ay ölmüş bu!" dedim sahte bir korkuyla. "Kız, ölmüş bu! Morga kaldırmayı unutmuşlar." Gözlüklerimi çıkarmadan yavaşça eğilerek cam mekanın camını tıklattım. "Kemal! Kalk oradan, kalk morga yat, canım! Yanlış odadasın"

"Mayıs hanım, babanız yaşıyor." dedi Apo. "Bakın, bağlandığı monitörde düz çizgi yok. Bu onun hâlâ hayatta olduğunu gösterir."

Onun beni aydınlatmasıyla(?) güneş gözlüğümü saçımın üstüne takarak monitör denilen alete baktım. "Doğru söylüyorsun. Harbiden yaşıyormuş." Dudağımı büktüm. "Off, bir an cidden öldü sanıp sevinmiştim ha. Neyse..."

"Ben dedenizi arayacağım."

Ona ara dermişçesine bir mimik yaptıktan sonra cam mekanın camını tıklatarak "Kemal, beni duyuyor musun?" diye seslendim. Babamın hareketsiz bir şekilde, masum masum uyumasına alışık değildim ve ne yalan söyleyeyim, bu görüntüyü çok yadırgamıştım. "Eğer duyuyorsan monitöre üç kere vur."

Vurmadı. Bunu takmadan konuşmaya devam ettim.

"Kemoş, bak ölürsen sana söz veriyorum popona pamuk tıkamalarına asla izin vermeyeceğim. Senin popona Merdeces markalı aracının anahtarını tıkattıracağım. Vasiyetindi biliyorum!" Kendi kendime güldüm. "Babam galerici ya. O bakımdan dedim. Anlamlı bir şey olur onun için..."

Gözlerim onun hareketsiz bedeninde gezinirken telefonla konuşan Apo'ya doğru "Ben bi koridorda gezineceğim belki doktor falan bulur, bu salağın durumunu sorarım." dedim ani gelen ciddiyetle. "İç kanama geçirdi diyorlar ama ben inanmıyorum. Bence cinsiyet değiştirme ameliyatı oldu. Herkesten saklamak için iç kanama ayağına yatıyor."

Apo beni umursamadan telefonla konuşmaya devam ettiğinde ona sırtımı dönerek koridorun diğer tarafına yürüdüm. Bulunduğum katta kimsenin olmamasından ötürü kaybolmam yalnızca birkaç dakikamı almıştı. Koridorun içinde koridor vardı bu yüzden sürekli koridor değiştirmiştim. Sonunda öyle bir koridora gelmiştim ki, koridorun sonunda koridor yoktu; küçük, bahçe tarzında bir alan vardı.

Sanırım doktor ve hemşirelerin sigara içtikleri bölgelerden biriydi burası.

Alanın kapısını iterek küçük bahçenin içerisine girdiğimde ne karşıma bir doktor çıkmıştı ne de hemşire... Belini duvara yaslamış olan ve sigara içen tek bir kişi alanda duruyordu. O kişi de oldukça tanıdık biriydi. Göz göze geldiğimiz ilk anda, alandan çıkmak ya da gözlerimi ondan kaçırmak yerine kapıyı arkamdan kapatarak "Zeus?" diye sordum şaşkınca. "Aa! Tesadüfe bak! Zeus naber ya?"

"Adım Ares." dedi yosun yeşillerini merakla kısarak. "Senin burada ne işin var?"

İlk öpücüğümü döviz kuru hesabıyla verdiğim, yeşil gözlü adamı baştan aşağı süzdükten sonra yanına giderek "Aynı soruyu benim sana sormam gerekiyor." diye mırıldandım ve tam önünde durdum. "Senin burada ne işin var?"

Ares adlı genç  adam tıpkı benim az önce ona yaptığım gibi, baştan aşağıya beni süzdü ardından yeşil gözlerini gözlerime dikerek "Kuzenim trafik kazası geçirdi. Ailecek hastanedeyiz." dedi düz bir sesle. "Durumu şimdilik iyi."

"Çok geçmiş olsun." Omuz silktim. "Benimde babam vuruldu."

"Haberim var, geçmiş olsuna gelmiştik hatırlarsan." diye tısladı. Doğru, gelmişlerdi. Dedesiyle dedemin arkadaş olduğunu anlık unutmam, gülmeme neden olurken bana garip garip bakmasını önemsemeden toparlanarak "Sinirlerim bozuldu, kusura bakma." dedim. "Olmadık yerlerde gülesim geliyor."

Bir şey söylemek yerine uzun parmakları arasında duran sigaradan büyük bir duman aldı ve dumanı benim bulunduğum yönün tersine üfledi. Üfledikten birkaç saniye sonra gri pantolonun cebine yönelerek sigara paketi çıkardı, bana uzattı. "Al bir dal yak, iyi gelir."

"Bana iyi gelecek tek şey votka şu anda. Sağolasın." Nazikçe paketi ittiğimde bir şey demeden paketi cebine geri soktu. "Morelim çok bozuk ya."

Derin bir nefes alarak tam çaprazında kalan banka oturdum. Açık yeşil gözlerini suratıma çevirerek konuşmamı beklediğinde sanki onunla garip bir mazim yokmuş gibi "Son yirmi dört saat içinde çok saçma olaylar yaşadım." dedim düz bir sesle. "Bir de üstüne babamın durumu bindi. Morelim çok bozuldu, Ares."

"Saçma olaylar mı? Hayırdır? Sokaktan geçen biri bir tomar dolar verip karşılığında seni mi öptü yoksa?"

Söylediği şeye gülüp "Yok o bir kere yaşandı." dedim. "Yaşandı ve bitti."

"Bunu duyduğuma sevindim. Bu olaydan ötürü aramızın soğuk olmasını istemem. Sonuçta dedelerimizin bir arkadaşlığı var ve bu nedenle çoğu davette karşılaşabiliriz. Birbirimize soğuk davranmanın bir nedeni yok."

Dilimi şaklattım. "Merak etme, aynı şekilde düşünüyorum. Zaten ben her zaman yoldan geçen yabancı insanlarla öpüşürüm. Bana hiç saçma bir olay gibi gelmiyor bu."

Ciddiyetinden ödün vererek o da güldü ardından sigarasından bir duman daha aldı. Gözleri, bankta sülalesi rahat bir şekilde oturan bende gezinirken "Neyin var?" diye sordu aniden. Ciddileşmesi beklemediğim bir şey olmuştu. "Rengin benzin atmış. Ne oldu sana?"

İçli bir nefes verdim. "Kötü şeyler oldu."

"Anlatmak istersen iyi bir dinleyiciyimdir." Durdu. "Ha öpüşmek istersen de çok iyi öpüşürüm. Biliyorsun zaten."

Laubali tavrı beni sinirlendirmek yerine tekrardan güldürürken elimin tersiyle ayağına vurdum. Bu onu da güldürmüştü. İlk başta negatif enerji aldığım bu çocuktan şimdi nedensizce pozitif enerji alıyordum ve bu, yorgun ruh halime iyi gelmişti. "Dertlerimi anlatmak istemiyorum, kusura bakma."

Ares sigarasının külünü yere silkerek "Hadi ama," dedi ve suratımı ilgiyle süzdü. "Derdini anlatmayan derman bulamazmış."

"Ay hangi derdimi anlatayım ki? Bende bir tane dert yok! Yüz tane var. Dermanım hiç yok ama!" Ofladım. "Allah'ım güzel kullarını neden bu kadar zorluyorsun?"

Güldü. "Egoluymuşuz da."

"Biraz." dedim dudağımı bükerek. "Çok değil, biraz egom var. Bırak o kadar da olsun. Şu surata bakar mısın? Bir tane kusurum yok! Bir tane! Bebek gibiyim. Bebek!"

Ares sigarasını duvarda söndürerek izmaritini sağında kalan çöp kovasına attı ve tebessüm etti. "Derdin ne? Söyle bakalım."

"Sanki söylesem yardım edeceksin ha!"

"Niye etmeyeyim?"

"Niye edesin?"

"Niye etmeyeyim?" diye sordu biçimli kaşlarını kaldırarak. "Bizim ailelerimiz dost, Haziran. Dolaylı yoldan bizde dost sayılıyoruz. Dostlar birbirine yardım ederler, öyle değil mi?"

"Adım Mayıs." diye düzelttim onu. Bence bu ad espirisini(?) benim ona Zeus dememden ötürü yapmıştı. "Sanırım haklısın. Dedelerimiz dostlar, bizde bu vesileyle dost sayılıyoruz fakat bildiğim kadarıyla dostlar birbirleriyle öpüşmezler."

Beyaz dişlerini gözlerimin önüne sererek sırıttı. Adamın dişleri geleceğimden daha beyaz ve parlaktı cidden. Allah'ı var, yakışıklı çocuktu. Sadece... Saffar'ın iki metre boyunu gördükten sonra bunun boyu bana çok kısa geliyordu. O kadar.

Gerçi ben niye böyle bir şey düşünmüştüm ki şimdi?

Mal mıyım, neyim? Bana ne bunların boyundan? Aa!

"Yaşandı bir kere." dedi Ares alayla. "Geçmişi boş verelim, Mayıs. Sen söyle bakalım. Şu dertlerin neler?"

Dertlerimi ona anlatmak istemediğimden sol elimi kaldırarak baş parmağımdaki aşınmış ojeyi işaret ettim. "Ojem bozuldu!"

Ares duraksadı. "Ha?"

"Dertlerimden en önemlisi bu işte! Ojemin bozulması!" Yapay bir şekilde burnumu çektim. "Off hayat! Niye bu kadar üzerime geliyorsun? Dayanamıyorum artık! Vallahi intihar edeceğim."

Suratıma şaşkın şaşkın baktığında onun afallamasını umursamadan ayağı kalktım. Diz kapağıma gelen siyah dar eteğin tozlanmış kısımlarını elimle silkeledikten sonra genişçe sırıtarak "Şaka yapıyorum, beybi. Dertlerim, ojemin bozulmasından daha büyük maalesef ki." dedim ve onun yanağından makas aldım. Yanağından dedim ama çocuğun yüzü elmacık kemiğinden oluşuyordu. Sanırım kemiğinden makas almıştım. "Ben dert anlatmayı sevmeyen biriyim."

Afallasa da çabuk toparlandı. "Fark ettim, Mayıs."

"Ama hoşuma gitti, bak. Dertlerimi sorman, yardım teklifinde bulunman falan..." Koluna hafifçe vurdum. "İyi adamsın ha, Ares. Sevdim seni."

"Sağol. Sende iyi birine benziyorsun." Kolunu ovdu. "Gidiyorsun galiba?"

"Evet, gidiyorum. Sohbetine doyum olmaz da benim bi dedeme bakmam lazım. Sinirden köpürmüştür şimdi." Güldüm. "Bu arada aynı şekilde... Eğer bir derdin varsa ve çözemiyorsan benden yardım isteyebilirsin. Adresimi biliyorsun zaten."

Açık yeşillerini yüzümün her bir santiminde gezdirerek "Biliyorum." diye mırıldandı. "Eyvallah."

"Görüşürüz, dolar kuru. Kendine cici bak."

Tebessüm etti. "Sende, Mayıs."

Onu alanda bırakarak dışarı çıktığımda nedensizce hafiflediğimi hissettim. En azından Ares ile bir dahaki karşılaşmamızda birbirimize soğuk yapmayacak ya da birbirimize ölümcül bir mikrop görmüş gibi bakmayacaktık. Onunla yaşadığımız o tuhaf anı konuşup, durumu tatlıya bağladığıma sevinmiştim. Üzerimden küçükte olsa bir yük kalkmıştı yani.

Hastanenin koridorlarından koridorlarına girmeye -çıkmaya- devam ettim. Binbir çabayla babamın odasını bulduğumda odanın hemen önündeki kişilerin varlığı beni gram şaşırtmamıştı. Jilet misali ütülenmiş, lacivert takım elbiseli öfkeli dedem ve hemen yanında duran, gergin Talya'nın gözleri saniyesinde suratımı buldu. Topuklu ayakkabılarım çok ses çıkarıyor olmalıydı. Yoksa varlığımı hemen farketmezlerdi.

"Hangi cehennemdesin sen?!" diye bağırdı dedem. Öfkesi gözlerinden okunuyordu. "Dünden beri sana ulaşmaya çalışıyorum!"

"Hi grandpa, hi!" Sırıttım. "Buralardayım ya. Sakin ol, kocaya kaçmadım henüz." *Selam, dede.

"Baban perişan halde! Sen dün akşamdan beri ortada yoksun!" Dedem kaşlarını çattı. "Neredesin sen?!"

Hemen dedemin bir adım gerisinde durup seksi elbisesiyle bütün vücut hatlarını meydana dökmüş olan Talya'ya yandan, tiksindirici bir bakış attım ve dedeme gözlerimi çevirdim. Eminim, Talya'da aynı bakışı bana atmıştı. "Bir partideydim?"

"Partideydin?" diye sordu dedemden önce Talya. "Benden kredi kartını alıp pastaneye tatlı almak için giden bir insan için aniden rota değiştirmek... Sence de biraz garip kalmıyor mu?"

"Sana hesap vereceğimi de kim söyledi?" Yamuk ahız güldüm. "Elimin tersindesin, bence kes sesini."

"Mayıs!" diye hırladı dedem araya girerek. "Ne partisi bu?! Ne saçmalıyorsun sen?"

"Ee şimdi şöyle..." Dilimi şaklattım. "Ben İnanç için pastaneye tatlı almaya gitmiştim o ara beni Dora aradı. Dedi ki gel, ormanda çılgın bir parti var. Birazcık takıl burada sonra eve geçersin."

Dedem tek kaşını kaldırdı. "Eee?"

"Ee'si ben birazcık takılmadım orada. Alkolü fazla kaçırmışım, uyandığımda Dora'nın stüdyosundaydım." Yalanımı yemiş gibi duraksayan dedeme konuşma fırsatı vermedim. "Özür dilerim, dede. Bu bir daha yaşanmayacak."

"Aptal." dedi Talya dişlerinin arasından. "Baban kan kaybından ölüyordu, aptal! Senin kanına ihtiyacı vardı adamın! Senin kanınla aynı kanı taşıyormuş! Zar zor kan bulduk!"

Bu ayrıntıyı yeni öğrenmemle bende dedem gibi anlık duraksayıp "Hadi ya?" dedim. "Vallahi bilsem, gelirdim ama zannetmiyorum hemşirelerin kanımı alacağını... Alkollüydüm çünkü."

"Senin ayık kaldığın an var mı?!" diye bağırdı aniden dedem. Sesi hastane koridorunda yankı yapmıştı. Yüzüne oturan öfkeyi sessizce süzdüğüm sırada tekrardan bağırdı. "Böyle devam et, tamam mı?! Devam et böyle, Mayıs! Sorumsuz bir alkolik gibi, oradan oraya koştur! İhtiyacımız olduğunda da sokaklarda sız! Devam et böyle! Aferin! Aferin sana!"

Yüzümdeki sırıtışı yerini ciddiyete teslim etti. "Dede..."

"Kes sesini! Kes sesini, bana dede mede deme!" Öfkeyle titredi. "Senin baban dün kan kaybından ölüyordu. Sana ihtiyacı vardı! Sana... Kızına... Aranızda ne geçtiyse geçmiştir! Gram umrumda değil ne geçtiği ama o adamın dün kızına ihtiyacı vardı. Ve sen ortada yoktun! Öz babanı ölüme terk edecek kadar vicdansız ve bencil bir evlatsın sen! Bunu yeni fark ediyorum!"

Yemin edebilirim, o sustuğunda zihnimdeki her şey susmuştu. Bütün düşüncelerim, fikirlerim ve duygularım... Her şey sustu. Bir an büyük bir sessizlik oldu. Onun bana öfkeyle, benim ona büyük bir boşlukla baktığım bir sessizlik. Etrafımızda birileri vardı, birileri gelmişti lakin gelen kişilerin kim olduğunu önemsememiştim.

Gözümü kırpmadan beni vicdansızlıkla suçlayan dedeme baktım. Yaklaşık bir aydır onun için yaptığım bütün tehlikeli şeyler arka fonumda canlandı. Bir hemşireden öldüresiye dayak yediğim sahneler, zorla ilaç içirtilip ilacın etkisiyle acı içinde kıvranarak göt kadar bir odaya sürüklendiğim anlar, özgürlüğümün elimden alınması, herkesin bana bir deliymiş gibi yaklaşması, bir psikopat tarafından kaçırılmam, yılan zehrinin bana verdiği acı... Ve niceleri...

Yaklaşık on saniyede arka fonumda canlanan görüntüler ruhen canımı yakarken "Bencil mi?" diye sordum kısık bir sesle. "Ben mi bencilim?"

"Değil misin?" diye bağırdı dedem. Öfkesinin mantığını geçtiğini o an fark etmiştim. "Ne olurdu, zevkinden ödün verip hastaneye kan vermeye gelsen? Ha? Ne olurdu?! Bir kere iyi bir şeye vesile olsan! Ne olurdu?! Hayatında bir kez kendinden önce birini düşünsen ne olurdu, Mayıs?! Kıyamet mi kopardı?"

Sesimi çıkarmadım. Doğrudan ona bakmaya devam ederken "Bir poşet kan!" diye bağırdı ve elini kaldırdı. Bomboş gözlerle kaldırdığı eline anlık baktım ardından gözlerine geri döndüm. Yapmamıştı. O kaldırdığı eli suratıma indirmedi. "Bir poşet! Bir poşet kanı, Kemal daha erken alabilseydi belki şu an yoğun bakımda olmayacaktı!"

"Öyle mi?" Sesim buz gibiydi.

"Öyle!" dedi dedem. "Öyle, aptal! Öyle!"

"Ne kadar da evladının iyiliğini düşünen bir babasın sen." diye mırıldandım. "Gözlerimi yaşartıyorsun." Dedem durdu, gıkını çıkarmadan tek kaşını kaldırdı. "Sanırım evlatlarını çok düşündüğün için onları babaannem ölür ölmez terk edip Hollanda'ya gittin? Vay be... Bu kadar evlatlarını düşünme, dede! Benim gibi bencil, alkolik bir kaltağı ağlatacaksın şimdi."

"Sen..."

"Ben belki çok bencil bir insan olabilirim ama eğer bir eşim olsaydı ve eşim aniden ölseydi, asla çocuklarımı arkamda bırakıp ülke değiştirmezdim!" diye bağırdım. Dedem afalladı. Onun afallamasını umursamadan aramızdaki bir adımı sıfıra indirgeyerek suratına doğru eğildim, belli bir mesafe kalınca durdum. "Sen çocuklarının başında olmadığın için, hepsi yanlış yola girdiler! Hepsi kötü insan oldu! Aloooo?! Ne bekliyorsun sen bu çocuklardan, ha?! Anne baba sevgisi görmemiş çocuklarının çocuklarından ne bekliyorsun sen?! Ulan ben bencilsem, bunun tek suçlusu sensin, sen! Senin bir it yavrusu gibi sokağa attığın ve bencilliği onun iliklerine kazıdığın oğlun, beni bu hale getiren insan! Neyin kafasını yaşıyorsun? Benim bu halde olmamın asıl suçlusu sensin! Sen!"

Ve bütün zehirimi ona kusmuştum. Haklı veya haksız... Ağzımda biriken bütün zehiri ona kusmuştum. Bu kusuş beni az da olsa rahatlatmıştı. Belki de daha önce kusmalıydım bunu. Maalesef zamanlamam berbat olmuştu fakat bunu önemsememiştim. Dedem hayatının şokunu yaşarcasına gözlerini irileştirip doğrudan gözlerimin içine bakınca bir adım geriledim ve kafamı olumsuz anlamda salladım.

"Ben kendime acınası bir haledesin derdim hep, dede ama sonra seninle tanıştım." Yapay bir şekilde güldüm. "Terk ettiği beş evladını parayla kendine bağlamaya çalışan, zavallı bir adamsın. Benden açık ara farkla daha acınası durumdasın, dede. Üzgün..."

Cümlemi devam ettirememin tek nedeni suratıma yediğim sert darbeydi. Yüzüm aniden sola doğru döndü. Açık saçlarım yüzümü takip etti ve sol tarafa savruldu. Yediğim sert yumruğun acısını damaklarımda hissederken elimi dudağımın sol tarafına bastırarak kafamı kaldırdım. Hayır, dedem bana vurmamıştı. Bana vuran kişi Talya'ydı.

Dedemin önüne geçmiş olan Talya öfkeyle bana bakarken "Dış kapının dış mandalı! Seni adam etmeye çalışan insanla bu şekilde konuşman ne haddine senin?! Hadsiz!" dedi hırlarcasına. "Bir daha Mücahit beyle bu şekilde konuşursan, seni gebertirim! Yemin ediyorum, seni gebertirim Mayıs! Kimse seni elimden alamaz! Bu kimseye Mücahit bey de dahil!"

Şarıl şarıl kanamaya başlayan dudağımı tuttuğum elim, sözlerinin hemen ardından titredi. Ona karşılık vermek istedim. Yapamadım. Ard arda patlayan volkanları barındıran buz mavisi gözlerine kitlenerek duraksadığımda Dora'nın saatler önce kurduğu cümleler kulaklarımın içinde yankılanmıştı.

"Yirmi yaşındasın. Yirmi yıldır sevgi nedir bilmeden büyümüşsün. Bu yüzden biri hafifçe başını okşayıp, azıcık sana ilgi gösterdiğinde, onu sevgi sanıp o kişiye hemen bağlanıyorsun. Çok acı... Çok acı ve yanlış bir şey bu, Mayıs."

Çok acı ve yanlış bir şey bu.

Dış kapının dış mandalı.

Sızım sızım sızlayan dudağımda duran, kanla kaplanmış elim tir tir titremeye devam ederken "Talya!" diye bağırdı dedem panikle. "Ne yapıyorsun sen?! Ne yaptığını zannediyorsun?! Torunum o benim! Nasıl vurabilirsin ona?!"

O an ikimizin arasına Abdullah girdi. Abdullah'ın hemen ardından nereden çıktığını bilmediğim ablam Mehtap ve onun sevgili oldugunu bildiğim Ferit dibimde bitmişti. Beni bir köşeye, Talya'yı bir köşeye iteklediler. Tüm bu itekleme faslı boyunca sessiz kalarak boşluğa takıldım. Avucuma dolan sıcak kanın, beyaz zemine aktığını yeni yeni fark ederken beni sarsan ablam "Mayıs!" diye cırladı. "Mayıs, iyi misin?! Bakayım dudağına! Bakayım! Çek elini!"

Elimi çekmedim.

"Allah kahretsin! Doktor çağırın! Dudağı patlamış!" Mehtap korkuyla beni tekrar sarstı. "İyi misin?! Bir şey söyle!"

"Mayıs!" dedi ablamın sevgilisi olan Ferit. Kendi elini çenemin altına koydu. "Mayıs bırak ben tutayım. Çek elini!" Dudağımdan daha önce hiç görmediğim kadar kan akmaya devam ederken titreyen elimi çekmedim. Korktum. Mal bir ruh haliyle korkuyla beni sarsan ablama ve Ferit'e kitlenirken, Ferit hiç beklemediğim bir anda avucu kanla dolan elimi itip iki elini dudağıma bastırmıştı.

Dudağıma ve burnuma...

"Dudağıyla birlikte burnunu da kanıyor! Biriniz doktor çağırsın! Acil!" diye bağırdı Ferit. O söylemese belki burundan akmaya başlayan kanıda dudağıma bağlayacaktım. "Nasıl vurdu kıza?! Manyak mıdır nedir bu?! Hasta!"

"Burnu kırıldı?!" Ablam kendi söylediği şeye ithafen çığlık attı. Onu daha önce hiç bu kadar korkulu görmemiştim. "Burnu mu kırıldı, Ferit?!"

"Bilmiyorum! Yumruk burnuna da denk geldi galiba!  Kan durmuyor!"

Kanın metalik kokusu ve tadı ağzımın içini kaplarken, gözlerim acıdan dolayı otomatik olarak dolmuştu. Kafamı eğdim. Saçlarım iki yanıma düştüğünde birilerinin bağırış sesleri kulağımda yankılanmıştı. Hiç kimseyi duymuyordum. Duyamıyordum.

Sadece acı vardı.

Hep acı olmuştu.

Kaç dakika boyunca kafam eğik bir vaziyette böyle beklemiştim bilmiyorum ama Ferit ellerini yüzümden hiç çekmemişti. Tıpkı benim gibi her yeri kan revan içinde kalan Ferit kulağıma doğru "Mayıs." demeseydi belki kendimi dış dünyadan tamamiyle koparacaktım. "Mayıs bak, doktor geldi. Kaldır kafanı, baksın adam..."

Kafamı kaldırdım ama ne doktora döndüm ne de etrafımdaki diğer insanlara... Ferit'in kanla kaplanmış elini sert bir hareketle ittikten sonra üzerimdeki şoklu gözleri umursamadan ellerimi kanayan dudağıma ve burnuma bastırarak arkama döndüm, merdivenlerin olduğu yere doğru koştum. Arkamdan senkronize bir şekilde adımı seslenmişlerdi, umursamadım.

Az önceye oranla daha az kanıyan burnumu ve dudağımı tuta tuta merdivenlerden hızlıca indim. Kimseyi görmek istemiyordum. Kimsenin yardımını almak istemiyordum. Kimsenin bana dokunmasını, benimle ilgilenmesini istemiyordum. İstediğim tek şey yalnız kalmaktı.

Sadece yalnız kalmak istiyordum.

Her yerime bulaşmış kandan dolayı bana dehşetle bakan merdivendeki insanları göz ederek hastanın bahçesine kendimi attığımda arkamdan kimsenin gelmemesi işime gelmişti. Ya kimse gerçekten arkamdan gelmek istememişti ya da gelmişlerdi fakat hızlı koştuğumdan ötürü beni yakalayamamışlardı.

Her ne halt olmuşsa, kimse sikimde değildi.

Bu saatten sonra da olmayacaktı.

Kendimi hastane bahçesinin en köşesindeki alana attığımda şansıma alanın tam ortasında bir fıskiye vardı. Düşünme gereği duymadan fıskiyenin yanına gidip akan fıskiyeye doğru kafamı eğdim ve kanlı ellerimi çektim. Tazikli küçük su, yüzümdeki bütün kanı saniyeler içinde temizledi. Temizlemişti fakat kan az da olsa akmaya devam ediyordu. Burnuma bir darba alıp almadığının hatırlayamazken ellerimdeki kanıda fıskiye yardımıyla temizledim ve geri çekilerek blazer ceketin kolunu, dudağımdaki açık yaraya bastırdım.

Canım yanıyordu ve bu yanmanın çoğu zihinseldi.

"Orospu evladı," diye fısıldadım konuşabildiğimde. "Orospu evladı..." Ağzımda biriken kanı yere tükürüp kolumu tekrardan dudağıma bastırdım. "Ne diye karşılık vermedim sanki? Sikmem lazımdı onu orada!"

Ağzımın içinde biriken kanı tekrardan yere tükürdüğüm sırada tam ceketin kolunu dudağıma bir kez daha bastıracaktım ki başka bir kol benden önce davrandı. Siyah kumaşın dudağımdaki nazik baskısının hemen ardından başımı kaldırarak yanımdaki kişiye baktım ve o an dondum.

Siyah gömleğinin kumaşını dudağıma bastıran kişi Saffar Poyraz'dan başkası değildi.

....

Devam edecek

❄️

Umarım güzel bir bölüm olmuştur.

Oy atan ve yorumlayan herkese çok teşekkür ederim ❤️

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, seviliyorsunuz beybiler.

Lanjutkan Membaca

Kamu Akan Menyukai Ini

486K 20.9K 72
Yaşım 18 - Yarı Texting
363K 6.1K 9
21. YÜZYILDA YAŞAYAN İKİ TÜRK KIZININ, TÜRKLERİN DAHA YENİ TARİHTE SAHNEYE ÇIKTIĞI YILLARDA KENDİLERİNİ ASYA HUN İMPARATORLUĞUNUN BİLİNEN İLK İMPA...
245K 2.8K 8
(Tarihi ve Fantastik bir hikayedir) İye, nesnelerin içinde var olan, olağanüstü doğasını aktaran gizli güçtür. Onun koruyucusudur. Ayrıca iyiliksever...
80.5K 6.7K 55
#ejderha - 1 08.11.2020 #fantastik - 2 23.12.2020 #macera - 5 13.05.2021 Ejderhalar, şamanlar, insanlar, büyücüler, elfler, şekil-değiş...